banner banner banner
Hars ve Medeniyet
Hars ve Medeniyet
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hars ve Medeniyet


Hatta, bilginlerimiz arasında da bu ikilemi görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel adı “ulemayı rüsum” (resmî bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise halk bilginleri idi. Birinciler, rütbeli ama bilgisizdiler. İkinciler bilgi sahibi ama rütbesizdiler.

Siyaset ve askerlik alanında büyük bir dâhi olan Afşarlı Nadir Şah, bütün Müslümanlar’ı Sünnilik çevresinde birleştirmek ve bütün sultanları Osmanlı padişahının emri altına sokmak için görüşmelerde bulunmak üzere, İstanbul’a din ve siyasetle ilgili bir kurul göndermişti.

İstanbul’da bu kurulla görüşmeleri için resmî bilginleri görevlendirdiler. İranlı bilginler kurulu, bunlara söz anlatmakta güçsüz kalınca sadrazama başvurarak dediler ki:

“Bizim siyasi hiçbir rütbemiz, bilimden başka bir gayemiz yoktur. Oysa, görüşmelerde bulunduklarımız, büyük rütbeli kişiler olduklarından karşılarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz bilginlerle görüştürürseniz çok seviniriz.”

Ragıp Paşa’nın Tahkik ve Tevfik adlı kitabında anlattığı bu olay gösteriyor ki Nadir Şah’ın bilim kurulu üyeleri, Osmanlı değil, Türk bilginlerine değer veriyordu.

Eski dönemlerin, siyaset ve askerlik alanlarındaki başarıları da, halk arasından çıkmış bilgisiz ve okuryazar bile olmayan paşalarına aittir. Sonraları, Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek yer tutanlar hükûmetin başına geçince işler bozulmaya başladı.

Bununla birlikte, bu sosyal ikilemler yalnız fikir alanlarında sürüyordu. O zamanlar, el işi ayak takımına ait sayıldığından, yüksek tabaka tekniklerin bütün türlerinden uzak duruyordu. Bu sebeple, mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, çiftçilik, tezhib (süslemecilik), marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhacılık, ressamlık, nakışçılık gibi pratik tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki genellikle yüksek bir güzelliği bulunan bu sanatlara katışıksız Türk sanatı adını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin unsurları değil, Türk kültürünün unsurlarıydı. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın ürünlerini milyarlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın, Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da bu Türk hayranlığına “Turquerie” adı verilir. Avrupa’nın gerçek düşünür ve sanatçıları, mesela Lamartine’leri Auguste Comte’ları, Pierre Laffitte’leri, Mismer’leri, Pierre Loti’leri, Farrere’leri Türk’ün içten sanatına, alçak gönüllü ve gösterişsiz ahlakına, derin ve çok aşırı olmayan dine bağlılığına, özetle, durumuyla yetinmesi ve kaderine boyun eğmesiyle birlikte devamlı bir iyimserliği ve ülküsü bulunan, yoksul ama mutlu yaşayışına hayrandılar. Elbette, bunların hayran olduğu şeyler, Osmanlı medeniyetine giren yöntem ve taklitle yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamı ile meydana gelen orijinal eserlerdir.

Yalnız ülkemize has olan bu garip durumun sebebi nedir? Niçin bu ülkede yaşayan iki tip, Türk ile Osmanlı tipi, birbirine bu derece karşıttır? Niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk’ün kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı, kozmopolit oldu, sınıf çıkarını, millî çıkarın üstünde gördü. Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti siyasi sınırları içine aldıkça, yönetenler ile yönetilenler ayrı iki sınıf durumuna giriyorlardı. İdare eden bütün kozmopolitler Osmanlı sınıfını, yönetilen Türkler de Türk sınıfını oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini millet-i hâkime (hâkim millet-egemen millet) olarak görür, yönettiği Türklere ise millet-i mahkûme (mahkûm millet-ezilen millet) gözüyle bakardı. Osmanlı daima Türk’e “Eşek Türk” derdi.[2 - Ziya Gökalp bu konuda abartmak suretiyle Osmanlı Devleti’ne haksızlık etmektedir.] Türk köylerine resmî bir kişi geldiği zaman “Osmanlı geliyor.” diye herkes kaçardı. Türkler arasında Aleviliğin ortaya çıkışı bile bu ayrılıkla açıklanabilir.

Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyt, Oğuz boyları arasında “Oğul mu önce gelir, yoksa sebep olanlar mı?” diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın oğulları ve Kayılar’ın amca çocukları değil miydiler? Nasıl oluyor da Padişah’ın “Enderun”dan çıkma devşirmelerden oluşan kişileri bunlardan önde tutuluyordu? O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki ezilmişliklerini, eskiden peygamber soyunun uğramış olduğu eziyet ve kıyıma benzetiyorlardı. O zaman Türkmenlerin büyük bir bölümü bu benzerliğe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi kendilerine ayrı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir tapınak yaptılar. Bununla birlikte, din bakımından Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de millî kültür açısından Osmanlı emperyalizmine bağlanmadılar. Bunlar da kendi kendilerine millî bir kültür yaparak Osmanlı medeniyetine karşı tümüyle ilgisiz kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas denildiği gibi Türk kültürünün de ozanları, âşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki yurdumuzda iki türlü seçkin vardı. Bunlardan birincisi, sarayı temsil ediyordu ve bunların geçimlerini sağlayan da saraydı. Mesela Osmanlı şairleri saraydan “caize”[3 - Caize: Eskiden şairlere, yazdıkları övgülere karşılık verilen para ve armağanlar.] alarak geçindikleri gibi Osmanlı müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla, aylıklarla geçinirlerdi. Halkın saz ve söz şairleri ise, halkın armağanlarıyla yaşarlardı. Osmanlı bilginleri, kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek aylıklar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden oluşan Türk din adamlarını ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı güzel sanatlarda ve diğer sanatlarda rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve Ahi Babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve her zaman halk ve Türk kalırlardı.

Görülüyor ki millî kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran, kültürün, özellikle duygulardan, medeniyetin ise özellikle bilgilerden meydana gelmiş olmasıdır. İnsanda duygular şarta bağlanmaz ve isteğe uymaz. Bir millet, diğer bir milletin, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Mesela Türklerin İslamlıktan önceki dininde Gök Tanrı, ödül tanrısıdır. Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı Erlik Han adında başka bir mitolojik varlıktır. Allah yalnız “cemal” (güzellik) sıfatıyla göründüğü için, eski Türkler onu sadece severlerdi. Allah’a karşı korku hissi duymazlardı.

İslamlıktan sonra, Türklerde Allah sevgisinin üstün olması, bu eski geleneğin sürdürülmesindendir. Türklerde Allah korkusu pek seyrektir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin denemeleri gösteriyor ki güzelliğe, iyiliğe ilişkin vaaz verenlerin dinleyicileri artıyor; cehennemden, zebanilerden söz edenlerin dinleyicileriyse devamlı azalıyor. Türklerin eski dinlerinde yobazca tapınmalar yoktu, estetik ve ahlakla ilgili törenler ise çoktu. Bunun sonucu olarak İslamlıktan sonra da Türkler, çok güçlü bir imana en içten bir din duygusuna sahip oldukları hâlde, yobazlık ve aşırı duygulardan uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak yeterlidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit okunmasına; tekkelerde ise, şiire, müziğe büyük bir yer vermeleri estetik din duygusu örneğine uymalarındandır.

Eski Türk dininde, Türk tanrısı barış ve barışıklık tanrısıydı. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi, “barış” anlamında idi (Kaşgarlı Mahmut). İlci, “barışçı” demek olduğu gibi İlhan “barış hakanı” demekti. Türk ilhanları, Mançurya’dan Macaristan’a kadar sürekli bir barış oluşturan, barışseverlik öncüleri idiler.

En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizmden kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmıştım. Türk barışseverliğinin kurucusu Mete’dir.

Türklerin bu eski barışçılık geleneği sonucudur ki Türk hakanları, İslam döneminde de her zaman yenilgiye uğrayanlara karşı iyilikle davranmış, her zaman kendilerini milletlerarası barışın sorumlusu gibi görmüşlerdir. Türk tarihi baştan başa bu duruma tanıktır. Avrupalıların o kadar suçladıkları Attila bile, yine onların anlattıklarına göre, yenilen milletler ne zaman barış istemişlerse, derhâl kabul etmiştir. Çünkü Attila da bir ilhan, yani dünya barışını sağlamaya çalışan ileri fikirli bir öncüydü. Avrupalılar, Atilla’nın Tanrı-kutu adını, Allah’ın Belası diye çevirmekle tarihsel bir günah işlemişlerdir.

Türklerin bütün sanat dallarında görülen estetik özellikleri de tabiilik, sadelik, incelik ve orijinalliktir. Türk’ün halılarında, çinilerinde, mimarlık ve güzel yazı dalında görünen hep bu estetik üstünlüklerdir. Türk’ün, güzel sanatlarında olduğu gibi din hayatında ve ahlakında da hep bu üstünlüklerin egemen olduğu görülür. Bu örnekten de anlaşılır ki bir kültürü oluşturan türlü sosyal hayatlar arasında içten bir dayanışma, içten bir uyum vardır. Türk’ün dili nasıl sade ise din, ahlak, güzellik, siyaset, iktisat ve aile ile ilgili yaşayışları da hep sade ve içtendir. Türk’ün yaşayışındaki sevimlilik ve orijinallik, bu belirgin yapısının bir görünümünden başka bir şey değildir. Fakat millî kültürün unsurları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu unsurlardan oluştuğunu sanmak doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, Acem, Arap kültürleriyle İslam dini, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurumlarından oluşan bir karışımdır. Bu karışım, hiçbir zaman kaynaşarak, uyuşarak, uyumlu bir düzene kavuşamadı. Bir medeniyet ancak millî bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Mesela, İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürüne aşılanmıştır. Bu sebeple İngiliz kültürü gibi İngiliz medeniyetinin unsurları arasında da bir uyum vardır.

Millî kültürle medeniyet arasındaki bir diğer ilişki de şudur: Her budunun (kavmin) önce yalnız kültürü vardır. Bir budun, kültürce yükseldikçe siyasetçe de yükselerek güçlü bir devlet oluşturur. Diğer yandan da kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta millî kültürden doğduğu hâlde, sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde hızlı gelişimin süratli oluşması zararlıdır. Ribot diyor ki: “Bilinç, aşırı bir gelişime ulaşırsa karakter bozulur.” İnsanda bilinç ne ise, toplumda da medeniyet odur. Kişide karakter ne ise, toplumda da kültür odur. Buna göre bilincin fazla gelişimi de millî kültürü bozar. Millî kültürü bozulmuş olan milletlere dejenere (yozlaşmış) milletler denilir.

Millî kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: Millî kültürü güçlü fakat medeniyeti zayıf bir milletle, millî kültürü bozulmuş fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet, siyasi savaşa girince, kültürü güçlü olan millet her zaman galip gelmiştir. Mesela eski Mısırlılar, medeniyette yükselince millî kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise medeniyette daha geri olmakla birlikte, güçlü bir millî kültüre sahipti. Bu yüzden Farslılar, Mısırlılar’ı yenilgiye uğrattılar. Birkaç yüzyıl sonra, İran’da da medeniyet yükseldi. Buna karşılık millî kültür zayıflamaya başladı. Bu defa da millî kültürleri daha bozulmamış olan Yunanlılar’a yenildiler. Bir süre sonra, Yunan kültürü de bozulmaya başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar güçlü bir millî kültürle ortaya çıkan ve medeni bile olmayan Makedonyalılara yenildiler.

Doğuda Eşkânî[4 - Eşkânî: Eski İran’da MÖ 256-230 yılları arasında 26 yıl hüküm süren üçüncü hükümdar sülalesi. Sasanîler tarafından yıkılmıştır.] ve Sasanî soylarının, batıda Romalıların, millî kültürü bozulmaya başlayan Makedonyalıları yenmesi de aynı şekilde açıklanabilir. Sonunda medeniyetten hiç pay almayan, fakat millî kültürde son derece güçlü olan Araplar ortaya çıkarak hem Sasanîleri hem de Romalıları yendiler. Ancak çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeye başladığından, millî kültürünü yitirerek siyasi egemenliği, Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine bıraktılar. Töre, Türklerin millî kültüründen başka bir şey değildi. Türklerin şimdiye kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve mütarekeden sonra, İngiliz silahlarıyla ve paralarıyla donatılmış bulunan Yunanlılarla Ermenileri yenerek manevi yönden İngilizleri yenmiş sayılması hep millî kültürün gücü sayesindedir.

Millî kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra, artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu ülkede ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz.

Osmanlı medeniyeti iki sebeple yıkılmaya mahkûmdu: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi geçici topluluklardan meydana gelmesiydi. Ölümsüz yaşayacak olanlar ise, geçici topluluklar değil, toplumlardır.

Toplumlara gelince, bunlar yalnız milletlerdir. Egemenliğini yitiren milletler, millî benliklerini imparatorlukların kozmopolit yönetimi altında ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletlerden oluşan gerçek toplumlar reayalık (uyruk olma) uykusundan uyanacaklar, kültürel bağımsızlıklarını ve siyasi egemenliklerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş yüzyıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu durumdan uzakta kalmış olan Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da, önceki benzerleri gibi dağılmaktan kurtulamayacaklardı.

İkinci sebep, Batı medeniyetinin, yükseldikçe Doğu medeniyetini ortadan kaldırmak özelliğinde olmasıdır. Rusya’da ve Balkan ülkelerinde Batı medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş gösterecekti. Doğu medeniyeti bazılarının sandığı gibi yalnızca İslam medeniyeti değildi. Kaynağı bakımından Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki Batı medeniyetinin de Hristiyan medeniyeti değil, Batı Roma medeniyetinin bir uzantısı olması gibi. Osmanlılar, Doğu Roma medeniyetini, doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar. Kendilerinden önce, Müslüman Araplarla Acemler, bu milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti sandılar.

Batı medeniyetinin, her yerde Doğu medeniyetinin yerine geçmesi, tabii bir kanun olunca, Türkiye’de de sonucun öyle olması zorunlu idi. O hâlde Doğu medeniyeti çevresinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir yandan İslam diniyle birlikte bir Türk kültürü, diğer yandan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görevi, bir yandan yalnız halkın arasında kalmış olan Türk kültürünü arayıp bulmak; diğer yandan Batı medeniyetinin tekniğini tam ve canlı bir biçimde ele alarak millî kültüre aşılamaktır.

Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyeti ile uzlaştırmaya çalışmışlardı. Oysa iki zıt medeniyet yan yana yaşayamaz; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmaya sebep olurdu. Mesela Batı müziği tekniği ile Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşamaz. Batı’nın deneysel mantığı ile Doğu’nun skolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet, ya Doğulu olur ya Batılı olur, iki dinli bir insan olmadığı gibi iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yeniliklerde başarı sağlayamadılar.

Türkçülere gelince, bunlar, kökü Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak, Batı medeniyetini bütünüyle almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır.

Türkçüler, tam anlamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartı ile Batı medeniyetine kesinlikle girmek isteyenlerdir. Fakat Batı medeniyetine girmeden önce, millî kültürümüzü arayıp bularak, ortaya çıkarmamız gerekir.

Hars ile Medeniyet İlişkisi

Hars, cemiyetlerin özdeki gelişmelerinden, medeniyet ise çeşitli harsların birleşmesinden meydana gelir.

İlk cemiyetler, birbirleriyle ilişkiye girmekten çekinirlerdi. Her cemiyet dinini, kendine özgü bir üstünlük simgesi sayar, dininin inanç ve ayinlerini gizler, başkalarının bu dine girmelerine izin vermezdi. O dönemde hars, dinden ibaretti.

İlkel toplumlarda medeniyet belirtisi olarak ise yalnız “sihir”i görürüz. Çünkü sihir, din gibi belirli bir cemiyete özgü değildi. Bir sihirbaza, kendi cemiyetinden olmayan kişiler de başvurarak sihir yaptırabilirlerdi. Bu dönemde, her din, millî olduğu hâlde, sihir milletlerarası idi. Bundan başka, din aslında samimi ve çıkar karşılığı olmayan bir şey olduğu hâlde, sihir çıkar için yapılırdı. Bundan dolayıdır ki harsı meydana getiren bütün ülkücü unsurlar dinden, medeniyeti meydana getiren bütün teknik unsurlar da sihirden çıkıp yayılmış gibidir. Mesela metafizik, ahlak, hukuk ve estetik dinden türediği hâlde, yıldız ilmi, kimya, şamanlık sihirden doğmuştur. Bundan sonra; yıldız ilminden astronomi, simyadan da kimya ilimleri doğduğu gibi şamanlıktan da tıp bilimi ortaya çıkmıştır. O hâlde ‘’maddi ilimler sihirden, manevi ilimler de dinden doğmuştur” diyebiliriz.

İlk cemiyetlerde, din ile sihir görünüşte birbirlerine benzerlerdi. Çünkü ikisi de birtakım kutsal ve gizli kuvvetlerin yardımıyla iş görmeye çalışırdı. Fakat bu benzeyiş, o zamanki düşüncenin “mistik” olmasından ileri geliyordu. Bu devirde hadiseler arasında yalnız mistik bağlar görülüyor, tabii münasebetlerin ne olduğu asla sezilmiyordu. İlk cemiyetlerde din ile sihir arasındaki bu görünüşteki benzeyişi bir tarafa bırakırsak, bu iki oluşumun kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış ve birbirinin tersi olduklarını görürüz. Mesela, dinî ayinlerde sağ el kullanılırsa, sihirle ilgili ayinler kesinlikle sol elle yapılır. Dinî ayin sırasında hangi yöne dönülürse, sihri ayinde mutlaka onun tersi yönde dönülür. Dinî ayin gündüzleri yapılırsa, sihri ayinler geceleri düzenlenir. Dinî ayinler nerede yapılırsa, ikinciler kesinlikle onun tersi olan bir yerde yapılır. Dinî kuvvetlerin erkeklerde var olduğuna inanılırsa, sihri kuvvetler mutlaka kadınlara ait bir güç sayılır. Dinin kutsadığı şeyleri, sihir ise kirletmeye çalışır.

Özetle, dinî ayinlerle sihri işler, her hususta birbirinin tersi olan bir şekilde yapılır. İlk cemiyetlerde sosyal dayanışmayı oluşturan güçler, genellikle dinî kurumlardı. Sosyal dayanışmanın oluşmasına yardımcı olan diğer kurumlar da dinî alana girer. Sihri kurumlara gelince, bunlar sosyal bir dayanışma oluşturmazlar, insanları fertçiliğe yönlendirdikleri için, tersine bu dayanışmanın bozulmasına sebep olurlar. Bundan dolayıdır ki cemiyet sihre daima fena bir gözle bakmış, ona ancak dinî zamanların, mekânların ve yöntemlerin dışında yapılmak şartıyla katlanmıştır. Daha sonra din, kesin ibadet niteliği kazanınca ise, sihri büsbütün fena görerek yasak fiiller sırasına koymuştur.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 81 форматов)