banner banner banner
Kayıp Dünya
Kayıp Dünya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kayıp Dünya


Başkan:

“Lord Roxton’un sporcu ve gezgin olarak tabii ki dünyaca tanınmış birisi olduğunu hepimiz biliyoruz.” dedi. “Bununla beraber böyle bir araştırma gezisinde basının da bir temsilcisinin bulunması mutlaka yararlı olacaktır.

“Şu hâlde…” dedi Profesör Challenger. “Bu iki centilmenin, yaptığımız toplantının temsilcileri olarak Profesör Summerlee ile yapacağımız araştırma gezisine eşlik ederek, ifadelerimin doğru olup olmadığı hakkında rapor tutmalarını öneriyorum!”

Böylece bağrışmalar ve alkışlar arasında kaderimiz çizilmiş ve kafam önümde, birdenbire yükselen bu yepyeni ve dev gibi proje karşısında yarı yarıya sersemlemiş bir hâlde, kendimi kapıya doğru akan insan seli içinde bulmuştum. Salondan çıktığımda, bir an için, kaldırımdan aşağı doğru aceleyle ilerleyerek gülüşüp duran öğrencilerin ve ortalarında inip kalkan ağır bir şemsiyeyi kavramış bir elin farkına vardım. Sonra bir alkış ve homurtu tufanı arasında, Profesör Challenger’ın taşıtı dönemeçten kayıp gitti. Şimdi aklım, Gladys’le ve geleceğimle ilgili türlü düşüncelerle dolmuş, Regent Caddesi’nin gümüşi ışıkları altında yürüyordum.

Aniden omzumda bir el hissettim. Döndüm ve kendimi bu garip yolculukta bana eşlik etmek üzere gönüllü olan, ince, uzun adamın muzip, etkileyici gözlerine bakarken buldum.

“Bay Malone, anladığım kadarıyla yol arkadaşlığı yapacağız, ha? Evim, hemen Albany’ye yakın bir caddede. Belki de bana bir yarım saat ayırma inceliğini gösterirsiniz çünkü size acil olarak anlatmam gereken bir-iki konu var.”

6. BÖLÜM

“Tanrı’nın Kamçısı”

Lord John Roxton’la beraber Vigo Caddesi’ne saparak meşhur aristokrat yuvasının solgun girişine doğru ilerledik. Yeni tanıştığım dostum, uzun ve sıkıcı bir pasajın sonunda bir kapıyı ittirip açarak elektrik düğmesini çevirdi. Renkli camlardan süzülen birkaç ampul, önümüzdeki geniş odanın tamamına kızıl bir parlaklık getirmişti. Eşikte durmuş etrafı incelerken genel olarak edindiğim izlenim, konfor ve şıklığın erkeksi bir canlılıkla birleştirildiği yönündeydi. Her yere varlıklı ve zevkli bir hava bulaşmıştı ama etraf aynı zamanda bekârlığın getirdiği dikkatsiz bir dağınıklık içindeydi. Yere zengin kürkler ve kim bilir hangi egzotik pazardan alınmış garip, parlak renkli matlar serpiştirilmişti. Duvarlar, benim deneyimsiz gözlerimin bile nadir ve pahalı olduğunu anlayabildiği yazmalar ve tablolarla donatılmıştı: Boksör skeçleri, balerin kızlar, şahane bir Fragonard, savaşı anlatan bir Girardet ve rüya gibi bir Turner. Bütün bu süslemelerin arasına serpiştirilmiş zafer hatıratı, bir anda aklıma Lord Roxton’un devrinin en sağlam atlet ve sporcu kişilerinden biri olduğu gerçeğini getirmişti. Şöminenin üstündeki birbirine çapraz duran lacivert ve kiraz pembesi kürekler de bunların üstünde ve altındaki boks eldivenleri ve kemerler de, her ikisinde de mükemelliğe erişmiş bir adamın aletleriydi. Hepsinin tepesinde, Lado bölgesinden gelen nadir, beyaz gergedan kibirlice dudağını sarkıtmaktaydı; dünyanın her köşesinden gelen, türünün en iyi örneği hayvan kafaları, odanın her tarafında, bir sütunu çevreleyen süslü oymalar gibi şahane bir halka oluşturmuştu.

Yerdeki kırmızı, zengin halının tam ortasında siyah ve altın renkli bir Louis Quinze masa duruyordu. Bu güzelim antika, üzerindeki bardak izleri ve puro izmaritlerinin açtığı yaralarla âdeta kutsal bir mabedin kirletilmesi gibi tahrip edilmişti. Üzerindeki gümüş bir tepsinin içinde tütünlü maddeler ve yanında cilalı bir sehpa vardı. Sessiz ev sahibi, buradan aldığı iki uzun bardağı, yandaki bir sifondan alkollü içecekle doldurdu. Eliyle bana bir koltuk işaret edip içkimi de yakınına koyduktan sonra, uzunca bir Havana purosu uzattı. Sonra kendisi de karşıma oturarak garip bir ışıltı saçan pervasız gözleriyle bana uzun uzadıya baktı. Gözleri, bir buz gölünün rengi gibi soğuk, açık maviydi.

Puromdan çıkan ince duman perdesi arasından, birçok fotoğrafını gördüğüm için zaten tanıdık olan yüzün ayrıntılarını inceledim; kuvvetlice bir kavise sahip burun, yıpranık ve içe çökük yanaklar, tepede seyrelmiş koyu kızıl saçlar; canlı, keskin bıyıklar ve çenede ufak, agresif bir sakal. Biraz III. Napolyon, biraz Don Kişot ama yine de bir İngiliz centilmeninin özü diyebileceğimiz bir şeyler vardı onda; hevesli, atak, açık havadan hoşlanan, köpekleri ve atları seven birisi. Güneşten ve rüzgârdan pişmiş teni, koyu bakır rengiydi. Kaşları çalı gibi ve aşağıya sarkıktı, ki bu da zaten doğal olarak soğuk bakan gözlere, çatık kaşlarının da kuvvetlendirdiği, vahşi bir görünüm kazandırıyordu. İnce yapılıydı fakat çok kuvvetliydi. Öyle ki birçok kez ispatladığı dayanıklılık testlerinde, İngiltere’de kendisiyle boy ölçüşebilecek az sayıda adam vardı. Boyu 1 metre 83 santimin biraz üstünde olmasına rağmen omuzlarının garipçe yuvarlak olmasından dolayı daha kısa gözüküyordu. İşte karşımda oturmuş, purosunun ucunu kuvvetlice ısırmış ve utandırıcı derecede uzun bir zamandır dikkatle beni seyreden meşhur Lord John Roxton, böyle bir görüntü çiziyordu.

“Eh!” dedi sonunda. “Bu işi kıvırdık delikanlı adamım. (Bu garip tamlamayı sanki tek bir kelimeymiş gibi kullanıyordu, ‘delikanlı-adamım’). Evet, sen ve ben iyi bir sıçrama yaptık. Şimdi, zannederim o salona girdiğinde kafanda hiç böyle bir fikir yoktu, ha?”

“Aklıma bile gelmemişti.”

“Al benden de o kadar. Aklımda bile yoktu. Şimdi boğazımıza kadar bunun içine batmış durumdayız. Şu işe bak, daha Uganda’dan döneli üç hafta olmuştu; İskoçya’da bir yer almış, kontratı falan bile imzalamıştım. Ne iş ama ha? Sen ne diyorsun?”

“Şey, benim işimin olağan yapısı bu. Gazette’de muhabirim.”

“Tabii, gönüllü olduğun zaman söylemiştin. Sırası gelmişken eğer bana yardım edersen senin için ufak bir işim var.”

“Zevkle.”

“Risk almaktan çekinmezsin herhâlde, ha?”

“Nasıl bir risk?”

“Şey, olay Ballinger ile ilgili, risk olan o. Ballinger adını duydun herhâlde?”

“Hayır.”

“Eh, genç dostum, şimdiye kadar nerede yaşıyordun sen böyle? Sir John Ballinger, kuzeyin en iyi jokeyidir. Düz koşuda en iyi yarışımda bile onunla ancak başa baş olabilirim ama engellide benim ustamdır. Çalışmadığı zamanlar sıkı içki içtiği, herkesin bildiği bir sırdır; kendisine kalırsa vasat bir içkicidir. Salı günü iyice komalık oldu ve o zamandan beri de öfke nöbetine kapılmış durumda. Odası bunun bir üstünde. Doktorlar, midesine yiyecek bir şey girmediği takdirde artık işinin bitik olduğunu söylüyorlar fakat şu anda yatağında ve örtünün üzerinde bir revolver duruyor; yanına yaklaşana en az altı kurşun dolduracağına yemin ettiğinden dolayı hizmetçiler arasında hafif yollu bir grev baş gösterdi. Sıkı adamdır Jack. Hem de çok keskin nişancıdır fakat Grand National kupasını kazanmış birisini böyle ölüme terk edemeyiz, ha?”

“O zaman ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordum.

“İkimizin aniden onu bastırabileceğini düşünüyordum. Belki de uyukluyordur ve en kötü ihtimalle sadece birimizi vurabilir, diğeri de onun icabına bakar. Yastık örtüsüyle kollarını bağlayıp midesine bir şeyler sokabilirsek yaşlı tekeye hayatının akşam yemeğini yedirebiliriz belki.”

Doğrusu insanın günlük rutin işleri arasında kaldıramayacağı cinsten, apansız ve tehlikeli bir işti bu. Özellikle cesur birisi olduğumu pek düşünmem. İrlandalılara has hayal gücüm, bilinmedik ve denenmemiş şeyleri aslından daha korkunç gösterir. Öte yandan, ben hep korkaklığa karşı müthiş bir duyarlılıkla yetiştirildiğim için bu şekilde damgalanmaktan da ölesiye çekinmişimdir. İddia edebilirim ki cesaretimden şüphe edildiği takdirde, tarih kitaplarındaki o Hunlular gibi kendimi bir uçurumun tepesinden aşağı fırlatabilirdim fakat bunu cesaretten ziyade gurur ve korkudan aldığım ilhamla gerçekleştirebilirdim. Bu yüzden, yukarıdaki, iliklerine kadar viski dolmuş adamın çıldırmış görüntüsü gözümün önüne geldikçe korkudan kanım çekildiği hâlde, idare edebildiğim en pervasız sesimle gitmeye hazır olduğumu söyledim. Lord Roxton’un, işin ne kadar tehlikeli olduğunu anlatmaya devam eden sözleri, beni sadece sinirlendirmişti.

“Konuşmakla bu işi halledemeyiz.” dedim. “Haydi gidelim.”

İkimiz de koltuklarımızdan kalktık. Sonra küçük, boğuk bir kahkahayla göğsüme iki-üç şaplak indirdi ve beni tekrar koltuğuma itti.

“Pekâlâ, evlat, sende iş var” dedi.

Şaşırıp kaldım.

“Jack Ballinger’i bu sabah kendim kontrol ettim; kimonomun eteğine bir delik açtı, yaşlı titrek elleri dert görmesin ama onu bir gömlekle bağlamayı başardık ve bir hafta içinde de iyi olur. Eh, delikanlı umarım gücenmemişsindir. Bak, ikimizin arasında kalsın ama ben bu Güney Amerika işini oldukça ciddiye alıyorum ve eğer bir arkadaşım olacaksa bunun, güvenebileceğim birisi olmasını isterim. Bunun için seni ölçtüm ve söylemeliyim ki bu işten iyi çıktın. Yani bu şey tamamen senin ve benim omuzlarımıza binecek, anlıyor musun? Çünkü şu yaşlı Summerlee denen adam daha ilk günde kendine hemşire bakımı isteyecektir. Ha, bir de sen yoksa şu İrlanda forması giyecek olan ragbi oyuncusu Malone musun?”

“Yedek, belki de.”

“Yüzün bana yabancı gelmemişti zaten. Bak şu işe, Richmond’a karşı o atağı yaptığında ben de oradaydım; bütün sezon boyunca gördüğüm en iyi koşulardan biriydi. Elimden geldiğince hiçbir ragbi maçını kaçırmamaya çalışırım çünkü bu, elimizde kalan en erkekçe oyun. Pekâlâ, buraya seni sadece spor konuşmak için çağırmadım. Şimdi işimizi halletmeye bakalım. İşte gemiler burada, Times’ın birinci sayfasında. Gelecek hafta çarşamba günü Para’ya yola çıkacak kabinli bir gemi var; eğer Profesörle işinizi halledebilirseniz ben bununla yola çıkalım derim, ne dersin? Tamam, çok iyi, ben onunla ayarlamayı yaparım. Üst baş için ne yapacaksın?”


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 440 форматов)