banner banner banner
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Dönüşü Bütün Maceraları 5


“Neden böyle bir şey yaptın?”

“Çünkü Sevgili Watson, bazı kişilerin benim orada olduğumu düşünmeleri için önemli nedenlerim var.”

“Dairenin izlendiğini mi düşündün?”

“Dairemin izlendiğini biliyordum.”

“Kim tarafından?”

“Eski düşmanlarım tarafından Watson. Liderleri Reichenbach Şelaleleri’nin dibinde yatan adamlar tarafından. Hatırlayacaksın, sadece onlar yaşadığımı biliyorlardı. Er ya da geç daireme döneceğimden emindiler. Sürekli orayı izlediler ve bu sabah döndüğümü gördüler.”

“Nereden biliyorsun?”

“Çünkü pencereden baktığımda gözcülerini tanıdım. Zararsız bir adam, adı Parker, kendisi aslında bir cellat ve muhteşem arp çalıyor. Benim için onun pek önemi yok ama arkasındaki kişi çok önemli. Bu kişi, Moriarty’nin canciğer dostu, yamaçta üzerime kayaları atan adam ve Londra’nın en kurnaz, en tehlikeli suçlusudur. İşte o adam bu gece benim peşimde Watson; ama bizim de onun peşinde olduğumuzun farkında değil.”

Dostumun planları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu güvenli noktadan gözcüler gözleniyor, takipçiler takip ediliyordu. Yanı başımızdaki belli belirsiz gölge avımızdı ve biz de onun avcılarıydık. Karanlıkta sessizce, önümüzde koşuşturan insanları izlemeye başladık. Holmes sessiz ve hareketsizdi; ama onun sürekli tetikte olduğunu ve gözlerini yoldan geçen insanlardan ayırmadığını anlayabiliyordum. Çok kasvetli ve fırtınalı bir geceydi, uzun cadde boyunca rüzgâr, tiz sesiyle ıslık çalıyor gibiydi. Birçok insan, palto ve eşarplarına sarınmış, oradan oraya koşturuyordu. Bir iki defa aynı kişinin oradan geçtiğini hissettim. Kendilerini rüzgârdan korumak amacıyla yolun sonunda bulunan bir evin girişinde iki adam da dikkatimi çekmişti. Arkadaşıma bunu anlatmak istedim ama o, sabırsızca bir şeyler mırıldanarak caddeyi izlemeye devam etti. Durmadan kımıldanıp durdu ve parmaklarıyla duvara vurdu. Planlarının istediği gibi gitmediği için huzursuz olduğunu anlamıştım. En sonunda gece yarısı yaklaşıp da caddedeki insanlar azaldığında kontrol edilemez bir endişeyle odada bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdu. Ona bir şey söylemek üzereyken gözlerim aydınlık pencereye takıldı ve daha önce yaşadığım şokun daha büyüğü ile karşı karşıya kaldım. Holmes’un kolunu yakalayarak oraya doğru işaret ettim.

“Gölge hareket etti!” diye bağırdım.

Artık yüzü değil de sırtı bize dönüktü.

Geçen üç yılın, sert mizacından ya da kıvrak zekâsından hiçbir şey kaybettiremediği belliydi.

“Tabii hareket edecek.” dedi, “Oraya hiç hareket etmeyen bir tane cansız manken dikeceğim ve Avrupa’nın en zeki adamlarını onunla kandırabileceğimi mi düşüneceğim!.. O kadar beceriksiz biri miyim Watson? İki saattir bu odadayız ve Bayan Hudson en az sekiz defa, yani her çeyrek saatte bir o mankeni hareket ettirdi. Önden geldiği için kadının gölgesini göremiyoruz. Ah!” Heyecanlanarak tiz bir sesle iç geçirdi. Loş ışıkta kafasını öne doğru eğmişti, tüm dikkatini vermekten kaskatı kesildiğini gördüm. Dışarıdaki cadde artık tamamen boştu. Belki o iki adam kapı girişinde çömeliyorlardı ama onları artık göremiyordum. Ortasında siyah silüetini gördüğümüz figürün sarı stor perdelerin arkasında durması dışında her şey sessiz ve karanlıktı. Holmes’un yoğun heyecanını bastırmaya çalıştığı o zayıf, ıslık gibi nidayı tekrar duydum. Bunu duyar duymaz beni odanın en karanlık köşesine çekti ve ikaz etmek için eliyle ağzımı kapattı. Parmaklarının titrediğini hissedebiliyordum. Arkadaşımın bu kadar heyecanlandığını hiç görmemiştim. Tüm bu olanlara rağmen cadde çok sessiz ve hareketsizdi.

Daha güçlü sezgilere sahip arkadaşımın bir şeyleri fark ettiğini hemen anlamıştım. Alçak, sinsi bir ses duyuldu; bu ses Baker Caddesi’nden gelmiyordu, gizlendiğimiz evin arka tarafından geliyordu. Bir kapı açıldı ve kapandı. Hemen arkasından ayak sesleri duyduk, sessiz olmaya çalışan birinin boş evde şiddetle yankılanan sesleriydi bunlar. Holmes eğilerek sırtını duvara dayadı ve ben de tabancamı kavrayarak onun gibi yaptım. Etrafıma pürdikkat bakınıyorken açık kapının karanlığında, bir ton daha koyu, belli belirsiz bir adamın hatlarını gördüm. Bir an için durdu, sonra da eğilerek ayak uçlarında, âdeta etrafa gözdağı verircesine odaya girdi. Bu meşum adam, artık üç yarda uzağımızdaydı ve üzerime atlayacağını düşünerek tetikte beklemeye başladım. Ama birdenbire bizim varlığımızdan haberi olmadığı aklıma geldi. Çok yakınımızdan geçerek pencereye doğru ilerledi, yavaşça ve sessizce camı yarım fit kadar araladı. Eğildiğinde, ışığın girmesine engel olan tozlu pencere kaldırılmış olduğundan yüzü kabak gibi ortaya çıkmıştı. Adam heyecandan kendinden geçmiş gibiydi. Gözleri yıldızlar gibi parlıyor, yüzü şiddetle titriyordu. Yaşlıca bir adamdı; ince, uzun bir burnu, geniş bir alnı ve kalın, kırlaşmış bir bıyığı vardı. Şapkasını geriye doğru itmişti ve önü açık paltosunun içindeki şık gömleği pırıl pırıl parlıyordu. Çok derin, vahşi çizgileriyle zayıf ve esmer bir yüzü vardı. Elinde baston gibi bir şey taşıyordu; ama yere bıraktığında metalik bir ses çıkarmıştı. Birden paltosunun cebinden bir şey çıkardı ve bir yay ya da vidanın yerine oturması gibi yüksek bir ses çıkana kadar bu nesneyle uğraştı. Dizlerinin üzerinde öne doğru eğilip bütün ağırlığını ve gücünü manivela gibi bir şeye verince yine öncekine benzer uzun bir ses duyuldu. Sonunda tekrar doğrulduğunda elinde, garip bir kabzası olan bir çeşit silah tutmakta olduğunu gördüm. Silahın haznesini açıp içine bir şeyler doldurdu ve hazneyi tekrar kapattı. Eğilerek namlunun ucunu açık pencerenin kenarına yerleştirdi, uzun bıyığının kabzaya değdiğini gördüm ve manzara karşısında gözlerinin parladığını fark ettim. Kabzayı omzuna bastırırken memnuniyetinden iç çektiğini duyduk, sarı zeminin üzerindeki siyah silüete nişan aldığını görünce şaşkınlıktan donakaldım. Bir an kaskatı kesilerek hareketsiz kaldı. Sonra parmağı tetiğe uzandı. Çok tuhaf, yüksek bir gürültüyle duyduğumuz vın sesinden sonra kırılan camın şangırtılarıyla irkildik. Hemen o anda Holmes bir keskin nişancının üzerine bir kaplan gibi atılarak onu yere doğru yüzüstü savurdu; ancak adam hemen harekete geçerek tüm gücüyle Holmes’un boğazına yapıştı. Bunu fırsat bilerek ben tabancamın kabzasıyla onun kafasına vurdum. Adam tekrar yere düştü. Üzerine atladım ve arkadaşım çok tiz ve yüksek sesle bir ıslık çalarken ben de onu sıkıca tuttum. Kaldırımda ayak sesleri duyuldu ve iki üniformalı polis ile bir tane sivil giyimli dedektif ön kapıdan dalarak bizim bulunduğumuz odaya koştular.

“Sen misin Lestrade?” dedi Holmes.

“Evet, Bay Holmes. Bu işi ben üstlendim. Seni tekrar Londra’da görmek ne güzel!”

“Biraz gayriresmî yardıma ihtiyacın varmış gibi görünüyor. Bir yılda üç tane faili meçhul cinayetin olması hiç de iyi değil Lestrade ama Molesey Gizemi’ni çözmekteki başarın fena değildi, yani her zamankinden daha iyiydin.”

Hepimiz ayağa kalkmıştık artık. Tutuklumuz derin derin nefes alıyordu, her iki tarafında da korkusuz birer polis dikilmişti. Şimdiden birkaç meraklı caddede toplanmıştı bile. Holmes açık pencereyi kapattı ve perdeleri indirdi. Lestrade ortaya iki tane mum çıkarmıştı, polisler de fenerlerinin örtülerini kaldırmışlardı. En sonunda tutuklumuzu yakından görme şansına sahip olmuştum.

Bize bakan bu yüz, son derece güçlü ve sinsi hatlara sahipti. Bir düşünürün alnına ve bir zevk düşkününün çenesine sahip olan bu adamın hem doğruya hem de yanlışa sapma eğilimi var gibi görünüyordu. Ama vahşi, mavi gözlere, alaycı göz kapaklarına, gaddar ve saldırgan burnu ile tehdit edici derin çizgili alnına bakıp da doğanın en belirgin tehlike sinyallerini görmemek imkânsızdı. Hiçbirimize aldırmıyordu; nefret ile şaşkınlığın harmanlandığı bir yüz ifadesiyle gözlerini Holmes’a dikmiş bakıyordu. “Seni şeytan!” diye devamlı mırıldanıyordu, “Seni kurnaz, hem de çok kurnaz alçak!”

“Ah, albay!” dedi Holmes bozulmuş yakasını düzeltirken, “O eski oyunda ne derler bilirsiniz: ‘Âşıkların buluşmasıyla yolculuklar biter.’ Reichenbach Şelaleleri’nin yamacında bana ilgi gösterme lütfunda bulunduğunuzdan beri sizinle görüşme şerefine nail olamadım.”

Albay transtaymış gibi hâlâ arkadaşımıza bakıyordu. “Seni kurnaz şeytan!” diyebildi ancak.

“Sizi henüz tanıştırmadım.” dedi Holmes, “Bu bey, Albay Sebastian Moran’dır. Kraliçemizin Hindistan ordularından birinde görev almıştı ve doğu imparatorluğumuzun yarattığı en iyi nişancılardan biridir. Sanırım sizin kaplan çuvalı hâlâ rakipsizdir demekle yanılmış olmam değil mi albay?”

Yaşlı adam hiçbir şey demeden dostuma bakmayı sürdürdü. Vahşi gözleri ve sert bıyıklarıyla adamın kendisi de bir kaplana benziyordu.

“Basit taktiklerimin, sizin gibi tecrübeli bir avcıyı alt etmesi hayret verici!” dedi Holmes. “Siz de bilirsiniz; küçük bir çocuğu bir ağaca bağlayıp, silahınızla ağaçta gizlenerek kaplanın yeme gelmesini bekleyen siz değil miydiniz? Bu boş ev benim ağacım ve siz de kaplanımsınız. Başka kaplanların da gelmesi ya da küçük de olsa hedefi vuramama ihtimallerine karşı yanınızda başka silahlar da bulundururdunuz, değil mi? Bunlar da…” dedi etrafını göstererek, “Benim diğer silahlarım. Benzerlik kusursuz.”

Albay Moran hiddetlenerek öne doğru atılmaya çalıştı ama polis memurları onu geri çektiler. Yüzündeki ifade çok korkunçtu.

“Beni biraz şaşırttığınızı itiraf etmeliyim.” dedi Holmes, “Sizin buradaki boş ev ve onun kullanışlı ön penceresinden faydalanacağınızı ummazdım. Bütün faaliyetlerinizi caddeden yürüteceğinizi düşünmüştüm. Orada Lestrade ve onun neşeli adamları sizi bekliyor olacaktı. Bu ufak ayrıntı dışında her şey yolunda gitti.”

Albay Moran resmî görevliye döndü.

“Beni tutuklamak için bir sebebiniz olabilir ya da olmayabilir.” dedi, “Ama en azından bu adamın alaylarına boyun eğmek zorunda olmadığımı biliyorum. Eğer adaletin elindeysem o zaman her şey yasal olmalı.”

“Ah, oldukça mantıklı!” dedi Lestrade, “Buradan gitmeden önce başka bir şey söylemek ister misin Holmes?”

Holmes yerdeki havalı tüfeği kaldırmış mekanizmasını inceliyordu.

“Takdire şayan ve eşsiz bir silah!” dedi, “Sessiz çalışıyor ve müthiş bir güce sahiptir. Profesör Moriarty’nin emirlerini yerine getirmek amacıyla bunu tasarlayan kör mühendisi, Alman Von Herder’yı tanıyorum. Yıllardır bu silahın varlığından haberdardım ama ona dokunma fırsatım daha önce hiç olmamıştı. Onu sana emanet ediyorum Lestrade ve bunlar da silahın mermileri.”

“Onlara iyi bakacağımıza emin olabilirsin Holmes.” dedi Lestrade bütün grup kapıya doğru ilerlerken, “Başka söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Onu hangi suçlamayla yargılayacağınızı merak ediyorum.”

“Suçlama mı efendim? Tabii ki Bay Sherlock Holmes’u öldürmeye teşebbüsten.”

“Öyle olmasın, Lestrade. Bu meselede boy göstermeye hiç niyetim yok. Sonuca vardırdığın bu harikulade tutuklamanın saygınlığı sadece sana aittir. Evet Lestrade, seni tebrik ediyorum! Her zaman gösterdiğin cesaret ve kurnazlığınla onu yakalamayı başardın.”

“Yakaladım mı? Kimi yakaladım, Bay Holmes?”

“Bütün polis kuvvetlerinin harıl harıl aradığı adamı. Sayın Ronald Adair’i, geçen ayın otuzunda Park Yolu 427 numaradaki evin ikinci katının ön penceresinden havalı tüfekle vuran Albay Sebastian Moran. Asıl suçlama bu Lestrade. Pekâlâ Watson, kırık pencereden giren soğuk havaya dayanabilirsen seni yarım saatliğine çalışma odamda birer puro içip bu meseleyi konuşmaya davet ediyorum.”

Mycroft Holmes’un ilgisi ve Bayan Hudson’ın bakımı sayesinde eski dairemizde pek bir değişiklik olmamıştı. Evet, içeri girdiğimde odanın alışılmadık derecede derli toplu olduğu gözümden kaçmadı ama eski hatıralar hâlâ yerli yerindeydi. Kimyasal deneylerini yaptığı köşe ile üzerinde asit lekesi olan ufak masa duruyordu. Yukarıdaki bir rafta, birçok insanın zevkle yakacağı ıvır zıvır kitaplar ve referans kaynakları bulunuyordu. Diyagramlar, keman çantası, pipo koyacağı, hatta içinde tütün sakladığı Acem terlikleri bile etrafıma bakınırken gözüme çarpanların arasındaydı. Odada bizi bekleyen iki kişi vardı; biri biz odaya girerken yüzü sevinçle parlayan Bayan Hudson idi, diğeri ise o geceki maceramızda önemli rol oynayan cansız manken. Arkadaşımın bal mumu modeliydi ve hayranlık uyandıracak derecede iyi yapılmıştı.

“Size tarif ettiğim bütün talimatlara uymuşsunuzdur umarım Bayan Hudson.” dedi Holmes.

“Söylediğiniz gibi dizlerimin üzerinde sürünerek gittim.”

“Harika! Çok iyi bir iş çıkardınız. Merminin nereye isabet ettiğini gördünüz mü?”

“Evet, efendim. Maalesef muhteşem büstünüzü mahvetti; çünkü tam baş kısmından geçerek duvara çarptı. Onu halıda buldum. Bakın burada!”

Holmes mermiyi bana doğru tutarak gösterdi. “Gördüğün gibi basit bir tabanca mermisi Watson. Tam bir deha ürünü. Kim bir havalı tüfekten böyle bir şeyle ateş edilmesini bekler ki! Pekâlâ, Bayan Hudson. Yardımlarınız için size minnettarım. Şimdi, Watson, seni tekrar eski koltuğunda görmek istiyorum. Seninle konuşmak istediğim birkaç nokta var.”

Hırpani paltosunu üstünden çıkarmış, büstün üzerindeki her zaman giydiği gri ropdöşambırını üzerine geçirerek benim tanıdığım eski Holmes olmuştu.

“Eski avcımız, ne sinirlerinin sağlamlığından ne de gözlerinin keskinliğinden bir şey kaybetmemiş.” dedi gülerek, büstün paramparça olmuş alnını incelerken. “Başın arka kısmının ortasından derine inmiş ve tam beyne isabet ettirmiş. Hindistan’ın en iyi nişancılarından biriydi ve onun gibi hünerleri olan birine Londra’da bir daha rastlanacağını sanmıyorum. Onun adını duymamış mıydın?”

“Hayır, duymadım.”

“Ah, ah, işte ünlü olmak zor! Ama yanlış hatırlamıyorsam asrın dehalarından biri olan Profesör James Moriarty adını da duymamıştın. Raftan biyografilerimin bulunduğu indeksi bana uzatır mısın?”

Sandalyesinde yaslanıp purosundan kalın dumanlar üfleyerek yavaşça sayfaları çevirdi.

“Benim M harfindeki koleksiyonum çok iyidir.” dedi, “Moriarty tek başına bu harfi meşhur edebilir. Ah, herkesi zehirleyen Morgan işte burada. Tiksindirici bir anısı olan Merridew ve Mathews, benim sol köpek dişimi Charing Cross’taki bekleme odasında kırmıştı ve işte, sonunda gecemizin yıldızını buldum!”

Bana kitabını uzattı, okumaya başladım: