banner banner banner
Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4
Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Anıları Bütün Maceraları 4


“Affedersiniz, efendim!” dedi hizmetkâr kapıyı açarken. “Bir beyefendi sizi sordu.”

Holmes kınayan gözlerle bana baktı. “Öğleden sonrası yürüyüşler benim için bitmiştir artık!” dedi. “Beyefendi buradan ayrıldı mı?”

“Evet, efendim.”

“İçeri buyur etmedin mi?”

“Evet efendim, içeride bekledi.”

“Ne kadar bekledi?”

“Yarım saat efendim. Hiç rahat durmadı, burada olduğu sürece sürekli dolaştı, ayağını yere vurup durdu efendim. Kapının dışında bekledim ve onu sürekli duyabiliyordum, efendim. En sonunda koridora çıkarak ‘Bu adam hiç gelmeyecek mi?’ diye bağırdı. Aynen öyle söyledi. ‘Biraz daha sabredin.’ dedim. O da ‘O hâlde açık havada bekleyeceğim. Burada kendimi boğulacak gibi hissediyorum. Sonra yine gelirim.’ dedi. Ardından ayağa kalkıp çıktı; kalıp biraz daha beklemesi için ne söylediysem boşa gitti!”

“Her neyse, sen elinden geleni yapmışsın.” dedi Holmes, biz odaya girerken. “Çok sinir bozucu Watson! Yeni bir davaya çok ihtiyacım vardı ve adamın sabırsızlığı, olayın çok önemli olduğunu gösteriyor. Ah! Masadaki pipo senin değil. Unutmuş olmalı… Tütüncülerin kehribar dedikleri, uzun saplı, güzel, funda kökünden yapılmış bir pipo. Londra’daki gerçek kehribar ağızlıkların sayısını merak ettim şimdi. Bazıları içindeki sineğin bir işaret olduğuna inanıyor. Değeri bu kadar yüksek bir pipoyu unutması ruhen dengesiz olduğunu ortaya koyuyor.”

“Değerli olduğunu nereden anladın?” diye sordum.

“Piponun fiyatının yedi şilin altı pens olduğunu tahmin ediyorum. Şimdi, gördüğün gibi iki defa tamir edilmiş, bir kere tahta sapından, bir kere de kehribar kısmından. Adam pipoya çok değer veriyor olmalı, yoksa onarıma harcadığı parayla yenisini alabilirdi.”

“Başka ne gibi sonuçlar çıkarıyorsun?” diye sordum, Holmes pipoyu elinde evirip çevirip her zamanki gibi tuhaf yöntemleriyle incelerken.

Pipoyu elinde tutup bir profesörün kemikler üzerine ders verişi gibi bir havaya bürünerek uzun, ince işaret parmağı ile hafifçe üzerine vurdu.

“Pipolar bazen oldukça ilginç olabilirler.” dedi. “Saatler ve bağcıklar dışında hiçbir şey böylesine kendine özgü değildir; ancak buradaki ipuçları ne çok belirgin ne de çok önemlidir. Bunun sahibi belli ki adaleli, solak, çok sağlam dişleri olan, biraz dikkatsiz ve maddi sorunları olmayan bir insan.”

Arkadaşım bu bilgileri son derece laubali bir şekilde açıklarken bir yandan da konuşmasını takip edip etmediğimden emin olmak için gözünü benden ayırmıyordu.

“Birisi yedi şilinlik bir pipo içiyor diye maddi sorunları olmuyor mu?” diye sordum.

“Kullandığı tütün, onsu sekiz pens olan Grosvenor karışımı bir tütündür.” diye cevap verdi Holmes birazını avcunun içine dökerek. “Yarı fiyatına neredeyse aynı derecede kaliteli başka bir tütün alabilecekken bunu seçmesi pek de tasarrufa ihtiyacı olmadığını gösteriyor.”

“Ya diğer saydıkların?”

“Piposunu lambalarda ve gaz alevinde yakma alışkanlığı var. Piponun bir tarafının ısıdan koyulaştığını görebilirsin. Bunu bir kibritin yapması mümkün değil. Bir adam neden kibriti piposunun yan tarafına tutsun ki? Ayrıca piponu ateşe değdirmeden bir lambada yakamazsın. Bütün bu izler piponun sağ tarafında. Buradan solak olduğu anlaşılıyor. Sen, sağ elini kullanan biri olarak piponu lambaya tuttuğun zaman sol tarafını aleve yaklaştırıyorsun. Belki bir iki defa öteki türlü yapabilirsin ama bu sürekli olmaz. Hep bu şekilde tutarsın. Sonra kehribar kısmını dişlediğini görüyorum. Bunu yapabilmek için enerji dolu, sağlam ve sağlıklı dişlere sahip olmak gerekir. Ancak yanılmıyorsam onun sesini merdivenlerde duymaktayım, böylece piposunu incelemektense kendisini inceleyebileceğiz.”

O anda kapı açıldı ve uzun boylu, genç bir adam içeri girdi. Sade ama iyi giyimliydi, üzerinde koyu gri bir takım elbise vardı ve elinde kahverengi bir şapka tutuyordu. Otuzlu yaşlarda diyebilirdim; ama biraz daha büyük de olabilirdi.

“Affedersiniz!” dedi biraz çekingenlikle. “Kapıyı çalmalıydım. Evet, kapıyı çalmalıydım. Doğrusunu isterseniz çok üzgünüm ve bu kabalığımı ona yorun lütfen.” Sersemlemiş gibi elini alnına götürdü ve sonra da kendini en yakın sandalyeye bırakıverdi.

“Bir iki gündür pek iyi uyuyamadığınızı görüyorum.” dedi Holmes her zamanki rahat, cana yakın tavrıyla. “Uykusuzluk, çok çalışmaktan hatta eğlenceden bile daha fazla insanın sinirlerini yıpratabilir. Size nasıl yardımcı olabileceğimizi sorabilir miyim?”

“Tavsiyelerinize ihtiyacım var efendim. Ne yapacağımı bilemiyorum, sanki bütün hayatım paramparça oldu!”

“Beni danışman dedektif olarak mı tutmak istiyorsunuz?”

“Sadece o değil. Mantıklı, tecrübeli bir insanın tavsiyelerini istiyorum. Bundan sonra ne yapmam gerektiğini bilmek istiyorum. Tanrı’dan ümit ederim ki bana yardımınız dokunsun!”

Keskin, kesik kesik, ani patlamalarla konuşuyordu ve sadece konuşmak bile ona çok acı veriyordu; ancak yine de derdini anlatmaya hevesli oluşu ağır basıyor gibi gelmişti bana.

“Çok hassas bir konu.” dedi. “Bir insan özel meselelerini yabancılarla konuşmaktan çekinir. Karımın daha önce hiç görmediğim iki erkekle olan ilişkisini konuşmak çok iğrenç geliyor bana. Bunu yapmak gerçekten korkunç; ancak sınırlarım çok zorlandı ve bunu yapmak zorundayım.”

“Sevgili Bay Grant Munro…” diye konuşmaya başladı Holmes.

Ziyaretçimiz aniden sandalyesinden fırladı. “Ne?” diye bağırdı. “Adımı nereden biliyorsunuz?”

“Kimliğinizi gizli tutmayı tercih ediyorsanız…” dedi Holmes gülümseyerek. “Şapkanızda yazılı olan isminizi çıkarsanız daha iyi olur. Bakın beyefendi, bu odada öyle garip sırlar dinledik ve öyle çok insanın dertlerini çözdük ki size de yardımcı olmamamız için bir sebep yok. Eminim sizin için de aynı şeyi yapacağız. Sizden rica etsem fazla oyalanmadan durumunuzu bize anlatabilir misiniz? Çünkü zaman bazen çok değerli olabiliyor.”

Ziyaretçimiz çok acı çekiyormuş gibi elini tekrar alnına götürdü. Tavırlarından ve mimiklerinden anlayabildiğim kadarıyla, yaralarını göstermekten çok saklamayı tercih eden gururlu ve ağırbaşlı bir adamdı fakat sonra eliyle endişelerini başından savmak istermiş gibi bir hareket yaptı ve anlatmaya başladı:

“Olaylar şöyle gelişti Bay Holmes. Yaklaşık üç yıldır evli bir adamım. Bu süre zarfında hayatlarını birleştiren iki kişi olarak eşim ve ben birbirimize çok düşkündük ve çok mutlu bir hayatımız vardı. Ne düşüncelerimizle ne sözlerimizle ne de eylemlerimizle hiç kırmadık birbirimizi. ancak geçen pazartesiden beri aramıza bir şeyler girdi ve onun hayatı ile ilgili düşünceleri o kadar değişti ki… sanki sokakta yanımdan geçen herhangi bir kadından farksız bir hâle geldi. Çok uzaklaştık birbirimizden ve ben, bunun nedenini öğrenmek istiyorum.

Daha fazla anlatmadan sizi bir konuda aydınlatmak istiyorum Bay Holmes. Effie beni çok seviyor. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Beni tüm kalbiyle, ruhuyla başka hiç kimseyi sevmediği kadar çok seviyor. Biliyorum… Hissediyorum… Bu konuda tartışmak istemiyorum. Bir erkek, bir kadının onu sevip sevmediğini gayet iyi anlayabilir. fakat aramıza esrarengiz bir şey girdi ve o açıklığa kavuşmadan hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum.”

“Lütfen bana olanları anlatın, Bay Munro.” dedi Holmes sabırsızlanarak.

“Size, Effie’nin geçmişiyle ilgili bildiklerimi anlatacağım. Onunla ilk tanıştığımızda duldu ama çok gençti, yirmi beş yaşındaydı. O zamanlar soyadı Hebron idi. Küçükken Amerika’ya gitmiş ve Atlanta şehrinde yaşamış. Orada başarılı bir avukat olan Hebron diye bir adamla evlenmiş. Bir çocukları olmuş ama sarıhumma salgını baş gösterince hem kocasını hem de çocuğunu kaybetmiş. Kocasının ölüm belgesini gördüm. Artık Amerika’da yaşamak istemediğinden Middlesex, Pinner’daki bekâr teyzesiyle yaşamak üzere geri dönmüş. Kocası onu maddi yönden rahat ettirmiş ve kendisine yaklaşık dört bin beş yüz sterlin bırakmış, bununla da çok iyi yatırımlar yaparak ortalama yüzde yedi kâr etmiş. Pinner’a geleli altı ay olmuştu ki onunla tanıştım, birbirimize âşık olduk ve birkaç hafta sonra da evlendik.

Ben şerbetçi otu ticareti yapan bir tüccarım ve gelirim yılda yedi veya sekiz yüz sterlini bulduğundan maddi sıkıntı çekmedik ve Norbury’de yıllığı seksen sterlin olan bir villa kiraladık. Kasabaya çok yakın olmasına rağmen küçük evimiz kırsal bölgedeydi. Biraz üstümüzde küçük bir otel ve iki ev, bir de bizim eve bakan bir kır evi dışında başka komşumuz yoktu. Bunların dışında istasyona gidene kadar civarda ev yoktur. Belli mevsimlerde iş icabı kasabaya iniyordum ama yaz aylarında işim hafiflediğinden vaktimi eşimle evde geçiriyordum. Tahmin edemeyeceğim kadar mutluydum. Bu uğursuz olaya kadar aramıza hiçbir şey girmemişti.

Daha fazla anlatmadan size bir şey daha söylemek istiyorum. Evlendiğimiz zaman eşim tüm malını mülkünü işlerimin kötü gitme ihtimaline karşı benim üzerime yaptı; ben kesinlikle böyle olsun istemedim. Her neyse böyle olması için ısrar etti ve istediği gibi de oldu. Yaklaşık altı hafta önce bana geldi.

‘Jack!’ dedi. ‘Sen paramı aldığında ne zaman ihtiyacım olursa isteyebileceğimi söylemiştin.’

‘Elbette.’ dedim. ‘Hepsi senin.’

‘O hâlde yüz sterlin istiyorum.’ dedi.

‘Biraz bocalamıştım çünkü sadece yeni bir elbise ya da ona benzer bir şey alacağını düşünmüştüm.’

‘Ne için istiyorsun?’ diye sordum.

‘Ah!’ dedi her zamanki neşeli tavrıyla. ‘Benim bankerim olduğunu söylemiştin ve biliyorsun bankerler soru sormazlar.’

‘Eğer gerçekten istiyorsan parayı sana vereceğim.’ dedim.

‘Evet, gerçekten istiyorum.’

‘Ve niçin istediğini söylemeyecek misin bana?’

‘Belki bir gün ama şu an değil Jack.’

İlk defa bir sır olmasına rağmen bununla başa çıkmak zorundaydım. Ona bir çek yazdım ve bu konunun üzerinde bir daha durmadım. Belki anlatacaklarımla ilgisi olmayabilir ama yine de bahsetmeyi doğru buluyorum.

Size biraz evvel de dediğim gibi evimizin biraz ilerisinde bir kır evi var. Aramızda sadece bir tarla bulunuyor ama oraya gitmek için yolu takip etmek ve oradan da başka bir yola sapmak gerekiyor. Arka tarafında ağaçlık bir alan var ve sarıçamlarla dolu. Eskiden öyle yerlerde yürüyüş yapmaktan çok hoşlanırdım. Çünkü ağaçların hep dost varlıklar olduklarını düşünürüm. Kır evi sekiz aydır boştu; çok yazık oluyordu; çünkü iki katlı, eski tip bir verandası vardı. Etrafı hanımelilerle çevrili hoş bir evdi. Birçok defa önünde durup ne kadar hoş bir çiftlik evi olabileceğini düşünmüşümdür.

Her neyse geçen pazartesi akşamı oralarda yürürken boş bir yük arabasının o yoldan geldiğini ve verandanın yanındaki çimenlere bir sürü halı ve eşyanın yığıldığını gördüm. kır evinin nihayet tutulduğu belliydi. Yanından geçerken bize komşu gelenlerin nasıl insanlar olduklarını merak ettim. Eve göz atarken üst kattaki pencerelerin birinden bir kişinin bana baktığını gördüm.

O yüzde öyle bir şey vardı ki Bay Holmes, iliklerime kadar ürperdim. Biraz uzakta olduğum için yüz hatlarını pek seçemedim ama anormal ve uğursuz görünüyordu. Bu nedenle beni seyreden kişiyi daha yakından görebilmek için yaklaştım; ancak penceredeki yüz o kadar çabuk yok oldu ki sanki içeriden biri, onu odanın karanlığına geri çekmiş gibiydi. Yaklaşık beş dakika öylece durup gördüklerimi analiz ettim. O yüzün bir kadına mı yoksa erkeğe mi ait olduğuna karar veremedim; çünkü çok uzakta duruyordum. Ancak rengi beni çok etkilemişti. Aşırı derecede soluk bir yüzdü; ama katı ve sert ifadesi çok şaşırtıcı bir şekilde doğal durmuyordu. O kadar rahatsız olmuştum ki yeni komşularımızı yakından tanımaya karar verdim. Yaklaşıp kapıyı çaldığım anda uzun boylu, sıska bir kadın, sert, ürkütücü bir yüz ifadesiyle kapıyı açtı.