banner banner banner
Buşido
Buşido
Оценить:
 Рейтинг: 0

Buşido

Uzun süren barış döneminin savaşçı sınıfın yaşamına rahatlık kattığı ve beraberinde türlü sefahatle asil uğraşlar getirdiği feodalizmin son zamanlarında bile Gishi (dürüst adam) lakabı eğitim ve sanatta ustalığı ifade eden tüm unvanlardan daha üstün sayılırdı. Örneğin ülkemizdeki genel eğitim dahilinde üzerine çok konuşulan Kırk Yedi Dindar halk arasında Kırk Yedi Gishi olarak bilinir.

Kurnazlığın askeri nezaket, alenen yalancılığın ise ruse de guerre[12 - Savaş Hilesi. (ç. n.)] yerine geçmeye yüz tuttuğu dönemlerde samimi ve açık sözlü bu kahramanca erdem, pırıl pırıl parlayan değerli bir mücevher gibi el üstünde tutulurdu. Dürüstlük bir başka savaş erdemi olan Mertliğin ikiz kardeşidir. Fakat Mertliğe geçmeden önce izin verirseniz Dürüstlüğün bir türevi olarak ifade edebileceğim kavram üzerinde biraz durmak istiyorum; bu kavram önceleri kaynağından uzaklaşmaya başlamış, gittikçe kopmuştur ve sonunda insanların zihnindeki anlamı tamamen değişmiştir. Aslında Haklı Sağduyu anlamına gelen Gi-ri’den bahsediyorum; bu kelime zamanla halkın, bir görevlinin yerine getirmesini beklediği, anlaşılması güç bir vazife duygusunu ifade etmeye başladı. Köken itibarıyla başlangıçta yalnızca vazife anlamına geliyordu, dolayısıyla bu kelimeyi kullandığımızda ebeveynlerimize, büyüklerimize, küçüklerimize, genel olarak topluma vb. duyduğumuz Giri’den bahsetmiş oluruz. Bu örneklerde Giri vazife demektir, zira vazife Haklı Sağduyunun bizden talep ettiği ve buyurduğu bir şey değilse nedir? Haklı Sağduyunun bizler için koşulsuz bir buyruk olması gerekmez mi?

Giri’nin özünde vazifeden başka bir anlamı yoktu, kelimenin kökeni ise muhtemelen şu fikirden geliyordu; başkalarına, örneğin ebeveynlerimize karşı davranışımızdaki tek dürtünün sevgi olması gerekirken bu duygunun eksikliğinde anne ve babamıza duyduğumuz saygıyı güçlendirecek başka bir otoriteye ihtiyaç duyulur, bu otorite de Giri’de hayat bulmuştur. Giri adındaki bu otoritenin ortaya çıkması da oldukça isabetli olmuştur çünkü sevgi erdemli davranmaya yetmiyorsa çare insanın zekâsında aranmalı ve sağduyusu yardıma koşup kişiyi doğru davranması gerektiğine ikna etmeli. Aynı durum diğer tüm ahlaki yükümlülükler için de geçerlidir. Üzerimizdeki vazife ağırlaştığı an Haklı Sağduyu araya girip vazifeden kaçmamızın önüne geçer. Anlaşılacağı üzere Giri, kaytaranları görevlerinin başına geçirmek için bir elinde falaka sopasıyla bekleyen acımasız bir usta gibidir. Etik değerlerin yardımcı gücüdür ancak itici bir dürtü olarak Hıristiyanlığın sevgi öğretisinin mertebesine asla erişemez, bu öğreti ise tek kanun olarak kabul edilmelidir. Giri’yi yapay bir toplumun içinde bulunduğu koşulların bir sonucu olarak görüyorum; böyle toplumlarda insanların içine doğdukları şartları seçememesi ve ortaya çıkan haksız kayırmalar sınıfsal farklılıklara sebep olmuştur; bu toplumlarda aile esas sosyal birimdir, yaşça büyük olmak her türlü üstün beceriden daha büyük bir ayrıcalık sağlar, doğal gelişen duygusal yakınlıklar çoğunlukla insan kaynaklı, keyfi geleneklerin gerisinde kalır. Tam da bu yapaylık yüzünden Giri zamanla yozlaşarak bir şeyleri açıklayıp teyit etme amacıyla hatırlanan muğlak bir adabımuaşeret anlayışına dönüşmüştür. Bir annenin ilk doğan çocuğunu kurtarmak için diğer tüm yavrularını feda etmek zorunda kalması ya da bir kız çocuğunun babasının hovarda yaşamını maddi olarak desteklemek için namusunu satması gibi durumlar buna örnek gösterilebilir. Haklı Sağduyu olarak ortaya çıkan Giri’nin iyice seviyesini yitirerek genel olarak bir safsataya dönüştüğü kanaatindeyim. Hatta alçakça bir ayıplanma korkusuna bile indirgendiğini söyleyebiliriz. Scott’ın vatanseverlikle ilgili sözlerini Giri için de dile getirmek mümkün: “Son derece saf ve temiz olduğu için çoğu zaman en şüphe uyandıran duygu olup diğer hisleri maskeler.” Haklı Sağduyunun ötesine, daha doğrusu aşağısına çekilen Giri oldukça yanıltıcı bir tabire dönüşmüştür. Her türlü safsata ve ikiyüzlülüğü kanatlarının altına almıştır. Buşido’nun cesaret, yiğitlik ve sabır ruhu konusundaki güçlü ve kusursuz yaklaşımı olmasaydı Giri muhtemelen bir korkaklık yuvasına dönüşürdü. Şimdi bu konuya dönebiliriz.

Cesaret, Yiğitlik ve Sabır Ruhu

Cesaret, Dürüstlük uğruna gösterilmedikçe bir erdem olarak kabul edilmeye değer görülmezdi. Konfüçyüs Seçmeler’de Cesaretin tanımını yaparken her zamanki gibi önce ne olmadığını açıklar. “Neyin doğru olduğunu bilip bunu yapmamak cesaretsizlik göstergesidir,” der. Bu sözü olumlu bir şekilde yeniden kurarsak şöyle söyleyebiliriz: “Cesaret doğru olanı yapmaktır.” Türlü risklere girmek, tehlikeye atılmak, hiç düşünmeden ölümle yüz yüze gelmek, bunlar genellikle Mertlikle özdeşleştirilir ve böyle gözü kara davranışlar savaş sırasında Shakespeare’in “gayrimeşru mertlik” olarak adlandırdığı şekilde haksız yere takdir görür ancak bu durum Şövalyelik İlkelerince benimsenmez. Ölmeye değmeyecek bir sebep uğruna hayatını kaybetmek “köpek ölümü” olarak adlandırılırdı. Bir Mito Prensi şöyle der: “Muharebenin ortasına atılıp öldürülmek zor değildir, en basit köylü bile bunu başarabilir” ve devam eder, “lakin asıl cesaret, yaşamak gerektiğinde yaşamak, yalnızca ölmek gerektiğinde ölmektir;” bu Prens, cesareti “insanın korkması ve korkmaması gereken şeyleri bilmesi” olarak tanımlayan Platon’un adını hiç duymamıştı bile. Batıda ahlaki ve fiziksel cesaret olarak yapılan ayrımı bizler çok uzun zaman önce benimsemiştik. Her samuray genci “Yüce Mertlik” ile “Esir Mertliği” ifadelerine aşinadır.

Genç zihinleri en kolay etkileyen ruhsal niteliklerden olan Mertlik, Metanet, Yiğitlik, Korkusuzluk ve Cesaret çok çalışarak ve doğru davranışları örnek alarak geliştirilebilirdi; bu nitelikler deyim yerindeyse en sevilen erdemlerdendi ve gençler arasında çok erken yaşlarda kabul görürdü. Anneler savaşlardaki kahramanlık hikâyelerini oğullarına daha kundaktayken anlatmaya başlardı. Küçük ahmak canı yandığı için ağlayacak mı bir de? Anneler böyle azarlardı oğullarını: “Bu kadar ufak bir acıdan ağlayacak kadar korkak olma! Savaşta kolun kesildiğinde ne yapacaksın? Harakiri yapman söylendiğinde ne halt edeceksin?” Sendai’nin açlık çeken küçük prensinin gösterdiği acıklı cesaret örneğini hepimiz biliriz; prens çektiği sıkıntı içinde küçük uşağına şöyle der: “Yuvadaki şu ufak serçelere bak, sarı gagaları nasıl da açılıyor, bak! Anneleri onları beslemek için ağzında kurtlarla geliyor. Nasıl da hevesle, keyifle yiyor ufaklıklar! Ama midesi boş bir samurayın açlık çekmesi utanç verici olur.” Cesaret ve yiğitlik dolu böyle anlatılar çocuklara anlatılan masallarda sık sık karşımıza çıkar, tabii ki bu öyküler çocuklara korkusuzluk ve cesaret aşılamanın tek yolu değildir. Ebeveynler bazen zalimlik derecesine varan bir disiplinle çocuklarını cesaret kazanmaları için en uç noktaya kadar zorlayacak görevlere yollardı. “Ayılar da yavrularını tepelerden aşağı savurur,” denirdi. Samurayların oğulları zorluklarla dolu dik vadilerden geçip Sisifos’un katlandığı güçlükte görevler üstlenirdi. Zaman zaman açlık ve soğuğa maruz bırakmak çocukların direnme gücünü artırmak için oldukça etkili bir yöntem olarak görülürdü. Çocuklar küçük yaşta hiç tanımadıkları insanlara haber iletmeye yollanır, güneş doğmadan uyandırılır, kahvaltı yapmadan önce okuma alıştırmaları yaptırılır, kış soğuğunda öğretmenlerinin yanına yalın ayak gönderilirdi; sık sık – ayda bir iki kez düzenlenen öğretmen bir tanrının bayramında – küçük gruplar halinde toplanır, gece boyu uyumadan sırayla yüksek sesle okumalar yaparlardı. İdam meydanları, mezarlıklar, hayaletli olduğu düşünülen evler gibi türlü türlü tekinsiz yerlere yapılan yolculuklar gençler arasında en yaygın eğlencelerdendi. Mahkûmun boynu vurularak gerçekleştirilen idamların halka açık yapıldığı dönemlerde küçük oğlan çocukları bu dehşet verici sahneyi izlemek üzere gönderilmekle kalmaz, gecenin bir yarısı tek başlarına olay yerine gidip gövdesiz kafanın üzerine orada bulunduklarına dair bir işaret bırakmaları da gerekirdi.

Son derece sert olan bu “sinirleri güçlendirme” sistemi günümüz pedagoglarını korkutup bu uygulamanın çocukları küçük yaşta gaddarlaştırıp yüreklerindeki merhamet duygusunu kökünden yok edip etmediğine dair onları şüpheye düşürüyor olabilir. Gelin, Buşido’nun Mertlik üzerine diğer görüşlerini ele alalım.

Mertliğin ruhani yönü dinginlikle ve zihnin sakinliğiyle açığa çıkar. Sükûnet görünmez cesarettir. Kahramanca eylemler Mertliğin dinamik bir göstergesiyken, sükûnet statiktir. Gerçekten cesur bir erkek her daim dingindir, asla gafil avlanmaz, hiçbir şey onun soğukkanlı yapısını bozamaz. Savaşın en sıcak anlarında bile sakin kalır, bir felaketin ortasında bile mantıklı kararlar verir. Depremlerden etkilenmez, fırtınalara gülüp geçer. Tehlike ya da ölüm karşısında soğukkanlılığını koruyan, yaklaşmakta olan felaketleri beklerken şiir yazıp ölüm anında türküler mırıldanabilen bu yüce adama gerçekten büyük saygı duyarız. Şiir yazarken yahut türkü söylerken herhangi bir tereddüt ifadesine yer vermeyen bu vurdumduymazlık, dolup taşmanın aksine her zaman için yeni şeylere yeri olan, geniş akıl (yoyū) adını verdiğimiz yüce bir kişiliğin mutlak belirtisi olarak görülür.

Tarihte gerçekten yaşanmış olarak kabul ettiğimiz bir hikâyeye göre, Tokyo kalesinin yüce mimarı Ōta Dokan bir mızrakla vurulduğunda katili, kurbanının şiir tutkusu olduğunu bildiği için saldırırken şu dizeleri söyler:

“Ah! Böyle anlarda yüreğimiz
Nasıl da görmek ister bir hayat ışığı;”

Bunun üzerine ölmekte olan kahraman, bedenindeki ölümcül yaradan zerre korkmadan şöyle der:

“Ancak savaş zamanı öğrenebilmişti
Hayata kaygısızca bakmayı.”

Cesur bir insanın kişiliğinde neşeli bir taraf da vardır. Sıradan insanların ciddiyetle baktığı şeyler bu yiğitler için bir oyundan ibaret olabilir. Bu yüzden eski savaşlarda tarafların hazırcevap sözlerle atışması ya da retorik bir tartışmaya başlaması gayet sık rastlanan bir şeydi. Savaş sadece bir kaba kuvvet meselesi değil, entelektüel bir çarpışmaydı da.

On birinci yüzyılın sonlarında Koromo Nehri kıyısında yapılan savaş da böyleydi. Doğu ordusu bozguna uğratıldı ve liderleri Sadato kaçmaya çalıştı. Peşindeki komutan onu iyiden iyiye sıkıştırıp şöyle bağırdı: “Bir savaşçının düşmanına sırtını dönmesi ne utanç verici.” Bunun üzerine Sadato atını durdurdu ve bu galip komutan doğaçlama şu dizeyi okudu:

“Lime lime olmuş üniformanın çözgüsü” (koromo).

Sözler komutanın dudaklarından dökülür dökülmez mağlup savaşçı korkusuz bir şekilde dönüp şöyle devam ettirdi dizeyi:

“Yıllarca giyilmektendir bu çözgünün aşınması.”

Tüm bu süre boyunca yayı gergin bekleyen Yoshiie aniden yayını gevşetip arkasını döndü ve müstakbel kurbanını kendi hâline bırakıp uzaklaştı. Bu tuhaf tavrının sebebi sorulduğunda ise düşmanı tarafından kıyasıya kovalanırken bir yandan da soğukkanlılığını böyle koruyan birini mahcup edemeyeceğini söyledi.

Brütüs’ün ölümünden sonra Antony ve Octavius’un hissettiği acı cesur adamların çoğunlukla tecrübe ettiği bir histir. Shingen’le on dört yıl boyunca savaşmış olan Kenshin onun öldüğünü öğrendiğinde “en iyi düşmanını” kaybettiği için hüngür hüngür ağlamıştır. Aynı Kenshin, toprakları denizden çok uzaktaki dağlık bölgede bulunan, bu yüzden de tuz için Tokaido’nun Hōjō bölgelerine muhtaç olan Shingen için yaptıklarıyla hayatı boyunca insanlara iyi örnek olmuştur. Açıkça savaş başlatmasa da onu güçsüz bırakmak isteyen Hōjō prensi Shingen’in bu değerli ürünle yaptığı bütün ticareti engelledi. Düşmanının içinde bulunduğu bu zor durumu duyan ve tuzunu kendi bölgesindeki kıyı şeritlerden çıkaran Kenshin, Shingen’e bir mektup yazarak fikrince Hōjō hükümdarının çok alçakça bir şey yaptığını, Shingen ve kendisinin (Kenshin) savaşta olmasına rağmen Shingen’e bol miktarda tuz götürmeleri için tebaalarına emir verdiğini söyleyip şöyle devam eder: “Ben tuzla değil, kılıçla savaşırım;” bu söz Camillus’un “Biz Romalılar altınla değil demirle savaşırız,” sözüne oldukça benzemektedir. Nietzsche samurayların vicdanından bahsederken şöyle der: “Düşmanınızın başarısından gurur duymalısınız çünkü onun başarısı sizin de başarınızdır.” Aslında mertlik ve onur gereği savaş zamanı düşman kalırken barış zamanı dost olmaya layık olduğumuzu göstermemiz gerekir.

İyilik, Endişe

Mertlik bu yüceliğe eriştiğinde başkalarına karşı iyilik, endişe, sevgi, cömertlik, şefkat ve merhamet gibi hisler beslememizi sağlar; bu hisler insan ruhuna atfedilen tüm nitelikler arasındaki en yüce, en üstün erdemler olarak kabul edilirdi. İyiliğin asil bir erdem olarak görülmesi iki yönlüydü, hem soylu bir kişiliğin çeşitli nitelikleri arasında bulunan hem de bilhassa soylu bir uğraşa yakışan bir asillikti bu. Merhametin tahtta oturanlardan daha iyi bir hükümdar olduğunu, saltanat sürenlerden daha yüce bir konumda olduğunu anlamamız için Shakespeare’e gerek yok; gerçi bizim de belki dünyanın geri kalanı gibi onun bunu dile getirmesine ihtiyacımız vardı. Konfüçyüs de Mensiyüs de sık sık insanlara hükmedecek kişinin sahip olması gereken en yüce niteliğin iyilik olduğunu söylemiştir. Şöyle der Konfüçyüs: “Bir prensin etrafına yalnızca erdem yayması yeterlidir, böylece insanlar onun izinden gider, insanlar izinden gittikçe prens toprak kazanır, toprak kazandıkça zenginleşir, bu zenginlik de doğru işler yapabilmesini sağlar. Erdem tüm bunların kökü, zenginlik ise meyvesidir.” Bir başka sözü de şöyledir: “Tarihte iyiliği önemseyen bir hükümdara asla rastlanmaz ancak dürüstlüğe öncelik veren halklar görmek her zaman mümkündür.” Mensiyüs, Konfüçyüs’ün izinden giderek şöyle söyler: “En üst düzeyde yetkiyi tek elde toplamış, iyilikten bihaber insanların tarihte örnekleri vardır ama koca bir imparatorluğun bu erdemden yoksun bir kişinin eline düştüğünü hiç duymadım.” Şöyle bir sözü de vardır: “Hiç kimse bütün kalbiyle kendini halkına adamadan hükümdar olamaz.” Konfüçyüs de Mensiyüs de bir hükümdardan beklenen olmazsa olmaz niteliği şöyle tanımlar: “İyilik İnsanoğlunun kendisidir.” Çarpıtılıp kolaylıkla militarizme dönüşebilecek olan feodal rejimde İyilik sayesinde en alçak despotluklardan kurtulduk. Yönetilenlerin kendi hayatlarını koşulsuz bir şekilde teslim etmesi yönetenleri yalnızca bencilliğe yönlendirirdi, bu da sanki batı tarihinde hiç despotluk yokmuş gibi sık sık “doğu despotizmi” olarak adlandırılan mutlakiyetçiliğin doğal olarak yükselişiyle sonuçlanırdı!

Despotluğu savunduğum sanılmasın lütfen, ancak feodalizmi bununla ilişkilendirmek yanlış olur. II. Friedrich “Krallar Devletin ilk hizmetkârlarıdır,” dediğinde hukukçular özgürlüğün gelişiminde yeni bir döneme gelindiğini düşündüler haklı olarak. Tuhaftır ki aynı dönemde Kuzeybatı Japonya’nın taşrasında Yonézawalı Yozan aynı beyanda bulundu ve feodalizmin kesinlikle bir zorbalık ya da baskı rejimi olmadığını gösterdi. Feodal bir prens, tebaalarıyla olan karşılıklı yükümlülükleri umursamasa bile atalarına ve Tanrı’ya olan daha büyük sorumluluklarını unutmazdı. O, Tanrı’nın emanet ettiği kullarına babalık yapardı. Buşido genelde kendisine atfedilmese bile ataerkil bir hükümet anlayışını kabul edip desteklerdi, daha az öneme sahip dayıerki (yani Sam Amca’nın!) hükümet anlayışına karşı olarak da yine ataerkil anlayışı savunurdu. Despot ve ataerkil bir hükümet arasındaki fark da burada yatar; birinde halk isteksiz bir şekilde itaat ederken diğerinde “onurlu bir alçakgönüllülükle, saygın bir sadakatle, hiç sönmeyen yürekten bir bağlılıkla, esaret altında bile engin bir özgürlük hissiyle”[13 - Burke, French Revolution.] itaat eder. Eskilerin İngiltere kralına “halk sık sık başkaldırıp hükümdarlarını tahttan indirdiği için şeytanların kralı” demesi pek de hatalı bir söylem değildir, benzer bir deyiş Fransız hükümdarını “sayısız vergileri ve cezaları yüzünden eşeklerin kralı” olarak adlandırmıştır ama İspanya hükümdarına da “halkının gönüllü itaati” yüzünden “halkın kralı” lakabını bahşeder. Ama bu kadar yeter!

Anglosaksonlar için Erdem ve mutlak güç birbiriyle bağdaştırması imkânsız iki ifade olabilir. Pobyedonostseft İngiliz ve diğer Avrupa toplumları arasındaki temel farkı açık bir şekilde ortaya koymuştur; şöyle ki, bu toplumlar en temel ortak çıkarda buluşurken İngiltere son derece gelişmiş ve bağımsız karakteriyle diğerlerinden ayrı bir yerde durmuştur. Bu Rus devlet adamının, kıta Avrupa’sındaki milletlerdeki, özellikle de Slav ülkelerindeki bireylerin Devletin en uç noktalarında birtakım sosyal ittifaklara duyduğu kişisel bağlılıktan söz ederken dile getirdikleri Japonlar için de misliyle geçerli. Bu yüzden Japonya’da monarşi gücünün serbestçe kullanılması Avrupa’da olduğu kadar ağır bir şekilde hissedilmez, ayrıca halkın fikirlerinin babacan bir şekilde hesaba katılmasıyla bu güç genel olarak daha ölçülü bir hal alır. Bismarck’a göre “Mutlakiyetçilik hükümdardan öncelikle tarafsızlık, dürüstlük, göreve bağlılık, kudret ve manevi tevazu bekler.” Bu konu üzerine bir alıntı daha yapmama izin verirseniz Alman İmparatorunun Koblenz’de yaptığı konuşmaya değinmek isterim; kendisi bu konuşmasında hükümranlıktan “Tanrı’nın izniyle ne bir bakanın ne bir parlamentonun, hiç kimsenin hükümdarın sırtından indiremeyeceği ağır yükümlülükler ile yalnızca Tanrı’ya karşı duyduğu muazzam sorumluluğu beraberinde getiren güç” olarak bahseder.

İyiliğin çok hassas ve anaç bir erdem olduğunu biliyorduk. Katiyen boyun eğmeyen Fazilet ve amansız Adalet bilhassa eril değerlerse, Merhametin de kadınsı mizacından gelen nezaket ve inandırıcılığı vardı. Adalet ve fazilet duyguları olmadan gelişigüzel yapılan hayırseverliklere kendimizi kaptırmamamız gerektiği konusunda tembihlenmiştik. Masamuné sık sık alıntılanan sözüyle bu durumu çok güzel izah eder: “Aşırı fazilet dik kafalılığa, ölçüsüz İyilik de zayıflığa dönüşür.”

Neyse ki Merhamet güzel olduğu kadar boldu da çünkü “En cesur insanlar en şefkatli olanlardır, en sevgi dolular ise en korkusuz,” sözü evrensel bir gerçektir. “Bushi no nasaké,” yani “savaşçının şefkati” ifadesi ağızdan çıktığı anda içimizdeki asilliğe hitap eden bir söz gibi gelir kulağa; bunun sebebi bir samurayın merhametinin özünde herhangi birinin merhametinden farklı olması değil, merhametin kör bir dürtü olmadığı, adalet çerçevesinde değerlendirildiği ve yalnızca belli bir ruh hali olarak kalmayıp koruma ya da öldürme gücüyle desteklendiği durumlarda bile merhametli olmayı gerektirmesidir. Etkili ya da etkisiz talepten bahseden ekonomistler gibi biz de buşi merhametinin etkili olduğunu söyleyebiliriz çünkü merhamet gösterilen kişinin iyiliği ya da zararı yönünde etki gösterme gücüne sahiptir.

Kaba kuvvet uygulamaktan ve bu ayrıcalıktan yararlanmaktan iftihar eden samuraylar Mensiyüs’ün Sevginin gücü konusundaki öğretilerini tamamıyla benimsemiştir. Mensiyüs der ki: “İyilik, gücünü engelleyen ne varsa tıpkı ateşi söndüren su gibi kanatlarının altına alır; yalnızca bir bardak suyla çalı çırpı dolu koca bir vagonu saran alevleri söndürmeye çalışan insanlar suyun gücünden kuşku duyar.” Şunu da ekler: “Endişe iyiliğin temelidir, bu yüzden iyi bir insan acı çeken kederli insanları da hep önemser.” Dolayısıyla Mensiyüs, etik felsefesini Duygudaşlık üzerine kuran Adam Smith’ten çok önce bu fikirleri dile getirmiştir.

Gerçekten de bir ülkenin şövalyelik onuruyla ilgili ilkelerin diğer ülkelerdekine bu kadar çok benzemesi, yani doğunun çok kez suistimal edilmiş ahlaki fikirlerinin Avrupa edebiyatında en asil vecizelerde karşılık bulması pek şaşırtıcı. Aşağıdaki meşhur dizeler,

Hae tibi erunt artes—pacisque imponere morem,
Parcere subjectis, et debellare superbos,[14 - Vergilius’un Aeneis eserinden. (ç. n.)]

Japon bir beyefendiye gösterilse kendisi anında bu Mantovalı ozanı ülkesinin edebiyatından çalmakla suçlayabilir.

Zayıflara, mazlumlara yahut mağluplara karşı iyilik her daim bilhassa samuraylarla özdeşleştirilmiş bir nitelikti. Japon sanatına ilgili olanlar bir ineğe ters binmiş olan rahibin tasvirini bilirler. Rahip gençliğinde dehşet saçan biri olarak nam salmış eski bir savaşçıydı. Tarihimizdeki dönüm noktası sayılabilecek en önemli olaylardan biri olan korkunç Sumano-ura Savaşı’nda (MS 1184) teke tek çarpışarak bir düşmanı devasa kollarının arasında alt etti. Savaş adabı gereği, bu durumda mağlup edilen kişi bir soylu ya da karşısındaki kadar güçlü değilse kan dökülmemesi gerekirdi. Amansız savaşçı yakaladığı adamın ismini öğrenmeye çalıştı ama o ismini söylemeyi reddedince miğferini acımasızca çıkardı; karşısında açık tenli, sakalsız, genç bir yüz görünce afallayan şövalye düşmanını bıraktı. Delikanlının ayağa kalkmasına yardım edip babacan bir tavırla çocuğu serbest bıraktı ve şöyle dedi: “Git buradan genç prens, annenin yanına dön! Kumagaye’nin kılıcı bir damla kanınla bile lekelenmeyecek. Acele et, düşmanların seni görmeden bir an önce buradan uzaklaş!” Genç savaşçı kaçmayı reddedip Kumagaye’ye ikisinin de şerefi adına kendisiyle savaşması için yalvardı. Ak saçlı yaşlı askerin başının üzerinde bundan önce birçok kez can almış olan zalim kılıç parıldadı ama bir anda o cesur yüreği korkuyla doldu; o an, tam da o gün savaş borazanının sesiyle ilk kez muharebeye katılan oğlunun görüntüsü gözünün önünde canlandı, bunun üzerine savaşçının güçlü eli titremeye başladı ve kurbanına kaçıp kurtulması için tekrar yalvardı. Tüm çabalarının nafile olduğunu fark edip yaklaşmakta olan silah arkadaşlarının adımlarını duyunca şöyle haykırdı: “Madem sonun geldi, ölümün benden daha alçak birinin elinden olmasın. Ey Sonsuz olan! Bu çocuğun ruhunu al!” Bir anda kılıcı havada parladı, yere indiğinde gencin kanıyla kıpkırmızı olmuştu. Savaş bittiğinde askerimiz galip bir şekilde evine döndü ama artık ne onur ne de şöhret umurundaydı; askerliği bıraktı, kafasını kazıttı, rahip kıyafetlerine bürünüp kalan ömrünü kutsal hac yolculuklarına adadı ve hiç durmadan kurtuluşun kaynağı Cennetin bulunduğu, güneşin istirahat etmek için her gün koşturduğu Batı’ya doğru yol aldı.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 60 форматов)