banner banner banner
Türkçülüğün Esasları
Türkçülüğün Esasları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türkçülüğün Esasları


Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki cemiyetler kablettarih zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildiler. Muharebelerde esir alma, kız kaçırma, mücrimlerin kendi cemiyetinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, izdivaçlar, muhaceretler, temsil ve temessül gibi hadiseler daima milletleri karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden “Camille Julian” ile “Meillet” en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Kablettarih zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihî devirlerdeki kavmî hercümerçlerden sonra, artık saf bir kavmiyet aramak ayıp olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken “laiçtimai” olarak gelirler. Yani içtimai vicdanlardan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela lisani, dinî, ahlaki, bedii, siyasi, hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alırlar. Demek ki içtimai hasletler uzvi verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder. O hâlde, kavmiyetin millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü yok demektir.

Kavmî safvet, hiçbir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkûresini takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü o cemiyetlerde, mabut, cemiyetin ilk ceddinden ibaretti. Bu mabut, yalnız kendi zürriyetinden bulunanlara mabutluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mabedine girmesini, kendine yapılacak ibadetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Buna binaen, cemiyetin içine muhtelif “tebenni” yollarıyla girmiş birçok fert bulunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız mabudun zürriyetlerinden mürekkep itibar olunurdu. Eski Yunan medinelerinde, kablelislam Araplarda, eski Türklerde, hülasa henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.

Şurası da var ki; içtimai tekâmülün o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu hâlde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nispetle marazidir. Çünkü o merhalede bulunan cemiyetlerde, içtimai tesanüt yalnız dindaşlık rabıtasından ibaretti. Dindaşlık kandaşlığa istinat edince, tabiidir ki içtimai tesanütün istinatgâhı da kandaşlık olur.

Bugünkü içtimai merhalemizde ise içtimai tesanüt, harstaki iştirake istinat ediyor. Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu için, kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.

3. Coğrafi Türkçülere göre, millet, aynı ülkede oturan ahalilerin mecmuu demektir. Mesela, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Hâlbuki İran’da Farisi, Kürt ve Türk’ten ibaret olmak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise, Anglosakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanları ve harsları birbirinden ayrı olduğu için, heyet-i mecmualarına “millet” adını vermek doğru değildir.

Bazen bir ülkede müteaddit milletler olduğu gibi, bazen de bir millet müteaddit ülkelere dağılmış bulunur. Mesela, Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harezm Ülkesi”nde tesadüf ederiz.

Bu zümrelerin lisanları ve harsları müşterek olduğu hâlde, bunları ayrı milletler telakki etmek doğru olabilir mi?

4. Osmanlıcılara nazaran, millet, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan bütün tebaaya şamildir. Hâlbuki bir imparatorluğun bütün tebaasını bir tek millet telakki etmek büyük bir hatadan ibaretti. Çünkü bu halitanın içinde müstakil harslara malik müteaddit milletler vardı.

5. İslam ittihatçılarına göre, millet bütün Müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların mecmuuna “ümmet” adı verilir. O hâlde Müslümanların mecmuu da ümmettir. Yalnız, lisanda ve harsta müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.

6. Fertçilere göre, millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Filhakika, bir fert, kendisini zahiren şu yahut bu cemiyete nispet etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara göre, hissî hayatımız asıldır, fikrî hayatımız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh, ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için, fikirlerimizin hislerimize tamamiyle uygun olması lazımdır. Fikirleri hislerine tevafuk ve istinat etmeyen bir adam ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta mesut olamaz. Mesela hissen dindar olan bir genç kendisini fikren dinsiz telakki ederse, ruhu bir muvazeneye malik olabilir mi? Şüphesiz, hayır! Bunun gibi, her fert hisleri vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyla almış, tamamiyle ona benzemiştir. O hâlde bu fert, ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine girerse, daüssılaya uğrar, hastalanır, hissen müşterek bulunduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde, bir ferdin, istediği zaman milliyetini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü milliyet de harici bir şeniyettir. İnsan milliyetini, cehaletle tanıyamamışken, sonradan taharri ve tahkik vasıtasıyla keşfedebilir. Fakat bir fırkaya girer gibi sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez.

O hâlde millet nedir? Irki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere tevafuk ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var?

İçtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir. İnsan en samimi, en deruni duygularını ilk terbiye zamanında alır. Daha beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün dinî, ahlaki, bedii duygularımızı bu lisan vasıtasıyla alırız. Zaten ruhumuzun içtimai hisleri, bu dinî, ahlaki, bedii duygulardan ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakrı ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, iştiyaklarımız, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların aksisedasını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.

Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir mâni vardır. Bu mâni, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.

Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi ne de iradi bir zümredir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu, “dili dilime uyan, dini dinime uyan” diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki: “Benim hakiki babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü birincisi maddiyatımın, ikincisi maneviyatımın tekevvününe sebep olmuştur.” İnsan için, maneviyat, maddiyattan mukaddemdir. Bu itibarla milliyette şecere aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkûrenin millî olması aranır. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkûresine çalışabilir. Çünkü mefkûre bir vecd membası olduğu içindir ki aranır (hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecd veremez). Bilakis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi ruhumuzu vecdlere gark ederek mesut yaşamamıza sebep olur.

Bundan dolayıdır ki, insan terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini nispet ettiği yabancı bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülasa, insan terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu mütalaalardan çıkaracağımız amelî netice şudur: Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görüyorsak sair millettaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telakki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara “Siz Türk değilsiniz.” diyebiliriz. Filhakika, atlarda şecere aramak lazımdır, çünkü bütün meziyetleri sevkitabiiye müstenit ve irsi olan hayvanlarda da ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlar ırkın içtimai hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücahitlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hâl, caiz olmadığından “Türküm.” diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.

3

TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK

Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, “Türk” ve “Turan” zümrelerinin hudutlarını tayin etmek lazımdır. “Türk” bir milletin adıdır. Millet, kendisine mahsus bir harsa malik olan zümre demektir. O hâlde, Türk’ün yalnız bir lisanı, bir tek harsı olabilir.

Hâlbuki Türk’ün bazı şubeleri Anadolu Türkleri’nden ayrı bir lisan, ayrı bir hars yapmaya çalışıyorlar. Mesela, Şimal Türklerinden bir kısım gençler bir Tatar lisanı, Tatar harsı vücuda getirmekle meşguldürler. Bu hareket, Türklerin başka bir millet, Tatarların başka bir millet olması neticesini verecektir. Uzakta bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir şiar takip edeceklerini bilmiyoruz. Bunlar da birer ayrı lisan ve edebiyat, birer ayrı hars vücuda getirmeye çalışırlarsa, Türk milletinin hududu daha daralmış olur. Yakutlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türkleri’nin harsı dairesine almak daha güç görünüyor.

Bugün, harsça birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran, Harezm Türkmenleri de Oğuz uruğuna mensupturlar. Binaenaleyh, Türkçülükteki yakın mefkûremiz “Oğuz ittihadı” yahut “Türkmen ittihadı” olmalıdır. Bu ittihattan maksat nedir? Siyasi bir ittihat mı? Şimdilik hayır! İstikbal hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkûremiz, Oğuzların yalnız harsça birleşmesidir.

Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadır. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak görürüz ki, birinde bulunan bir “il”in yahut “boy”un diğerlerinde de şubeleri var.

Mesela, Harezm’de Tekelerle Sarıları ve Karakalpakları görüyoruz. Memleketimizde Tekeler bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hatta bir kısmı vaktiyle Rumeli’ye nakledilmiştir. Türkiye’deki “Sarılar” bilhassa “Rumkale”de otururlar. Karakalpaklar ise, “Kara-papak” ve “Terekeme” adlarını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan cihetlerine yerleşmişlerdir. Harezm’de Oğuz’un “Salur” ve “İmrali” boylarıyla “Çavda” ve “Göklen-Karluklardan Kealin” illeri vardır. Bu isimlere Anadolu’nun muhtelif noktalarında tesadüf edilir. Göklen, kendi adını Van’da bir köye “Gökoğlan” şeklinde vermiştir.

Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de, gerek İran’da ve Azerbaycan’da mevcuttur. Akkoyunlularla Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O hâlde Harezm, İran, Azerbaycan ve Türkiye; Türk etnografyası itibariyle aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin mecmuuna “Oğuzistan” adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi bu büyük kıtada yalnız bir tek harsın hâkim olmasıdır.

Oğuz Türkleri umumiyetle Oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri birkaç asır evveline gelinceye kadar mütesanit bir aile hâlinde yaşarlardı. Mesela Fuzulî bütün Oğuz şubeleri içinde okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata kitabı Oğuzların; resmî Oğuznamesi olduğu gibi, Şah İsmail, Âşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri de bütün Oğuzistan’a yayılmıştır.

Türkçülüğün uzak mefkûresi ise “Turan”dır. Turan bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka Moğolları, Tunguzları, Finuvalıları, Macarları da ihtiva eden bir “kavimler halitası” değildir. Bu zümreye, ilim lisanında “Ural-Altay” zümresi denilir. Mamafih bu son zümreye mensup kavimlerin lisanları arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hatta bazı müellifler, Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin birbirinden ayrı iki zümre teşkil ettiğini ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay zümresine, Finuvalılarla Macarların da Ural zümresine mensup olduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla lisani bir karabeti olduğu da henüz ispat edilememiştir. Bugün ilmen sabit olan bir hakikat varsa, o da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak (Tatar), Oğuz gibi Türk şubelerinin lisanca ve ananece bir vahdete malik bulunduğudur. Turan kelimesi, Turlar yani Türkler demek olduğu için, münhasıran Türkleri ihtiva eden camiavi bir isimdir. O hâlde, “Turan” kelimesini bütün Türk şubelerini ihtiva eden büyük Türkistan’a hasretmemiz lazım gelir. Çünkü “Türk” kelimesi bugün yalnız Türkiye Türklerine verilen bir unvan hükmüne geçmiştir. Türkistan’daki Türk harsına dahil olanlar, tabii yine bu ismi alacaklardır. Benim itikadımca, bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat Yakutlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı harslar vücuda getirdikleri takdirde, ayrı milletler hâlini alacaklarından, yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman bütün bu eski akrabaları kavmî bir camia hâlinde birleştiren müşterek bir unvana lüzum hissedilecek. İşte, bu müşterek unvan “Turan” kelimesidir.

Türkçülerin uzak mefkûresi “Turan”, namı altında birleşen Oğuzları, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yakutları lisanda, edebiyatta, harsta birleştirmektir. Bu mefkûrenin bir şeniyet hâline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın mefkûreler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkûreler için aranmaz. Çünkü uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi namütenahi bir dereceye yükseltmek için, istihdaf edilen çok cazibeli bir hayaldir. Mesela Lenin, Bolşeviklik için, yakın mefkûre olarak kolektivizmi, uzak mefkûre suretinde de komünizmi ileri sürmüştür. Komünizmin ne zaman husule geleceğini soranlara şu cevabı vermiştir: “Komünizmin ne zaman tatbik olunacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu, Hazreti Muhammed’in cenneti gibi ne zaman ve nerede görüneceği malum olmayan bir şeydir.”

İşte, Turan mefkûresi de bunun gibidir. Yüz milyon Türk’ün bir millet hâlinde birleşmesi Türkçüler için en kuvvetli vecd membaıdır. Turan mefkûresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle intişar etmeyecekti. Mamafih kim bilir? Belki, istikbalde “Turan” mefkûresinin husulü de mümkün olacaktır. Mefkûre, istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayalî bir mefkûre hâlinde bulunan “millî devlet”, bugün Türkiye’de bir şeniyet hâlini almıştır.

O hâlde, Türkçülüğü, mefkûresinin büyüklüğü noktasından üç dereceye ayırabiliriz:

1. Türkiyecilik.

2. Oğuzculuk yahut Türkmencilik.

3. Turancılık.

Bugün şeniyet sahasında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir iştiyakla aradığı “Kızılelma”, şeniyet sahasında değil, hayal sahasındadır. Türk Köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Filhakika, Turan mefkûresi mazide bir hayal değil, bir şeniyetti. Milattan 210 sene evvel, Kun hükümdarı “Mete”, Kunlar (Hunlar) namı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman “Turan” mefkûresi bir şeniyet hâline girmişti. Hunlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Göktürkler, Göktürklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız, Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk, Turan mefkûresini şeniyet hâline getirmediler mi?

“Turan” kelimesinin manası şu suretle tahdit olunduktan sonra, artık Macarların, Finuvalıların, Moğolların Turan ile bir alakalarının kalmaması icap eder. Turan, bütün Türklerin mazide ve belki de istikbalde bir şeniyet olan büyük vatanıdır.

Turaniler, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan “Turan” adına ihtiyacı yoktur.

Bir de bazı Avrupalı müellifler, Garbi Asya’da aslen Samilere yahut Arilere mensup olmayan bütün kavimlere “Turan” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu tasdik etmek değildir. Yalnız Samilerle Arilerden hariç kavimler olduğunu anlatmak içindir.

Bundan başka, bazı müellifler de Şehname’ye nazaran “Tur” ile “İreç”in kardeş olduğuna bakarak Turan’ı eski İran’ın bir kısmı addetmektedir.

Hâlbuki Şehname’ye göre Tur ile İreç’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem”dir. “Selem” ise İran’dan bir şubenin dedesi değil, bütün Samilerin müşterek ceddidir. O hâlde, Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi eski etnografik taksimatın adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Turan” İran’ın bir cüzü değil, bütün Türk illerinin mecmuu olan Türk camiasından ibarettir.

4

HARS VE MEDENİYET

Hars ile medeniyet arasında hem iştirak hem de ayrılık noktaları vardır. Hars ile medeniyet arasındaki iştirak noktası, ikisinin de bütün içtimai hayatlarının cami olmasıdır. İçtimai hayatlar şunlardır: dinî hayat, ahlaki hayat, hukuki hayat, muakalevi hayat, bedii hayat, iktisadi hayat, lisani hayat, fennî hayat. Bu sekiz türlü içtimai hayatların mecmuuna “hars” adı verildiği gibi “medeniyet” de denilir. İşte, hars ile medeniyet arasında iştirak ve müşabehet noktası budur. Şimdi de hars ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, arayalım:

Evvela, “hars” millî olduğu hâlde, “medeniyet” beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlaki, hukuki, muakelevi, bedii, iktisadi ve fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı “mamure”ye dahil birçok milletin içtimai hayatlarının müşterek bir mecmuudur. Mesela Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir “Garp medeniyeti” vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur.

Saniyen, medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen içtimai hadiselerin mecmuudur. Mesela dine dair bilgiler ve ilimler, usul ve irade ile vücuda geldiği gibi ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, iktisada, muakaleye, lisana ve fenlere dair bilgiler ve nazariyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vücuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde bulunan bütün bu mefhumların, bilgilerin ve ilimlerin mecmuu “medeniyet” dediğimiz şeyi vücuda getirir.

Harsa dahil olan şeylerse usul ile, fertlerin iradesiyle vücuda gelmemişlerdir, suni değillerdir. Nebatların, hayvanların uzvi hayatı nasıl kendiliğinden ve tabii bir surette inkişaf ediyorsa, harsa dahil olan şeylerin teşekkül ve tekâmülü de tıpkı öyledir. Mesela, lisan fertler tarafından usulle yapılmış bir şey değildir. Lisanın bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Lisanın, kendi tabiatından doğan bir kaidesini de değiştiremeyiz. Lisanın kelimeleri ve kaideleri ancak kendiliğinden değişir. Biz bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından lisana yalnız, birtakım ıstılahlar yani yeni lafızlar ilave olunabilir. Fakat bu lafızlar mensup olduğu mesleki zümre tarafından kabul edilmedikçe, lafız mahiyetinde kalarak, kelime mahiyetini alamaz. Yeni bir lafız, bir mesleki zümre tarafından kabul edildikten sonra da zümrevi bir kelime mahiyetini alır. Ancak bütün halk tarafından kabul edildikten sonradır ki müşterek kelimeler arasına girebilir.

Fakat yeni lafızların bir zümre yahut bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi mucitlerinin elinde değildir. Eski Osmanlı lisanında Şinasi’den beri milyonlarca yeni lafız icat olunduğu hâlde, bunlardan cüzi bir kısmı zümrevi kelimeler sırasına geçebilmiştir. Müşterek kelimeler sırasına geçenlerse beş on kelimeye münhasırdır.

Demek ki harsın ilk numunesini lisanın kelimelerinde, medeniyetin ilk numunesini de yeni lafızlar suretinde icat olunan ıstılahlarında görüyoruz. Kelimeler içtimai müesseselerdir, yeni lafızlarsa ferdî tesislerdir. Bir ferdin icat ettiği bir lafız bazen ani bir intişarla halk arasında yayılabilir. Fakat bu intişar kuvvetini o lafza veren, onu icat eden adam değildir; cemiyetin fertlerce meçhul olan gizli bir cereyanıdır.

Bundan on beş sene evvel, memleketimizde yan yana iki lisan yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmî bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna “Osmanlıca” adı veriliyordu.

İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla “Türkçe” adı veriliyordu. Ve umuma mahsus bir “argo” zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki lisanımız bu idi. “Osmanlıca” ise Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç lisanın sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti. Bu iki lisandan birincisi tabii bir teşekkül ve teamülle kendiliğinden vücuda gelmişti. Binaenaleyh, harsımızın lisanı idi. İkincisi ise fertler tarafından usulle ve irade ile yapılmıştı. Bu lisani aşurenin içine yalnız bazı Türkçe kelimeler ve edatlar karışabilirdi. Demek ki Osmanlıcanın harsımızdan pek az bir hissesi vardı. Bundan dolayı ona medeniyetimizin lisanı idi diyebiliriz.

Memleketimizde bu iki lisan gibi, iki vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usul ile yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilham ile ibda ile oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O hâlde, bu vezin de Türk harsına dahildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki “Aruz vezni” denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni millî harsımıza dahil olamadı. Acemlerde ise köylüler bile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın millî harsına dahil demektir.

Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan “Türk musikisi”, diğeri “Farabi” tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan “Osmanlı musikisi”dir. Türk musikisi ilham ile vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisi ise, taklit vasıtasıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi harsımızın, ikincisi ise medeniyetimizin musikisidir. Medeniyet usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars ise hem usulle yapılmayan hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır. Bu sebeple, Osmanlı musikisi kaidelerden mürekkep bir fen şeklinde olduğu hâlde; Türk musikisi, kaidesiz, usulsüz, fen-siz melodilerden, Türk’ün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Hâlbuki Bizans musikisinin menşeine çıkarsak bunu da eski Yunanlıların harsı dahilinde görürüz.

Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla halk koşmalarından, destanlarından, halk cenknameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türk’ün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut Kitabı’ndaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır. Şah İsmail, Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki üstureler, légendeler, efsaneler de Türk edebiyatının unsurlarıdır. Cenknameler ve dinî menkıbelere gelince bunlar halk edebiyatının İslami devresine mahsus mahsulleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, mânileriyle türküleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi, Türk halkının samimi eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapılmamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi olduğu için, buralarda doğan ilahilerle nefesler de halk edebiyatına, binaenaleyh Türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre ve Kaygusuz’la Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri, mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairiyle, Fransız devrinde bir Fransız şairiyle mütenazırdır. Fuzuli ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle, Osmanlı edipleriyle şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir, hepsinin eserleri bedii ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğmuştur. Mesela nekregûluk (humour) nokta-i nazarından bu iki zümreyi mukayese edelim: Nasreddin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları halkın nekregûlarıdır, Kani ile Süruri ise Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Tabii nekrelikle suni mizah arasındaki fark bu karşılaştırma ile meydana çıkar.