banner banner banner
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?

Risale-i Nurlar Latin Harflerine Nasıl Çevrildi?

Sabri Halıcı bizim Rıza’nın “Kur’ân-ı Kerim” hocası. Başka kayda değer, fakültede farklı hocalarınız var mıydı?

Farklı bir hoca işte bu dediğim ilahiyatın dışında bazı hocalarla temaslarımız olurdu. Said Nursi’nin talebelerinden olan Bayram abi vardı. Hacı Bayram’da bir yerde otururdu. Onun evine gider gelirdik, sonra Tahsin Tola Bey vardı, Karahisar milletvekilliği yapmış, Menderes zamanında. Menderes’e ilk defa Risale-i Nur’u götüren adam oymuş.

Sonra malum, Risale-i Nurları eski yazıyla yazıyorlardı, Said Nursi’nin kâtipleri olan talebeleri vardı, o kâtipler kendi elleriyle yazıyorlardı. Said Nursi’nin kitaplarını yeni harflere dönüştürme işini Celal Emrem diye bir zat yapardı. Hatta Nurcular “Eğer Celal Emrem olmasaydı Risale-i Nurlar basılamazdı.” derler. Mesela “Sözler”i kalın kitap hâlinde “Mektuplar”ı, “Lemalar”ı Osmanlı harflerinden bugünkü harflere dönüştüren, aktaran Celal Emrem Hocadır. Celal Emrem daha sonra Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne Türk edebiyatı hocası olarak tayin edildi. Ankara’da otururdu. Bayram günleri bir iki defa Celal Emrem’in bayramını tebrik etmek için evine gittiğimizi de bilirim.

Üniversite dışında böyle faaliyetlerimiz olurdu. Tabii bu arada üniversite dışından benim özellikle en yoğun faaliyet alanım Büyük Doğucu olmamdır. Üstat Ankara’ya geldiği zaman çoğunlukla Saadettin Bilgiç’in yanında olurdu. Sadettin Bilgiç ile teşrik-i mesaileri vardı. Üstadın kaldığı otele giderdik. Ankara’da da İpek Palas otelde kalırdı. Ankara’da Büyük Doğunun şubesini açma fikrini İpek Palas’ta ilettik.

Necip Fazıl’ı Neden Put Gibi Hareketsiz Dinliyorlardı?

1960’lı yıllardan söz ediyoruz. Türkiye’de ihtilal olmuş, insanlar kabuğuna çekilmişler; bu arada yeni sivil hükûmetlerin kurulmasıyla birlikte fikir hareketleri de başlamış. Bu arada mesela tercümeler başlıyor. Türkiye’de bir Hizb-üt Tahrir faaliyeti başlıyor. Ercüment Bey o yıllarda giriyor. Mücadele Birliği’nin altyapısı o yıllarda yavaş yavaş oluşturuluyor. 1967-69 yıllarında Büyük Doğunun etrafında geleneksel, sağcı, muhafazakâr gençler birikirken, karşısında da solcu komünistler vardı. Bir de ülkücüler vardı. Dolayısıyla siz de bir taraf olarak kendi derneğinizi kurup mücadeleye başladınız.

Bir defasında Necip Fazıl’ın Ankara’da olduğunu öğrendik ve derneğe getirdik. O sırada Osman Yüksel Serdengeçti de Ankara’daymış. Osman Yüksel Serdengeçti’ye de haber vermişler. O, birkaç arkadaşıyla birlikte Büyük Doğuya geldi. Üstatla Osman Yüksel Serdengeçti masanın başında yan yana oturuyorlar. Üstat daha sohbete başlamadan önce soyadı Mete olan ve Türkçü eğilimi olan bir arkadaş üstada bir soru sordu. “Üstat vahdetivücutçuluk nedir?” dedi. Üstat o anda cevap vermedi fakat konuşmasına başlayacağı zaman buradan işe başladı. Vahdet-i vücutçuluğun ne olduğunu anlatmaya başladı. Yani birincisi Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin temsil ettiği felsefi düşünceler, ikincisi de İmam Rabbani’nin temsil ettiği fikrî hareket. Bu iki fikir hareketi ile ilgili üstat bir açıklama yaptı. Üstat konuştuğu zaman çıt çıkmazdı, soru sormazdık. Üstadı put gibi hareketsiz dinlerdik. Fakat bir genç birdenbire üstada itiraz etti. “Bu anlattığın şeyler Muhyiddin İbnü’l Arabî ile İmam Rubbani’nin safsatalarıdır. Sen bunları ne diye din olarak bu gençlere öğretiyorsun. Bunun dinle ne alakası var?” dedi. Necip Fazıl dellendi. Tabii biz de Büyük Doğucular olarak o arkadaşa kızıyoruz, bu adam da nereden geldi, bu adam kimdir? Hiç de tanımıyoruz. Bu adam kimdir? Onu susturma gayretlerimiz de oldu, fakat adam susmuyor. Üstat ona cevap verirken “Sen kim oluyorsun da bana itiraz ediyorsun, bir insanı tenkit edebilmek için en az onun kadar bilgili olmak lazım, ondan daha fazla bilgili olmak lazım. Herkes biliyor ki dünyanın en bilgili adamı benim. Sen ne hakla bana itiraz ediyorsun?” O genç de susmadı “Öyle bir kaide yoktur.” dedi, herkes herkesi tenkit edebilir, misaller verdi. “Hz. Ömer hutbe okurken cahil bir Arabi çıktı Hz. Ömer’e karşı ‘Sen doğru düzgün olmazsan seni kılıcımızla düzeltiriz.’ dedi. O adam Hz. Ömer’den daha mı bilgiliydi?

Ondan sonra Hudeybiye muharebesinde Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e dedi ‘Buna sen niye imza koydun.’ filan diye. Hz. Peygamber’e çıkıştı. Hz. Ömer Hz. Peygamber’den daha mı bilgiliydi?” dedi. Bu misalleri hemen pratik olarak ortaya koydu.

Kimliğini söylemiyor muydu bu arada?

Söylemedi yok.

Ben filanım demedi mi?

Demedi fakat o soruları sorunca Osman Yüksel Serdengeçti baktı bu hamur fazla su götürecek, üstadın kolundan tuttu “Üstat burada keselim.” deyip üstadı frenledi. Tabii soğuk bir hava esti salonda. Hemen millet dağılmaya başladı. O genç de ön tarafta sütunun arkasından döndü çekti gitti. Ondan sonra herkes birbirine sormaya başladı bu kimdi? Orada Nuri Pakdil vardı. Meğer Nuri Pakdil onu tanıyormuş, dedi bu Ercüment’tir. Hukuk fakültesinde talebedir filan.

İlk defa böyle bir şeyle karşılaştık. Böyle bir adamla, aydın fikirli bir adamla karşılaştık. Onun adını unutmadım.

Sonra ben, birkaç arkadaş daha Ercüment’i takip ettik, bu adam kimdir filan diye. Sonra öğrendik ki Ercüment Bey’in evinde bazı arkadaşlar toplanacaklar. Ondan sonra o arkadaşlarla birlikte Cebeci’de demiryolunun kenarında bir evi vardı, Ercüment Bey’i evinde dinledik. Ha dedik bu adam doğru adamdır diye.

Üstadı dinlemeye gelen 50-60 kişi arasından ismini hatırladıklarınız var mı?

Mesela Selami Çekmegil, Bayram Çerekci… Şimdi Mut’ta avukat. Bayram Çerekçi bizim Büyük Doğu’nun müdavimlerindendi. Mehmet Tekmen Ilgın İmam Hatip’te müdürdü. Böyle çok sayıda arkadaş vardı. Tabii şimdi onların hepsinin adlarını hatırlayamam.

Sivas Kampını Kim Kurdu?

Büyük Doğuyla alakalı değil ama Selami ismi geçtiği için soracağım, bir de 1960 sonrası Selami Bey’in babası da Sivas kampına alınanlardan biri olan Sait Çekmegil. Yaz kampları var. İzzeddin Doğan’ın babası var. Sait Çekmegil’le, Sivas kampıyla ilgili aklınızda kalan ne var?

Üstat Necip Fazıl’ın geldiği Büyük Doğudaki toplantılardan birine Selami Çekmegil’in babası Sait Çekmegil de gelmiş. Üstat sohbete Sait Çekmegil’i tanıtarak başladı. Sait Çekmegil’i şöyle tanıttı: “Malatya’da hapisteyken beni hapiste besleyen, beni himaye eden tek insan, o koca Malatya’da bir tek insan işte Sait Çekmegil.” Meğer Sait Çekmegil ona harçlık veriyor, bakım yapıyor, ona yemek, gıdalar götürüyormuş.

Sait Çekmegil’i ilk defa orada tanıdım. Sait Çekmegil’i tanıdıktan sonra, bir sene okullar açılacağı zaman Van’dan yola çıktım, mahsus Malatya’ya geldim. Malatya’ya gelmekten maksadım da Sait Çekmegil’i ziyaret etmekti. Malatya’da terzi dükkânı vardı. Terzi dükkânına geldim. Sait Çekmegil de o gün Ankara’ya gitmiş, yani Malatya’da değildi. Velhasıl görüşemedik. Ama daha sonraki yıllarda Sait abiyle birçok görüşmelerim oldu. Hem Malatya’ya gittiğim zaman görüşürdüm hem de oğlu Ankara’da olduğu için zaman zaman oğlunun yanına geldiğinde görüşürdük.

Bu 60 darbesinden sonra biliyorsunuz Doğu’da birtakım şeyhler, ağalar Sivas kampına alındılar ve Sivas kampında bunlar kurşuna dizileceklerdi.

Suçları ne hocam? Yargılama olmuş mu?

Suçları şeyh olmak. Yargılama yok.

Potansiyel tehlike. Yılanın başını küçükken ezelim.

Tabii orada olanların çoğunu tanıyorum. Bizim Van’dan Kınyas Kartal, Batman’dan Şeyh Alaaddin, Sait Çekmegil, Mehmet Kırkıncı oradaydı. Bunlar kurşuna dizileceklermiş hatta tanklar da gelmiş. Tanklarla orası bertaraf edilecekmiş. Onlardan bir tanesi Molla Halit’ti. Kampa 350 kişi filan topluyorlar. İçlerinden 57’sini kurşuna dizecekmiş.

O kampla ilgili Molla Halit şunu anlattı: Birçok arkadaşımız kurşuna dizeceklerini duyunca zikir çekmeye, ibadet yapmaya, namaz kılmaya başladılar. Hiç olmazsa iman üzerine gidelim diye birtakım faaliyetlerin içerisine girdiler. Fakat ömründe hiç namaz kılmamış bir adam olan Kınyas Kartal da secdeden başını kaldırmıyordu.

O sırada Cemal Gürsel duruma müdahale etmiş. “Biz bir 33’ler katliamı yaptık, hesabını Batı’ya veremedik. Bunun hesabını Batı’ya vermemiz hiç mümkün değildir, dolayısıyla Batı’nın baskısından kurtulmak için bu cezalandırmadan vazgeçmeliyiz.” diyor ve bunda ısrar ediyor. Dolayısıyla bu katliam projesi uygulanamadı. Sonra o katliamla ilgili bazıları hatıratlarını da yazdılar.

Nevzat Çiçek “Sivas Kampı” diye 300-400 sayfalık bir kitap hazırlamış, oradaki yaşam biçimini anlatıyor. Diyor orada birtakım adamları toplamışlardı, onlar ya şeyhti ya da aşiretleri vardı. İçimizden bazıları vardı ne şeyhti ne aşireti vardı. O da Said Çekmegil diyor. Adamın ne aşireti vardı ne şeyhti.

MİT Necip Fazıl’ı Takip Ediyor muydu?

O sırada Site yurdunda kalıyordunuz değil mi? Yurt Kurtuluş’ta mıydı?

Evet, Kurtuluş’taydı, 3 senem orada geçti. Bu arada unutmadan Üstat Necip Fazıl ile çok ilginç bir hatıram daha var, hemen ekleyeyim. Bir gün üstadın Ankara’da olduğunu öğrendik. Türk Ocağı’nda Mehmet Akif İnan’ın yanında olduğunu söylediler. Mehmet Akif İnan da o sıralarda Türk Ocağı başkanı idi. Koşa koşa Türk Ocağına gittik.

O zaman Türk Ocağı hastanenin yanındaydı değil mi? Binası Cumhuriyet dönemi mimari akımının ilk öncülerinden olan bir bina.

Evet. Orada üstadın yanına aceleyle gittik. Üstat orada bana hemen bir vazife verdi. “Git demir yollarına bana bir İstanbul’a dönüş bileti al.” dedi. Para da verdi. İyi hatırlıyorum, 50 lira olabilir. Anadolu’nun köyünden gelen bir adamım. Çıktım yola epeyce otobüs bekledim. Bindim gittim terminale. Terminalde kuyruk vardı. Beklerken epey geciktim. Bileti aldıktan sonra otobüsle dönmek için durakta epey bekledim. Türk Ocağı’na geldiğimde çok gecikmişim. Üstat beni bir haşladı, ne biçim Büyük Doğucusun, böyle tembellik mi olur, böyle iş mi olur, sana dedik yarım saatte bunu bitir gel. Ben de kendimi savunmak için “Üstat otobüs bekledim…” dedim. “Ulan ahmaklığına bir ahmaklık daha ekliyorsun, otobüsü niye bekliyorsun?” Meğer taksi tutacakmışım, taksiye atlayıp gidecekmişim.

Ona göre para vermiş o zaman.

Tabii gelirken de gene taksi tutup gelecekmişim. Ben köylü bir adamım, taksiyi ne bilirim? Neyse gecikmeyle üstada biletlerini getirdim. O gün Keçiören’de bir evde toplanılacakmış. Arkadaşlara da haber yaymış. Gittik bir yerde üstatla birlikte yemek yedik. Topluca o eve gittik. Ev muhtemelen Mustafa Arafat’ın eviydi. Büyük bir salonu vardı. Salondaki masaları, sehpaları çektik kenara; diz üstü oturduk, üstat da en baştaki koltuğa oturdu. O gün sahte kahramanlar arasında Mustafaları anlattı.

Önce Alemdar Mustafa Paşa’yı anlattı. Ondan sonra geçti Reşit Paşa’ya verdi veriştirdi. Ondan sonra bir Mustafa’dan daha bahsediyor ama hiç adını söylemiyor. Bir Mustafadır gidiyor. Bir adam da üstadın yanındaki koltukta oturuyor, konuşmasının bir yerinde dedi ki, “Üstat bu da Mustafa Kemal Atatürk’tür değil mi?” Üstat ona döndü, bağırarak “Ne münasebet!” dedi. Konuşmasına kaldığı yerden devam etti. Konuşmasını bitirdikten sonra ben gittim bir taksi çevirdim. Onlar Mehmet Akif İnan ile arka koltuğa oturdular. Ben de şoförün yanındaki koltuğa oturdum. Üstadı oteline götüreceğiz. Taksiye biner binmez Mehmet Akif’e “Benim yanıma oturan adam kimdi?”diye sordu. Mehmet Akif “Üstat hiç gözümü ısıran biri değildi. Hiç bizim topluluğumuzda, cemaatin içinde görmediğim bir adamdı”dedi. Ondan sonra bana bağırdı, “Sen tanıyor musun? Ben size demiyor muyum gözü kara olacaksınız. Etrafınızdaki insanları tanıyacaksınız. O adam MİT’çiydi, polisti. Adamı getirmişsiniz benim burnumun dibine oturtmuşsunuz. Yanında da teybi vardı. Bak ben nasıl akıllı adamım. Bu da Mustafa Kemal Atatürk deyince ben de bağırarak ne münasebet dedim. Benim sesim de onun teybine girmiştir. O teybi götürse savcının önüne koysa hiçbir şey tutturamaz.”

El Yazması Eseri İlk Nerede Gördü?

Hocam, tekrar Necati Lugal Hocanın derslerine dönebiliriz. Mevlâna’da kalmıştık.

Necati Lugal Hoca dersin birinde sırf Mevlâna’yı anlattı. Mevlâna’nın hem şairlik özelliklerini hem sanat dehasını çok güzel anlattı. Derslerin birinde Muhammed İkbal’den bahsetti. Muhammed İkbal’i o zamana kadar tanıyamamıştım. Necati Lugal Hoca Muhammed İkbal’i “20. yüzyılın Mevlâna’sı” diye tarif ederdi.

Şiir sanatında Mevlâna’yla atbaşı gittiğini anlatırdı. Meğer Muhammed İkbal ile Avrupa’dan tanışıyorlarmış. Necati Hoca 10-15 sene Almanya’da hocalık yapmış. O sıralarda Muhammed İkbal’i tanımış ve Muhammed İkbal’i çok önemle anlattı. Her dersinde bir şairi anlatıyordu. O şairin şiirlerini, sanat özelliklerini bize tanıtıyordu.

Bir defasında beni Maaarif Kütüphanesine gönderdi. Millî Kütüphaneden önce Cebeci’de Maarif Kütüphanesi vardı. Oradan Âşık Paşa’nın “Garipname”sinin mukaddimesini kopya edip getirmemi istedi. Hoca demek onun üzerinde çalışıyormuş ki…

Âşık Paşa Selçuklu dönemi tarihçisi?

Bu Âşık Paşa şair. Tarihçi olan Âşık Paşa da onun torunun torunudur. Öyle bir bağlantıları var. Bana bir adamın adını da verdi, “Ona söyle senin önüne getirir.” dedi. Ben de gittim göçmen bir adammış bu, o adamla görüştüm “Garipname”yi önüme koydu adam. Ben “Garipname”nin mukaddimesini kopya ettim.

Osmanlıca?

Osmanlıca ilk Türkçe eserlerdendir. Orada ilk defa bir el yazması eseri görmüş oldum. O zamana kadar el yazması eser nedir bilmezdim. İlk defa Necati Lugal Hoca beni oraya yönlendirmek suretiyle bir el yazması eser önüme gelmiş oldu.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 901 форматов)