banner banner banner
Define Adası
Define Adası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Define Adası

Define Adası
Robert Louis Stevenson

İngiltere’nin güney kıyılarında bulunan, Jim Hawkins’in ailesinin işletmekte olduğu Amiral Benbow Hanı, yazları yoğun, kışları oldukça sakin bir yerdir. Ancak bir kış günü hana gelip yerleşen Billy Bones isimli eski bir korsan, tüm ailenin yaşamını değiştirir. Bones’un sahip olduğu korsan Flint’in definesinin yerini gösteren bir haritanın peşinde olan korsanlar yüzünden handa zor günler yaşanır. Bu harita rastlantı sonucu Jim Hawkins’in eline geçer ve heyecanlı bir define avı başlar. Define Adası yalnızca bir macera romanı değil. Kahramanımız Jim’in ve yol arkadaşlarının karşılaştığı ihanetlerle, sürpriz saldırılar ve kanlı çarpışmalar karşısında sergilediği davranışlarla da ahlak kavramına atıf yapılmaktadır.... Kaptan, seyir defterinin başına geçti. Yazdıkları şunlardı: Alexander Smollett, Kaptan; David Livesey, gemi doktoru; Abraham Gray, marangoz tayfa; John Trelawney, geminin sahibi; John Hunter ve Richard Joyce, gemi sahibinin hizmetçileri, deniz tecrübeleri yok. Gemiden kalan sadık kişiler bunlardan ibaret. On günlük gıda var. Bugün Define Adası’nın kıyısına çıkıldı ve kulübeye Britanya bayrağı asıldı. Gemi sahibinin hizmetçisi karacı Thomas Redruth, isyancılar tarafından vuruldu. Miço James Hawkins…

Robert Louis Stevenson

Define Adası

Robert Louis Stevenson, 13 Kasım 1850 tarihinde İskoçya’nın Edinburgh şehrinde doğdu. Akciğeriyle ilgili olarak yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle eğitim hayatının ilk yıllarında okula gidemedi ve evde, özel öğretmenler tarafından eğitim gördü. 17 yaşında mühendislik okumak için Edinburgh Üniversitesine kaydoldu. Eğitimini yarıda bırakıp hukuk okumayı seçti ancak avukatlık yapmadı. Üniversitede okurken yaz tatillerini Fransa’da, yazar ve ressamlardan kurulu bir sanatçı topluluğunun arasında geçirdi.

İlk basılı çalışması Roads adını taşıyan denemesi oldu. Çocuk edebiyatına da Define Adası (Treasure Island) gibi klasikleşen eserler kazandırdı. Aralarında öykülerin, romanların, denemelerin yer aldığı pek çok eser kaleme aldı.

Stevenson’ın ilk önemli eseri olan Yeni Arap Geceleri, 1882 yılında yayımlandı. 1877-1880 yılları arasında kaleme aldığı kısa öykülerin bir toplaması olan bu kitabın devamı olan Yeni Arap Geceleri; The Dynamiter adlı eserini 1885 yılında, karısı Fanny Vandegrift’in yardımıyla tamamladı. Define Adası (Treasure Island) ise ilk basımını 1883 yılında yaptı; roman kısa sürede ünlendi ve defalarca sinemaya aktarıldı.

Ardından 1883 yılında Kara Ok adlı romantik tarihi macera romanını kaleme aldı. 1886 yılında yayımladığı üçüncü romanı Dr Jekyll ve Mr Hyde’ın Garip Dosyası ise, yazarı erken dönem bilim kurgu yazarları arasına taşıdı.

Son romanı olan St. Lves; Fransız bir Tutsağın İngiltere Maceraları 1897 yılında arkadaşı Arthur Quiller Couch tarafından tamamlandı.

3 Aralık 1894’te yaşamını yitirdi.

Dünyada kitapları en fazla dile çevrilen isimlerden olan Louise Stevenson, sayısız sinema ve televizyon uyarlamasına ve edebî atıfa konu oldu, kitapları psikologlar ve tarihçiler tarafından ayrıntılı incelemelere tabi tutuldu. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde akademik çalışmalara ve yazar antolojilerine alınmaya başlandı ve yirmi birinci yüzyılda adı en fazla anılan klasik edebiyat romancılarından birisi oldu.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.

Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:

Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

BİRİNCİ KISIM: İHTİYAR KORSAN

BİRİNCİ BÖLÜM

“AMİRAL BENBOW’DAKİ” İHTİYAR DENİZ KURDU

Bay Trelawney, Doktor Livesey ve diğer beyefendiler Define Adası’yla ilgili her şeyi baştan sona, adanın bulunduğu yer hariç tüm detaylarıyla yazmamı istediler. Adanın konumundan bahsetmemi istememe sebepleri ise definenin bir kısmının hâlâ orada olmasıydı. Ben de kalemi elime alıyorum ve babamın Amiral Benbow Hanı’nı işlettiği, yüzünde kılıç yarası olan esmer tenli ihtiyar denizcinin handa kalmaya başladığı o tarihe dönüyorum.

İhtiyar denizcinin ağır adımlarla han kapısından içeri girişini, deniz sandığını taşıyan el arabasını çeken adamla beraber gelişini dün gibi hatırlıyorum. Uzun boylu, güçlü, iri yarı esmer bir adamdı. Örülmüş saçları kirli mavi ceketinin omuzlarından dökülüyordu. Yara bereyle dolu yıpranmış elleri, siyah ve kırık tırnakları vardı. Yanağının birini boydan boya kaplayan kılıç yarasının morumsu, pis bir beyazlığı vardı. Koya bakarken kendi kendine ıslık çalışını ve sonrasında sık sık söylediğine şahit olduğum eski denizci şarkısını patlatıverdiğini hatırlıyorum:

Ölü adamın sandığında on beş kişi,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!

Şarkıyı, tiz, titrek ve yaşlı sesiyle söylüyordu. Daha sonra manivelaya benzeyen bir sopayla kapıya vurup karşısına çıkan babamdan kaba bir şekilde bir bardak rom istedi. Kendisine getirilen romu yavaşça, bir gurme edasıyla tadını çıkararak içti. Bir taraftan da etraftaki kayalıklara ve hanın adının yazılı olduğu tabelaya bakıyordu.

“Bu koy güzel.” dedi en sonunda. “Hanın yeri de çok hoş. Çok misafir olur mu?”

Babamdan maalesef çok az misafir olduğu cevabını aldı.

“İyi madem.” dedi. “Bu benim için en iyisi. Hey sen, ahbap!” diye bağırdı el arabasını çeken adama. “Gel de sandığı taşımama yardım et. Bir süre burada kalacağım.” diye devam etti. “Ben basit bir adamım. Rom, domuz pastırması ve yumurtayla gemilerin gidişini izleyebileceğim yukarıdaki kayalık dışında bir şey istemem. Bana nasıl mı hitap edeceksiniz? ‘Kaptan’ diyebilirsiniz. Ah, şimdi anladım ne demek istediğinizi, buyurun.” dedi ve üç ya da dört tane altın sikkeyi eşikten attı. “Yeniden ödeme zamanı geldiğinde bana söylersiniz.” dedi. Bir komutan misali sert bir görünüşü vardı.

Giyimi kötü, konuşması kabaydı ve dış görünüşü alelade bir denizci olduğunu düşündürüyordu ancak yine de tavırlarında itaat edilmeye ve hükmetmeye alışkın bir kaptan havası vardı. El arabasını çeken adam, yaşlı denizcinin Royal George’da bir önceki sabah posta arabasından indiğini söyledi. Kıyı şeridindeki hanları sorup soruşturmuş ve anladığım kadarıyla bizimkinin hizmetinin iyi konumunun tenhada olduğunu duyunca da buraya gelmeye karar vermiş. Ona dair öğrenebildiklerimiz işte bunlardan ibaretti.

Çok sessiz bir adamdı. Tüm gün koyda gezinir ya da yamaçların üzerinde dürbünüyle oyalanırdı. Akşam olduğundaysa salonun bir köşesine, ateşin yakınlarına oturur ve romla su içerdi. Kendisine hitap edildiğinde çoğunlukla cevap vermez, kafasını kaldırıp bakar, ani ve şiddetli bir şekilde sis sireni misali burnundan üflerdi. Bizler ve misafirlerimiz kısa süre sonra onu kendi hâline bırakmayı öğrendik. Her gün yürüyüşten dönünce yoldan denizcilerin geçip geçmediğini sorardı. İlk zamanlar bunun sebebini kendisi gibi insanlarla vakit geçirmek isteyişine bağladık. Ancak sonraları asıl amacının denizcilerden kaçınmak olduğunu fark ettik. Olur da bir denizci Amiral Benbow’da kalacak olursa (Han, Bristol’a çıkan kıyı yolunda olduğundan zaman zaman denizcileri ağırlardık.) salın kapısının önündeki perdeden denizciye bakardı ve bu sırada bir fare kadar sessiz olurdu. Bana göre bu duruma dair bir gizem söz konusu değildi çünkü ben de bir bakıma onun endişelerini paylaşıyordum. Bir gün beni kenara çekti ve “tek bacaklı bir denizci” için gözümü dört açar, onu görür görmez kendisine haber verirsem her ay bana dört peni vereceğini söyledi. Ayın ilk günü geldiğinde sık sık yanına gider ve paramı isterdim. Ancak o burnundan üfleyerek bana dik dik bakardı. Yine de bana para vermenin daha akıllıca olacağına hükmedip parayı hafta sona ermeden verir, “tek bacaklı denizci” için gözümü dört açma emrini tekrar ederdi.

Bahsettiği bu karakterin rüyalarıma nasıl musallat olduğunu size anlatamam. Rüzgârın evin dört bir tarafını sarstığı ve dalgaların koy sahili boyunca kükreyip kayalıklara hunharca çarptığı fırtınalı gecelerde bu adamı binbir farklı şekilde binbir farklı şeytani yüz ifadesiyle görürdüm. Bazen adamın bacağı dizinden, bazen kalçasından kesilmiş olurdu. Bazen de vücudunun yarısı bacaktan oluşan canavar gibi korkunç bir yaratık olurdu. Yol kenarından zıplayarak beni kovalamaya başlaması ise gördüğüm en korkunç kâbuslardandı. Kısacası aylık dört peninin bedelini görmüş olduğum korkunç rüyalarla fazlasıyla ödüyordum.

Her ne kadar tek bacaklı denizciden ölümüne korksam da Kaptan’dan onu tanıyanların korktuğu kadar korkmuyordum. Bazı geceler kaldırabileceğinden fazla rom ve su içerdi ve böyle gecelerde bazen eski, vahşi deniz şarkılarını söyler, kimseye aldırmazdı. Bazen de art arda içki söyler ve etrafındakileri hikâyelerini dinlemeye ya da şarkılarına eşlik etmeye zorlardı. Sık sık evin, “Yo-ho-ho ve bir şişe rom!” sözleriyle inlediğini duyardım. Tüm misafirler can korkusundan şarkıya eşlik ederdi ve herkes dikkat çekmemek için mümkün olduğunca yüksek sesle şarkı söylemeye çalışırdı. İşte böyle anlarda gördüğümüz en baskın misafir olurdu. Herkesi susturmak için sertçe masaya vurur, kendisine soru sorulması hâlinde hiddetlenirdi. Bazen de kendisine bir şey sorulmamasından rahatsız olurdu çünkü etrafındakilerin iyi dinlemediğini düşünürdü. Dahası, uykusu gelinceye dek içmeden ya da yatağın yolunu tutmadan kimsenin handan ayrılmasına müsaade etmezdi.

İnsanları en çok korkutan hikâyeleriydi. Asılmaktan, güverteden denize uzatılan kalasta gözleri kapalı denize yürümek zorunda kalan denizcilerden, İspanyol kolonilerindeki vahşetlerden bahseden korkunç öykülerdi bunlar. Ona soracak olursanız yaşamını Tanrı’nın yarattığı en fena denizciler arasında geçirmişti ve hikâyelerini anlatırken kullandığı üslup bu hikâyelere konu olan suçlar kadar sarsardı bizim taşralı, kendi hâlinde misafirlerimizi. İnsanların bu şekilde baskı görmeleri ve yataklarına ürpererek gitmelerinin kısa süre sonra hanı batıracağını, kimsenin bu koşullarda gelmeye devam etmeyeceğini söylerdi babam hep. Ama bence varlığı bize fayda sağladı. İnsanların o sırada korktuğu doğrudur ama geriye dönüp baktıklarında bundan hoşlanıyorlardı bence. Sessiz taşra yaşamlarına ürpertici bir heyecan katıyordu Kaptan’ın hikâyeleri. Üstelik Kaptan’a hayranmış gibi davranan gençler de vardı. Ona, “hakiki deniz kurdu” ya da “eski toprak” gibi lakaplar takıyor, böyle adamların İngiltere’nin denizdeki başarısızlığının sebebi olduğunu söylüyorlardı.

Bir bakıma bize zarar verdiği de doğruydu aslında. Çünkü haftalarca hatta aylarca kalmaya devam etmiş, masrafları ödediği ücreti fazlasıyla geride bırakmaya başlamıştı. Ancak babam yine de ondan daha fazla para için ısrar edecek cesareti kendinde bulamadı. Babam ne zaman ücretten bahsedecek olsa Kaptan âdeta kükrercesine gürültülü bir şekilde burnundan üfler ve zavallı babama odadan çıkmaya mecbur kalıncaya dek sert sert bakardı. Böylesi azarlamalardan sonra Kaptan ellerini ovuştururdu. Babamın erken ve talihsiz ölümünün sebeplerinden birinin yaşamak zorunda olduğu sıkıntı ve dehşet olduğunu düşünüyorum.

Bizimle yaşadığı müddetçe Kaptan giysilerini değiştirmedi. Ancak bir işportacıdan birkaç çorap satın aldı. Üç köşeli şapkasının uçlarından biri düşmüştü ve o zamandan beri aşağı sarkıyordu. Şapkasının bu durumu rüzgârlı zamanlarda çok rahatsızlık verse de buna aldırmıyor gibiydi. Odasında yamaladığı ceketinin neye benzediğini hâlâ hatırlıyorum. Sonlara doğru ceket sadece yamalardan ibaretti. Hiçbir zaman mektup yazmadı ya da birinden mektup almadı. Diğer misafirler dışında kimseyle hiç konuşmadı. Onlarla da sadece rom içip sarhoş olduğunda konuşurdu. Büyük deniz sandığının açıldığını hiçbirimiz görmedik.

Ona sadece bir kez, sonlara doğru karşı çıkan biri oldu. Babamın sonunu getiren o hastalık iyice ilerlemişti. Doktor Livesey bir öğleden sonra babamı muayene etmek için uğramıştı. Daha sonra Doktor, annemin yaptığı yemekten biraz aldı ve atı köyden getirilinceye dek salonda pipo içerek beklemek istedi. Çünkü handa at ahırı yoktu. Onunla birlikte ben de salona gittim. Kaptan’la aralarındaki zıtlık bugün bile hatırlayacağım kadar dikkate değerdi. Bir tarafta aklı başında, kar gibi beyaz, siyah ve parlak gözlü, beyefendi, taşralılarla sohbet eden kibar doktor vardı. Diğer tarafta ise pis, hantal, esmer, bostan korkuluğundan hâllice bir korsanımız vardı. Romdan iyice kafayı bulmuş hâlde, elleri masanın üzerinde oturuyordu. Aniden, o ölümsüz şarkısını söylemeye başladı.

Ölü adamın sandığında on beş kişi,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!
İçki ve şeytan kalanların icabına bakar,
Yo-ho-ho ve bir şişe rom!

İlk zamanlarda “ölü adamın sandığının” Kaptan’ın odasındaki büyük kutunun aynısı olduğunu düşünürdüm ve bu fikir tek bacaklı denizci adamla birlikte kâbuslarıma konu olurdu. Biz artık onun şarkılarına dikkat kesilmeyi çoktan bırakmıştık. O gece şarkısı Doktor Livesey dışında kimse için yeni değildi, onda da hoş bir etki bırakmamıştı zaten. Çünkü bir süre boyunca öfkeli bakışlarla bakakaldı. O sırada bahçıvan olan ihtiyar Taylor’la yeni bir romatizma ilacı hakkında konuşuyordu. Bu arada Kaptan kendi şarkısıyla neşelendi ve en nihayetinde masaya vurdu. Bu hareketin susmaları anlamına geldiğini hepsi biliyordu ve Doktor Livesey dışında herkes derhâl sesini kesti. Doktor ise, hiçbir şey olmamış gibi net ve kibar bir ses tonuyla konuşmaya devam ediyor, sık sık piposunu çekiyordu. Kaptan bir süre boyunca ona ters ters baktıktan sonra elini tekrar masaya vurdu ve bu kez daha sert bakmaya başladı. Nihayet feci ve boğuk bir ses tonuyla, “Güvertedekiler sessizlik!” diye bağırdı.

Doktor, “Bana mı diyorsunuz beyefendi?” deyince ve kaba saba kaptan, “Evet.” anlamına gelen ikinci bir bağırışla kükredi. Bunun üzerine Doktor, “Size sadece tek bir şey söylemek istiyorum beyefendi. Eğer bu şekilde rom içmeye devam ederseniz dünya kısa süre sonra pis bir ayyaştan kurtulmuş olur!”

İhtiyar Kaptan’ın öfkesi fenaydı. Derhâl ayağa fırladı, denizci çakısını çıkarıp açtı ve Doktor’u duvara çivilemekle tehdit etti.

Ancak Doktor pek de etkilenmiş gibi görünmüyordu. Onunla aynı şekilde, aynı ses tonuyla, hatta odadaki herkesin duyması için daha yüksek sesle oldukça sakin ve pürüzsüz bir şekilde konuşmaya başladı:

“Eğer o çakıyı derhâl cebine sokmazsan, şerefim üzerine yemin ederim ki en yakın mahkemede asılırsın.”

Daha sonra birbirlerine sert sert bakmaya başladılar ve Kaptan kısa süre sonra yola gelip çakısını kaldırdı, yerine oturdu ve dayak yemiş bir köpek misali hırlamaya başladı.

“Ve şimdi beyefendi.” diye devam etti Doktor. “Benim bölgemde böyle birinin yaşadığını artık öğrendiğime göre gözlerim gece gündüz üzerinde olacak. Ben sadece bir doktor değilim. Aynı zamanda bir sulh hâkimiyim ve sizinle ilgili en ufak bir şikâyet duyduğum anda, bu geceki kadar basit bir nezaketsizlik bile olsa sizi bulup buradan sürdürmek için her türlü yönteme başvuracağım. Bunu iyi bilin!”

Atı kısa süre sonra gelen Doktor, derhâl handan ayrıldı ve Kaptan o gece ve takip eden diğer gecelerde sessizliğini hiç bozmadı.

İKİNCİ BÖLÜM

KARA KÖPEK BİR GÖRÜNÜP BİR KAYBOLUYOR

Bu olaydan kısa süre sonra Kaptan’dan kurtulmamızı sağlayan gizemli olayların ilki baş gösterdi. Ancak daha sonra göreceğiniz üzere Kaptan’dan kurtulmak, onun meselelerinden kurtulmamız için yeterli olmayacaktı. Sert ve soğuk bir kıştı. Bitmek bilmeyen ayaza ve sert rüzgârlara maruz kalıyorduk. Zavallı babamın baharı göremeyeceği çok belliydi. Her gün biraz daha çöküyordu ve hanın tüm işlerine annemle beraber bakıyorduk. O kadar meşguldük ki sevimsiz misafirimize fazla dikkat etmiyorduk.

İnsanın kemiklerine kadar işleyen buz gibi bir ocak sabahının ilk saatleriydi. Ayaz, koyu boydan boya beyaza boyamıştı ve dalgalar kayalara hafifçe çarpıyordu. Güneş, yamaç tepelerine şöyle bir dokunup denizi ışıldatacak kadar yükselmişti. Kaptan her zamankinden biraz daha erken kalkmış ve sahilin yolunu tutmuştu. Denizci kılıcı eski mavi ceketinin eteklerinin altında sallanıyordu. Dürbünü kolunun altına almıştı ve şapkasını başının arkasına takmıştı. Soğuk havada ağır adımlarla ilerlerken nefesinin buharlaştığını hatırlıyorum. Son kez sesini duyduğumda koca kayalıktan geçiyordu. Öfkeyle ve yüksek sesle homurdandı. Sanki aklı hâlâ Doktor Livesey’deymiş gibiydi.

Bu arada annem üst katta babamla birlikteydi. Ben de Kaptan için kahvaltı hazırlıyordum ki birden kapı açıldı ve daha önce hiç görmediğim bir adam girdi içeri. Soluk tenli, kilolu bir adamdı ve sol elinde iki parmağı eksikti. Her ne kadar kılıcı görünse de kavgacı birine benzemiyordu. İster tek ister çift bacaklı olsunlar denizcilere karşı gözümü dört açardım hep. Bu adamın beni şaşırttığını hatırlıyorum. Pek denizciye benzemese de bir tutam deniz havası vardı üzerinde.

Ona nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Bana rom istediğini söyledi. Ancak rom getirmek üzere odadan dışarı çıkmaya çalıştığımda el işaretiyle beni yanına çağırdı. Bense elimde mendille olduğum yerde durdum.

“Buraya gel delikanlı.” dedi. “Yaklaş.”