banner banner banner
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3


“Bu fotoğrafı henüz göndermediğine emin misiniz?”

“Eminim.”

“Nasıl emin oluyorsunuz?”

“Çünkü nişanın resmen ilan edildiği gün göndereceğini söyledi. Bu da gelecek pazartesi demektir.”

“Demek önümüzde üç günümüz var.” dedi Holmes esneyerek. “Bu yönden şanslıyız; çünkü şu an halletmem gereken bir iki mesele var. Elbette, majesteleri bir süre Londra’da kalacak değil mi?”

“Pek tabii. Beni Langham’de Kont von Kramm adıyla bulabilirsiniz.”

“O hâlde gelişmeleri size posta yoluyla bildiririm.”

“Lütfen öyle yapın. Heyecanla bekliyor olacağım.”

“Peki, ya para?”

“Açık krediniz var.”

“Tamamen mi?”

“İnanın, o fotoğraf için krallığımın bir bölgesini vermeye hazırım.”

“Ya şimdi gerekli olan harcamalar?”

Kral, pelerininin altından ağır, güderi bir torba çıkararak masanın üstüne bıraktı.

“Burada üç yüz pound’luk altın, kâğıt para olarak da yedi yüz pound var.” dedi.

Holmes, defterinden bir sayfaya makbuzu yazarak ona uzattı.

“Peki matmazelin adresi nedir?” diye sordu.

“Briony Lodge, Serpentine Caddesi, St. John’s Wood.”

Holmes bunu not ettikten sonra, “Bir sorum daha olacak.” dedi. “Fotoğraf biraz büyük bir boyutta mıydı?”

“Evet.”

“O hâlde iyi geceler, majesteleri. Yakında size iyi haberler vereceğimize inanıyorum.”

“Sana da iyi geceler, Watson!” diye ekledi, kraliyet arabasının tekerlekleri hızla caddede ilerlerken. “Yarın öğleden sonra saat üçte gelirsen bu meseleyi seninle konuşmayı çok isterim.”

***

Saat tam üçte Baker Caddesi’ndeydim ama Holmes henüz dönmemişti. Ev sahibi onun sabah saat sekizi biraz geçerken evden ayrıldığını söyledi. İşi ne kadar uzun sürerse sürsün onu bekleme niyetiyle şöminenin yanına oturdum. Yazıya döktüğüm diğer iki araştırma gibi karanlık ve tuhaf özelliklere sahip olmamasına rağmen bu soruşturmayla çok derinden ilgileniyordum; çünkü davanın tabiatı ve müşterinin asilzade oluşu ayrı bir nitelik katıyordu olaya. Elbette arkadaşımın şu an ilgilendiği araştırmanın doğasından apayrı olarak onun olayları ustalıkla idrak edişi ve zekice mantık yürütmelerini, metotlarını incelerken en karışık gizemleri bile hızlı ve kurnaz yollarla çözmesini takip etmenin bana verdiği hazzı kelimelerle anlatmakta zorlanıyorum. Daimî başarısına o kadar alışmıştım ki aksini düşünmek aklıma bile gelmiyordu.

Kapı açıldığında saat dörde geliyordu. Sarhoş görünümlü, dağınık saçlı, uzun favorileri olan ve rezil kıyafetli bir seyis içeri girdi. Arkadaşımın kılık değiştirmedeki yeteneklerini çok iyi bildiğimden o olduğuna emin olmak için üç defa bakmak zorunda kaldım. Kafasıyla selam verdikten sonra yatak odasına geçti ve beş dakika sonra yünlü bir takım giymiş saygıdeğer, yaşlıca bir bey olarak tekrar karşıma çıktı. Ellerini ceplerine sokarak bacaklarını şömineye doğru uzattı ve uzun uzun kahkahalarla gülmeye başladı.

“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı. Sonra nefesi kesildi, yine gülmeye başladı; ta ki çaresizce yorgun düşüp kendini koltuğa atana kadar.

“Ne oldu?”

“Çok komik bir şey oldu. Sabahımı nasıl geçirdiğimi, neler yaptığımı tahmin bile edemezsin!”

“Tahmin edemiyorum. Herhâlde Bayan Irene Adler’ın alışkanlıklarını gözlemliyor, belki de evini izliyordun.”

“Aynen öyle ama sonuç biraz değişik oldu. Sana anlatacağım. Bu sabah saat sekizi biraz geçerken işsiz kalmış bir seyis olarak evden ayrıldım. Ata meraklı erkekler arasında müthiş bir yardımseverlik vardır. Onlardan biri gibi davranırsan öğrenmek istediğin her şeyi öğrenebilirsin. Briony Lodge’ı hemen buldum. Arka tarafta bahçesi olan ama yola çok yakın inşa edilmiş iki katlı, küçük ve zarif bir villaydı. Sağ tarafında, üzerlerinde bir çocuğun bile kolaylıkla açabileceği o saçma sapan İngiliz kilitlerinden olan pencereleriyle, güzel döşenmiş bir oturma odası vardı. Arka tarafta pek bir şey yoktu ama garajın üstünden koridora açılan pencereye ulaşmak çok kolaydı. Her açıdan dikkatle inceledim ama kayda değer bir şey yoktu.

Sonra caddede yürürken -tam tahmin ettiğim gibi- bahçenin duvarlarından birine bitişik, dar bir yol üzerinde bir ahır gördüm. Seyislere atlarını tımar etmekte yardımcı oldum ve karşılığında iki peni, yarım bardak içecek, iki sarımlık tütün ve Bayan Adler hakkında istediğim kadar bilgi aldım. Bunun dışında mahallede oturan ve hiç ilgimi çekmeyen yarım düzine insanın biyografilerini dinlemek zorunda kaldım.”

“Irene Adler hakkında neler öğrendin?” diye sordum.

“Ah onun için bütün erkekler kırılıp döküldü! Bu gezegendeki o şapkanın altında bulunan en zarif varlıkmış. Serpentine Ahırları’ndaki erkekler böyle konuşuyor. Sakin bir hayatı var, konserlerde şarkı söylüyor, her gün beşte çıkıp saat yedide akşam yemeğine dönüyor. Şarkı söylemeye gitmezse çok nadiren dışarı çıkıyor. Bir tane erkek ziyaretçisi var ama o da çok sık uğruyor. Bu esmer ve yakışıklı arkadaşı günde en az bir kere ama genelde iki kere onu arıyor. Inner Temple’dan Bay Godfrey Norton. Arabacıyla sırdaş olmanın avantajlarını görebiliyor musun? Birçok defa onu evine götürmüş ve her şeyi öğrenmiş. Anlattıkları her şeyi dinledikten sonra Briony Lodge’da bir kez daha dolaşıp planımı düşündüm.

Bu Godfrey Norton denen adam belli ki meselede önemli bir etken. O bir avukat. Kaygı verici, değil mi? Aralarındaki ilişki neydi ve neden sürekli ziyarete geliyordu? Bu kadın onun müşterisi mi arkadaşı mı yoksa metresi miydi? Eğer müşterisiyse kadın, saklaması için fotoğrafı ona vermiş olmalı ama öyle değilse böyle yapması daha düşük bir ihtimal. Bunun cevabını bulduğumda ya Briony Lodge’da araştırmaya devam edecek ya da Temple’da beyefendinin odasına yoğunlaşacaktım. Hassas bir noktaydı ve araştırmamın genişlemesine sebep oluyordu. Detaylarla seni sıktığımı biliyorum ama durumu anlaman için bu ufak sorunları bilmen gerekiyor.”

“Seni dikkatle dinliyorum.” dedim.

“Olayları kafamda tartarken Briony Lodge’a bir fayton geldi ve bir beyefendi dışarı fırladı. Çok yakışıklı, esmer, gaga burunluydu ve bıyıklıydı; bahsedilen adamın ta kendisi olmalıydı. Acelesi varmış gibi görünüyordu, arabacıya beklemesini söyledi ve kendi evine giren bir adam edasıyla hizmetçi kapıyı açar açmaz içeri daldı.

Yaklaşık yarım saat kadar evde kaldı; onu oturma odasının penceresinden bir aşağı bir yukarı yürürken, heyecanla bir şeyler anlatırken ve kollarını sallarken görebiliyordum. Kadın ise görünürlerde yoktu. Biraz sonra dışarı çıktığında öncekinden daha telaşlı bir hâldeydi. Arabaya binerken cebinden altın bir saat çıkarıp büyük bir ciddiyetle baktı. ‘Çok hızlı sürmeni istiyorum!’ diye bağırdı. ‘Önce Regent Caddesi’nde Gross & Hankey’s’e, sonra da Edgeware yolunda St. Monica Kilisesi’ne gideceğiz. Eğer yirmi dakikada beni oraya ulaştırırsan sana yarım şilin vereceğim!’

Hızla ilerliyorlardı ve ben peşlerinden gidip gitmemeyi düşünürken ufak bir lando yaklaştı. Arabacının paltosu yarıya kadar düğmelenmiş, kravatı kulağının arkasına savrulmuş ve atın tokasındaki madenî parçalar dışarı çıkmıştı. Yaklaşınca kadın kapıdan fırlayıp arabanın içine atladı. Onu bir anlığına görebildim ama çok güzel bir kadın olduğunu fark ettim; her erkeğin uğruna ölebileceği bir yüze sahipti.

‘St. Monica Kilisesi’ne John!’ diye bağırdı. ‘Ve yirmi dakika içinde ulaşırsan sana yarım altın vereceğim!’

Bu fırsatı kaçırmamalıydım Watson. Peşinden koşmayı ya da lando arabanın arkasına tünemeyi düşünürken bir başka arabanın geldiğini gördüm. Sürücü, paspal hâlime iki kere baktı ama itiraz edemeden hemen atladım. ‘St. Monica Kilisesi’ne!’ dedim. ‘Ve yirmi dakikada gidersen sana yarım altın vereceğim.’ Saat 11.35 idi ve nelerin döndüğü çok belliydi.

Şoför âdeta uçuyordu. Ben bundan daha hızlı araba sürdüğümü hiç hatırlamıyorum ama yine de diğerleri bizden önce gelmişlerdi. Enerjileri tükenmiş atlarla hem araba hem de lando kapıdaydı. Adama hemen parasını ödeyip kiliseye koştum. Takibe aldığım iki kişi ve onlara sitem ediyormuş gibi görünen cübbeli bir rahip dışında tek bir insan bile yoktu. Bu üçü, kilise mihrabının önünde düğümlenmiş gibi öylece duruyorlardı. Kiliseye uğramış herhangi bir vatandaş gibi sıraların arasında yürüdüm. Aniden üçü birden, mihrabın oradan dönüp bana baktılar ve ben şaşırmaya fırsat bile bulamadan Godfrey Norton son sürat bana doğru koşmaya başladı.

‘Tanrı’ya şükür!’ diye bağırdı. ‘Çok iyi. Gel buraya! Gel!’

‘Ne oldu?’ diye sordum.

‘Gel, be adam, gel! Sadece üç dakika sürecek yoksa yasal sayılmayacak.’

Mihraba neredeyse sürüklenerek götürülüyordum ve kendimi ne olduğunu anlamadan kulağıma fısıldananlara cevap verirken, bilmediğim şeyleri doğrularken ve hiç evlenmemiş Irene Adler ile bekâr Godfrey Norton’ın beraberliğini sağlamlaştırmada yardımcı olurken buldum. Her şey bir anda olup bitti. Bir tarafımda beyefendi, diğer tarafımda Bayan Adler bana teşekkür ediyordu. Öbür yandan gözleri parlayan rahip bana bakıyordu. Hayatım boyunca böyle akılalmaz bir durumda bulmamıştım kendimi ve sadece bunu düşünerek kahkahalar atıyorum şimdi. Sanıyorum evlilikle ilgili belgelerini geçersiz kılan bir şey varmış ve papaz, bir şahit olmadan onları evlendirmeyi reddetmiş. Benim şans eseri orada bulunmam damadın dışarı fırlayıp bir şahit aramasını son anda engellemiş. Gelin hanım bana bir altın verdi ve ben de bu olayın anısı olarak onu saatimin zincirine takmaya karar verdim.”

“Bu beklenmedik olaylar gidişatı değiştirmiş.” dedim. “Şimdi ne yapacaksın?”

“Eh, planlarım çok ciddi bir tehdit altına girmiş oldu. Çiftin hemen ortadan kaybolacağını düşündüm. Bu yüzden çok acil tedbirler almak icap ediyordu; ancak kilise kapısında ayrıldılar ve beyefendi Temple’a, bayan da eve doğru yöneldi. Ayrılırlarken ‘Her zamanki gibi beşte parkta dolaşacağım.’ dedi kadın. Bundan başka bir şey duymadım. İkisi farklı yönlere giderken ben de planlarımı düzenlemek için ayrıldım.”

“Peki, nedir onlar?”

“Biraz soğuk et ve bir bardak bira.” diye cevap verdi zili çalarak. “Yemek yemeyi düşünecek hâlim kalmadı ve bu akşam daha da meşgul olacağımı sanıyorum. Ah, bu arada doktor, beraber çalışmamız gerekebilir.”

“Çok memnun olurum.”