banner banner banner
İdealist Bir Adam Portresi Teknokrat Sedat Çelikdoğan
İdealist Bir Adam Portresi Teknokrat Sedat Çelikdoğan
Оценить:
 Рейтинг: 0

İdealist Bir Adam Portresi Teknokrat Sedat Çelikdoğan

Hocam eğer Mısır’a gittiyseniz görmüşsünüzdür, El Ezher Üniversitesinin hemen yan tarafında Kahire Mezarlığı var. Mezarlığın en büyük özelliği, içinde mezar evlerin bulunması. Bu evlerde yüz binlerce yoksul insan barınıyor. Düşünün, bizim türbe dediğimiz tarzda yapılar. Mısırlılar geleneklerini orada yaşatıyorlar. Mezarda birkaç oda ve avlu var. Rivayete göre mezar evlerde 1 milyon insan yaşıyor. Metruk bir mezarlık değil. Hâlen insanlar cenazelerini defnettikleri mezarlarda yaşıyorlar. Bu evlerin yanında gecekondu, lüks konut sayılır.

İslam coğrafyasının hâlipürmelalini yansıtan yoksulluğun fotoğrafını orada çekmek mümkün. Oranın asimetrisi bir başka İslam coğrafyasında da çatışma var. Afganistan, Pakistan havzasında çok şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Daha sayacak olursak Arakan’da, Moro’da uzun yıllardır süren çatışmalar bir türlü bitmiyor. Libya, Nijerya yeni bir çatışma alanı oldu. Sudan, Irak, Suriye, Mısır ve Filistin bizim hinterlandımızda olan ülkeler. Şimdi bütün bu İslam havzasının 20. ve 21. yüzyıldaki durumuna baktığımızda görüyoruz ki gözler Türkiye’de. Bu bağlamda İslam dünyasının hâlipürmelali sizin mühendis diyalektiğinizde nasıl bir yere oturuyor?

Bazı şeyleri planlamak için para gerekmiyor; ama sahayı bilmek ve şartları görmek önemli. İnsanların çektiği eziyeti anlamak için, içimizin yanması lazım. Eğer yaşanan dram içini yakmıyorsa bakar geçersin. “Ölüyorsa ölüyor!” dersin. Mısır’daki mezar ev yapılanmasını göz önüne alırsak bizim çözümümüz, yani gecekondular, daha insani görünüyor. Gecekondulardaki sosyal düzen, insana daha saygılı.

Elbette gecekondular daha insani. Bakıyorsunuz, önünde bahçesi var. Gecekondular olmasaydı Ankara bu kadar yeşil bir başkent olur muydu? Biraz tartışmalı bir konu!

Olmayabilirdi. Tabii o gecekondular sonradan sahiplerine çok para kazandırdı. İçlerinde çok zenginleşen kişiler oldu. Bu yönüyle bakıldığında da bir haksızlık söz konusu. Vatandaş şehre geliyor, devletin arazisini gasbediyor ve gecekondu dikiyor. Devlet de ona altyapı hizmeti götürüyor. Adam bir süre sonra evinin arsasını kat karşılığı müteahhide veriyor ve aldığı birkaç daireyle yüksek gelir sahibi oluyor. Bunda bir tuhaflık var. Devletin bunu planlamayla çözmesi lazım. Ankara’nın kuzeyindeki gecekondu dönüşümü bu konuda güzel bir örnektir. Burada yapılan planlamadan önce problemi görmek gerekiyordu. Esasında problemin daha ilk başta görülmesi lazımdı. Sorunlar erken görülmediği için çözüm de gecikiyor. Problem çözümleme ve planlama yapma noktasında bütün İslam âleminde bir körlük var. Bu para işi değil. Arsa zaten devlete ait. Eksik olan nedir? Planlama. Küçük bir planlama yapılsa ve çözüm formüle bağlansa sorunların birikip altından kalkılamaz hâle gelmesi engellenmiş olur.

Uzun yıllar Müslüman ülkelerin bir kısmı Sovyet etkisinde kaldı. Örneğin Suriye, Mısır, Irak… Hatta Kaddafi’nin Libya’sı kendine özgü sosyalist bir anlayışla inşa edildi. Oralarda bu planlamalar Sovyetik anlayışla yapıldı. Sovyetler Birliği de planlamacı bir anlayışla yönetilmişti. Buralarda niye karşılığı olmadı bu planlamacılığın?

Bu toplumlar, onlara göre geriden geliyor. Bizim vatandaşımız ezik, tepki veremiyor, korkuyor. Rusya’daki vatandaş biraz daha demokratik öz güvene sahip. Onlarda sendikalar var; dertlerini söyleyebiliyorlar, itiraz edebiliyorlar, yürüyüş yapabiliyorlar. Bizim insanımız geçim derdinde. Ayrıca kendi sorunlarına bile yabancı. Sadece yaşama kaygısı taşıyor. Demokratik hakları olduğunu bilmeyen bir toplumuz. Tepedekiler ne derse onu tekrar ediyoruz. Devleti yönetenlere karşı çok hürmetliler. Sorgulamayı bilmiyorlar.

Türkiye’deki gecekondu işinde rant var. Rant sebebiyle gecekondu dönüşümleri inşaat sektörüne yarıyor. İmarda yapılan bir değişiklikle insanlar kısa sürede büyük paralar kazanabiliyorlar. İmar düzenlemesinden önceden haberi olanlar arsa toplayarak haksız gelir elde ediyorlar. Bu süreç, arsa spekülatörleri yaratıyor. İmarda yapılacak değişiklikten önceden haberi olanlar arsa topluyor ve imar geçtikten sonra inanılmaz bir servete kavuşuyorlar. Bu durum bitmedi. İnsanlar iktidar olmayı bunun için istiyor.

Onun için son yıllarda belediye başkanı olmak, belediye meclisinde görev almak herkesin hedefi hâline geldi. Eskiden belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği bu denli cazip değildi.

Köylerde, kentlerde kıymetlenecek yerler belli. Mesela adam zamanında Ankara’ya gelmiş, Esat tarafında arsa almış. Sonra bakmış ki arsa değerlenmiyor, bir müddet sonra gitmiş kendi memleketinden tarla almış. O tarla da değerlenmiyor. Eğer yapılan imar değişikliklerinin farkında olsaydı, önceden haber alsaydı büyük bir zenginlik elde edecekti. Gecekondulaşmanın başladığı tarihte Ankara veya İstanbul gibi değerli bir şehrimizin iyi bir yerinden arsa alan insanlar çok para kazandılar. Aldıkları yer beş sene sonra, on sene sonra, on beş sene sonra muhakkak değerlendi. Çünkü o dönemde göçler vardı. Bu yönde bir değişim İngiltere’de de olmuş. Fransa’da benzer bir durum yaşanmış. Almanya ve Avusturya sağlıklı bir nüfus dağılımı gösterirken İngiltere’de Londra’nın bazı mahallelerinde aşırı nüfus artışı olmuş. O mahallede rant başlamış; ama onlar rantı önlemek için tedbir almışlar. Biz ise bu tür sorunlara çözüm aramak yerine başka mevzularla ilgileniyoruz. Geçtiğimiz günlerde tanıdığımız bir arkadaşımızın yanına gittim. Rüzgâr enerji santraliyle ilgili bir işe girmiş. Bana, “Ben bu işe girdim, güzel ihracat oluyor ama bu iş, iş değilmiş!” dedi. Bir arsa işi varmış, gitmiş oraya girmiş. Üç sene sonra iyi getirisi olacağı söylenmiş. “Fazla kimseyi almazlar.” dedi. Aralarında para toplamışlar ve arsayı almışlar. Bunu neden yapıyor? Çünkü şehrin gelişim trendini biliyorlar. Şehrin gelişecek yerlerini bildiği için aldığı arsanın ne zaman hangi değere ulaşacağını tahmin edebiliyor. Bu acayiplik tüm Türkiye’de yaşanıyor. Ankara’da, İstanbul’da devamlılığı olan bir iş bu. Ali Babacan, “Paralar inşaata gidiyor!” diye dert yanmıştı. Evet, inşaatların yarısı boş, sektör batarsa batsın! Şimdi Türkiye’de sermaye tasarrufu düşük. Bir şirket sınai ihtiyaçlarını gidermek için yatırım yapıp dış ticaret açığını azaltmaya dönük ihracat yapamıyor. Çünkü sanayiye yatırılan paranın geri dönüşü zor. Ama ranta dönük yatırımlar iki senede, üç senede kendini katlıyor.

İktidarda dindarların olduğunu göz önüne aldığımız zaman, yönetimde Millî Görüş geleneğinden gelen kişiler görüyoruz. Bugün Türkiye’yi yönetenlerin neredeyse tamamı gençlikten itibaren uzun yıllar siyasetin içindeler, siyaseti biliyorlar. Cumhuriyet tarihinde hiçbir siyasi güç ve iktidar, böyle bir güç elde edemedi. Oy oranları da sürekli artan bir eğilim gösterdi. İçlerinden iki cumhurbaşkanı çıkaracak kadar da istikrarlılar. O zaman rant ekonomisi iktidar elitlerini rahatsız etmiyor diyebilir miyiz?

Onlar yaşanan bu gerçekliği serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendiriyorlar. Hâlbuki sen o arsanın kıymetleneceğini biliyorsun, o bilgiyi kasanda tutuyorsun. Ne yapman gerek? Oradaki ranttan kamunun da yararlanmasını sağlamalısın. O rantın kamuya dönmesi lazım. Onlar ise rantı kendi havuzlarına akıtıyorlar. Bu haram! Onlara göre de haram. Bakın Allah gani gani rahmet eylesin Hacı Baba’mız genelde hayal adamıydı. “Ben Kur’an ile bir insanın nasıl yaşadığını burada gördüm.” demişti. Çanakkale bölgesinde üniversitenin, karakolların, askeriyenin, otuz köyün suyunu o getirdi. Bütün masrafları o üstlendi. Çünkü orada su yoktu. Behramkale’de yaptırdığı bir cami var tepede; Murat Hüdavendigâr’ın yaptırdığı cami… Osmanlı Devleti’nin ilk genişleme yıllarında yapılan fetihler zamanında Sultan Murat, kalenin içine bir cami yaptırmış. Yanında da daha evvel Rumlar tarafından yapılmış kilise var; Bizans’tan kalma büyük bir kilise… Kaymakam, “Hacı Baba, sen her tarafa koşuyorsun. Biz bu camiyi açmazsak yıkılacak, yiyecekleri de kilisenin içerisine koyacaklar.” dedi. Hacı Baba “Tamam.” dedi ve bütün masrafları karşılayarak camiyi açtırttı. O sırada Behramkale’ye sahil yolu yapılacağı bilgisi geldi. Kaymakam, Hacı Baba’ma “Buralar kıymetlenecek, buradan arsa al.” dedi. O ise “Vatandaşın arsası ileride kıymetlenecekse satmamasını söylemeliyim. Bunu demeden alırsam haram olur.” diye cevap verdi. Dinimizin bu konudaki hükümleri hassas. Hacı Baba’m parası varken kimsenin hakkını yemek istemedi. Günümüzde böyle bir anlayış yok. Hırs, haram helal dinletmiyor. Adamın elinde bilgi var, onu şahsi çıkarları için kullanıyor. Oysa hırsı onun ateşi. Çok esaslı bir İslam terbiyesi gerekiyor.

Mevcut iktidardaki arkadaşlarımızın bu siyasi ve İslami terbiyeye sahip olduklarını düşünüyoruz.

Özellikle bu konularda uyarı yapmaya ihtiyaç var. Söz konusu rant olunca kamunun yararı dikkate alınarak yeri geldiğinde detaylı bilgilendirme yapmak lazım. Para hırsı, insanların gözünü karartmış. Hırsına kapılıp gözünü karartan para kazanıyor. Rant ekonomisinden Türkiye olumsuz etkileniyor. Ondan sonra Ali Babacan bağırıyor: Geçmiş ola! İnşaat sektöründe öyle bir rant var ki, elinde parası olan sanayiye yatırım yapmak istemiyor. Mesela bir vatandaş ben rüzgâr enerji santrali kurmak istiyorum dediğinde onun kuracağı santralin makinesi de Türkiye’de yapılsın. Makineyi dışarıdan almasak çok daha faydalı olacak bu yatırım. O santrale yatırılan para ancak 8-9 senede geri dönüyor. Kârlılık çok geç başlıyor. Çünkü paranın çoğu makineye gidiyor. Oysa aynı miktardaki bir yatırım inşaat sektöründe 3-4 yılda geri dönüyor. Rant ekonomisi, yatırım ekonomisini boğuyor. Dolayısıyla hiçbir şeyin fizibilitesi yok, sadece rant var. Vatandaş bunu bilmez. Vatandaş arsayı alıp inşaat yapıyor, satıyor. Vatandaş o kadar biliyor. Ama devleti yönetenler bunu bilmiyor.

Belki de bilmezden geliyor.

Hayır, kendileri de aynı metodu kullanıyorlar. Ankara’da bir sürü dedikodu yapılıyor. Yaratılan rantı siyasiler bir yerlerde paylaşıyorlar. Bakıyorsun Ankara’nın en güzel yerlerinde milletvekilleri ortak bina almışlar. Kaç yerde var bunun gibi!

Peki, bu sürdürülebilir bir şey mi?

Ali Babacan, “Türk ekonomisinde sermaye birikmiyor, birikmediği için de kalkınmaya gitmiyor!” demişti. Peki, sermaye nereye gidiyor? Sermaye çimentoya, tuğlaya gidiyor. Hâlbuki Türkiye’nin dış ticaret açığı var. Yüksek katma değerli ürünler üretilemediğinden yakınılıyor. Yüksek katma değerli ürünlere geçemezsin ki. Kolay para kazanmak varken niye zahmetli yatırımlar yapsın iş adamları. Hazır büyükşehirlere akın akın gelen insanlar var. Şehirlerde konut ihtiyacı bitmiyor. Pazar büyük. Yaptığın ev elinde kalmıyor. Hem yaparken kazanıyorsun hem arsa rantından kazanıyorsun. İmardan evvel arsayı üç kuruşa alıyorsun, imar geçince 13 kuruşa satıyorsun. Verdiğinin dört misli, beş misli para sana kalıyor. Böyle bir kazanç varken adam neden gidip geri dönüşü yıllar alacak katma değeri yüksek yatırıma yönelsin?

İngiltere’nin sanayileşme süreci gözden geçirildiği zaman İngilizlerin dünyayı pazar olarak gördüğü anlaşılır. İngiltere’nin pazar anlayışı Osmanlı’yı parçalayan etkenlerden biri. Şimdi de biz kendi elimizle kendimizi arsa ve inşaat rantı üzerinden yeniden mi parçalıyoruz?

İnşaat sektörü, istihdam öncelikli bir sektördür. Kalıcı kalkınma sağlamaz. Aksine Türkiye’nin kalkınmasını engeller. İnşaat sektörünün hızlı yükselişi, Türkiye’nin kalkınmasını akamete uğratıyor. Şimdi Türkiye’de büyük bir müteahhit kesimi var. Türk müteahhitleri, dünyada iki veya üçüncü sıradalar. İş de biliyorlar. Başladıkları işleri bitirme kapasiteleri çok yüksek. Rusya’nın en başarılı müteahhitleri Türkler. Neden? Bizim inşaat sektörüne ilişkin ihracatımız da var. Çünkü o alanda çok büyük üretim kapasitesine sahibiz. Amerika’yla rekabet edebiliyoruz. Dünyada da inşaat pazarı çok büyük. Bu pazardan dolayı inşaat sanayisi de çok büyük. Bataryadan fayansa, evyeden parkeye kadar o kadar geniş bir üretim kolu var ki… Eğer dikkat ettiyseniz fayans fiyatları hiç artmıyor. 10 senedir fiyatlar aynı. O kadar çok üretim var ki maliyetleri giderek düşüyor. Üstelik pazarda rekabet de var. Türkiye bu ürünleri ihraç ediyor. Ama yükte ağır, pahada hafif ürünler…

Türkiye bu fasit daireden nasıl çıkacak?

Bunun için rant ekonomisinden kurtulmak lazım. İmar bilgileri, müteahhitlerin değil, devletin elinde olmalı. Arsayı müteahhide devlet vermeli ve imarlı arsayı kimseye sattırmamalı. İmar yapılan bölgede arsa alım satımını kamulaştırmalı. Kamulaştırdıktan sonra arsanın satışından doğan rant devletin kasasına konmalı. O zaman arsa ve inşaat spekülatörü diye bir şey kalmaz. O alan kârlı bir iş olmaktan çıkar. O zaman normal kârlarla sektör çalışmaya başlar. İnşaat mı yaptın? Yatırdığın parayı aynı sanayide olduğu gibi 10 sene sonra alabilirsin. O zaman yatırım sanayiye yönelir. Bu, siyasetçilerin işine gelmiyor. Bundan dolayı belediye başkanlığı seçimi, siyasetçiler için kıran kırana bir yarışa dönüşüyor.

Yerel yönetimlerde böyle sefil bir üslup olabilir. Şehirleri mahveden, yaşanmaz hâle getiren, aynı zamanda pahalı konut mantığı. Bu durum şehirleri berbat ediyor.

Çok pahalı konutlar yapılıyor. İyi bir mimari çalışma yapılarak bir şehir mimarisi oluşturulabilir. Kimse evlerin mimarisiyle ilgili kafa yormuyor. Ev mimarisi tamamen serbest bırakılmış. Oysa belediyelerin silüet çalışması yapması gerekiyor. Bunun için çalıştay yapılabilir. Mimarların, iç mimarların, şehir planlamacılarının, mühendislerin, sanatçıların ve bu işe kafası çalışan kim varsa onların fikirleri alınabilir. Ondan sonra ortaya çıkan fikri uygulamaya koyarsın. Gidin Çukurambar Mahallesi’nin hâlini görün. Evler kapanın elinde kalıyor. Birkaç yerde boşluk var. Oralar da dolduğu zaman insanlar arabalarını park edecek yer bulamayacaklar.

Aynı şey bütün şehirlerin ana arterleri için geçerli. Gaziantep, Adana farklı değil.

Çukurambar Mahallesi çok daha kötü. Gökdelenler dikiliyor. Gidin park yeri bulabilir misiniz? Bir süre sonra yollarda araçlar ilerleyemez hâle gelecek. Şehri bu hâle getiren de belediye yönetimidir. Ama insanlar orayı yaşanmaz hâle getiren belediye yönetimini tekrar tekrar seçiyor.

TÜRKİYE’NİN YOKLUK VE YOKSULLUK YILLARI

Şimdi buradan isterseniz biraz hızlıca Millî Görüş geleneği içerisinde yetişmiş teknokratlar dönemine dönelim. Siyasetle aranıza mesafe koyduğunuzu biliyorum. 28 Şubat Süreci’nde rahmetli Erbakan Hoca’nın başdanışmanlığını yaptınız. Bu anlamda siyasete uzak ama harekete çok yakınsınız. Teorilerinizle, projelerinizle siyasetin tam ortasındasınız. 1950-1960’lı yıllar Türkiye’nin yoksulluk içerisinde olduğu, iktisadi zorlukların yaşandığı bir dönem. Ama aynı dönemde Almanya, Güney Kore ve Japonya başta olmak üzere dünyada yeni bir kalkınma dili inşa ediliyor. Siz Türkiye’nin bu sürece ayak uydurmasının önündeki engellerin neler olduğunu gördünüz mü?

1950 ile 1960 arası Menderes hareketi var. Pek çok nedenle insanlar o dönemde Demokrat Parti’yi tercih etti. Bir numara Adnan Menderes’ti. “Yeter, söz milletindir!” diye meydanlara çıkmışlardı. Onun gittiği her yer insanlarla doluyordu. İnsanlar İnönü zulmünden kaçmak için Menderes’e sığınmıştı. Rahmetli babam der ki: “Bir bekçi gelmiş olsa kaçacak delik arardık.”

Benim çocukluğumda nüfus kâğıdı şeklinde karneler vardı. 1 kilo şeker verir misin? Gaz yağı verir misin? Bir yandan ülkede kıtlık var, diğer yandan devlet insana nefes aldırmıyor. Menderes serbest piyasa ekonomisine kaydı. O dönemde CHP ileri devletçiydi. DP Dönemi’nde teşebbüs hürriyetinin birinci adımı atıldığı için iktidar değişti. O zaman altyapıda çok eksiklik vardı. Hemen yol yapım çalışmaları başladı. Hem şehirlerarası hem şehir içi yolların yapımına girişildi. İstanbul’da Vatan Caddesi, Millet Caddesi o tarihlerde açıldı.

Burada bir şey hatırlatayım; Menderes, İstanbul-Ankara arasında arabayla giderken benzin istasyonu olmadığı için şoförleri arabanın bagajında iki büyük bidonla yakıt bulundururmuş. Yani başbakansınız, araba seyir hâlinde ama İstanbul-Ankara arasında benzin istasyonu yok.

Ne kadar feci bir durum değil mi? Maalesef Türkiye o kadar gelişmemişti ki yollarından araba geçmiyordu. Şimdi kilometre başı benzin istasyonu var. O zaman hatırlarım, 1 varil petrol 2,5 lira idi. Yeter ki araç olsun da yakıt satalım diye benzinlikte insanlar müşteri bekliyorlardı. Bugün 150 bin nüfusu olan Turgutlu’da o zaman sadece bir tane benzin istasyonu vardı. Manisa’ya otobüsle gidip geliniyordu. Bir tane otobüs vardı. Başka otobüs yoktu. Benzinlikten benzin alacak araç yok. Adam kime satsın? Ülke o kadar geri idi. Ankara-İstanbul arasında benzin istasyonu olmaması normal. Çünkü Ankara o zaman çok gelişmiş değildi. Vasıta olmayınca benzin istasyonu da yoktu. Bu durumda altyapı da gelişmiyordu. Ama altyapı çalışmaları hızlanıp yollar yapılmaya başlayınca ülkeye hareket geldi. Kara yollarındaki araç sayısı çoğaldı. Benzin istasyonları arttı. O sıralar benzin de çok ucuzdu. Menderes zamanında Gediz Nehri üzerinde Demirköprü Barajı yapıldı. Baraj yapıldıktan sonra üretilen elektriği satacak kimse bulamıyorlardı. O yüzden bir müddet elektriği toprağa verdiler. Buna CHP’lilerden çok tenkit geldi. Ancak bir iki yıl sonra ülke ekonomisinde bir hareketlenme oldu. Mesela benim çocukluğumda elektrik yoktu. Sonra dizel motor alındı. Motorun havuz kenarında olması gerekiyordu. Çünkü soğutulması lazımdı. O zaman koskoca motor 100 kw elektrik üretiyordu. 100 kw bütün şehrin aydınlatılmasına yetiyordu. Bir müddet sonra biraz hâli vakti olanlar elektrik abonesi oldu. Rahmetli babam da abone olup bir saat taktırdı. O zaman elektrik, aydınlatma dışında pek bir işimize yaramıyordu. Gaz lambasıyla aydınlanmaya alışık olan bizler için 15 watt ampulün verdiği ışık çok yüksekti.

40 watt lamba çok elektrik yakar diye 15 watt ampul almıştık. O zaman ocaklarda doğal gaz yok, elektrik yok; odunu yakıyorsun, yemeği öyle pişiriyorsun. Bas düğmeye yansın ocak. Yok öyle bir şey. Yine kadın çalıyı çırpıyı getirecek, yakacak. Tencereyi ocağa koyacak, üç dört saat onunla uğraşacak. Sonra gaz ocakları çıktı. Ardından da tüp gazlar. Menderes o sıralar altyapı hizmetlerini yaygınlaştırmaya başladı. Özellikle yol yapımına ağırlık verdi. Amerika ile arası iyiydi. Baraj olmayan bazı şehirlerde jeneratörle elektrik üretiliyordu. Demirköprü Barajı’nın ürettiği, bugün elektrik üretim kapasitemizde milyonda bir bile yer tutmaz. Ama o zamanki üretimi çok büyük sayılıyordu. Menderes’ten evvelki özgürlükler altyapı hizmetlerinin gelişmesiyle yaygınlaştı. Ereğli Demir Çelik Fabrikası onun zamanında kuruldu. Fabrikayı Amerikalılar yaptı. Sanayi tesisleri kurulmaya başlayınca elektrik tüketimi de başladı. Ayrıca o sıralar otomobil diye bir şey yokken Amerika ile ilişkilerin artması Türkiye’ye gelen araç sayısını artırdı. Refah yavaş yavaş toplumda kendini göstermeye başladı. İnsanlar o zaman elektriği kullanır hâle geldi. Mesela Turgutlu’da bir dizel motor vardı; motor çalıştırılınca bütün şehir gürültüsünü duyardı. Elektrik sonradan barajdan alınmaya başlandı. Kalkınma öyle bir anda olmuyor. 1958 yılında döviz krizi baş gösterdi. Kalkınma hareketi başlayınca dövize ihtiyaç duyuldu. O zamanki Türkiye’nin toplam ihracatı 2-3 milyar dolar ya var ya yoktu. Sadece tarım ürünleri ihraç ediliyordu. Bir de bakır, demir gibi ihraç ettiğimiz bazı madenler vardı.

Ham madde dediğimiz ürünler…

Tarım ürünleri ihracatımız arasında o zaman kurutulmuş meyve, sebze gibi şeyler yoktu. Üstelik o zaman buğdayı da ithal ediyorduk. Hatta o günlerde bir gazetenin attığı manşeti hatırlıyorum:

“Amerika’dan Türkiye İçin Buğday Yüklü Bir Vapur Hareket Etti”

O zaman bu konuya biraz geriden başlamak gerekiyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık hükümdarlığı esnasında Osmanlı medeniyeti o dönem tavan yaptı. Esas kırılma o dönemde yaşandı. Kapitülasyonlarla ülkenin ekonomisinin kontrolü hızla Fransız, Alman, İngiliz ve İtalyanların eline geçiyor. Yerli sanayi ve ticaretin çöküşü esasında o zaman başlıyor. 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. Ülkeyi örtülü sömürgeye çeviren kapitülasyonları kaldıran ise İttihat ve Terakki. Kanuni Dönemi’nde hem çok göz kamaştırıcı bir medeniyet hem de bir çözülme görülüyor. Osmanlı yabancılara ticari ayrıcalıklar tanırken zenginliğine mi güvendi? Görünen ihtişamın verdiği bir öz güven mi vardı?

Bizler o dönemde yaşamadığımız için değerlendirmekte zorluk çekebiliriz. Yine de o dönemi şöyle bir düşünün: Pasaport gibi uluslararası dolaşım belgesi yok. Kırım’a, Kazan’a kadar rahat rahat gidebiliyorsunuz. Ukrayna’ya rahatça gidip gelebiliyorsunuz. Slovakya’nın başkenti Bratislava’ya gidebiliyorsunuz. Orası bugün çok elit bir şehir. Osmanlı toprakları oraya kadar uzanıyor. Estergon Kalesi bazen bizde, bazen Avusturyalılarda kalıyor. Belgrad, vatan toprağı gibi. Slovenya’ya kadar gidiyorsunuz. Yunanistan’a, Yemen’e gitmek için kimseden izin almanıza gerek yok. Neredeyse her taraf sizin ülkeniz. Dönemin en zengin ülkesi Osmanlı Devleti idi. Tüccarları var; koyun, Ukrayna’dan geliyor. Ukrayna’da harcayacağın para için dövize ihtiyacın yok. Burada geçen para, orada da geçiyor. Zaten herkes altına ayarlı para kullanıyor. Mal mübadelesinde hiç sorun yok. Osmanlı sadece ne yapıyor, ürünler gemilerle limana yanaştığında harç alıyor. Niye alıyor? Ticaretin güvenliğini sağlamak için, yaptığı harcamalar için… Dolayısıyla hazinede para var. Hazinede para olunca devlette de öz güven oluyor. Bunun üzerine başkaları da bu ülkedeki ticari kolaylıklardan yararlanmak için geliyorlar. Orada ileri görüşlülük olmadığı belli. Bugün Amerika bile krize girdi. Dış ticaret açığı veriyor. Amerika isterse dış ticaret açığını kapatabilir, hatta artıya bile geçer. Böyle bir imkâna sahip. Ama ekonomik hayata doğrudan müdahale etmiyor. Bir nevi himayeci devlet gibi hareket ediyor. Bazen siyasi sebeplerle açıklara göz yumuyor. Ama petrole duyduğu ihtiyaçtan ötürü onu garanti altında tutmaya çalışıyor. Savaşlar da biraz o sebeple çıkıyor. Osmanlı da o zaman bugünün Amerika’sı gibi hareket ediyordu.

Ekonomik verimsizliğin siyasi sonuçlarını Osmanlı nasıl öngöremez? Siyasetin en güçlü aracı ekonomidir.

Hazinede paranız pulunuz olursa öngöremezsiniz. Her şey yolunda gidiyor zannedersiniz. Dünyada bir numarasınız. Kim gelirse gelsin, satsın, gitsin. O zaman dış ticaret dengesi de bilinen bir şey değil. Altın para yerine kullanıldığı için bulan alsın diyorsunuz. Coğrafi büyüklük ve askerî güç körleşmeye yol açabiliyor. Çünkü kendinizden çok eminsiniz. Herkes sizden bir şey istiyor, siz veren makamında oturuyorsunuz. O zaman karşınızda parçalanmış bir Avrupa var. Verdiğiniz her ayrıcalık Avrupa’daki iç rekabeti kızıştırıyor. Dolayısıyla Osmanlı verdiği ayrıcalıkla Avrupa devletleri ile bağımlılık ilişkisi kurmaya çalışıyor. Aynı şekilde özellikle Fransa’yı güçlendirerek İspanya ve Avusturya-Macaristan’a karşı denge kurmaya çalışıyor.

Osmanlı’nın kapitülasyonlara uyguladığı vergi oranları çok dengesiz. Kendi tebaası yurt dışına mal çıkaracağı zaman yüzde 25 ihracat vergisi alıyor, yabancılar Osmanlı topraklarına mal soktuğu zaman yüzde 5-10 vergi istiyor. Burada siyasi bir kibir var sanki.

Devlet kendini çok yüksekte gördüğü için uyguladığı vergi politikalarının ekonomik sonuçlarını öngöremiyor. Her şey yolunda gibi görünüyor.

AĞIR SANAYİ HAMLESİ BAŞLADI

1960 darbesiyle birlikte Türkiye’de yeni bir kırılma yaşanıyor. 1969’da sizin mensubu olduğunuz gelenek, siyasi bir hamle yaparak Konya’da Erbakan Hoca’nın bağımsız adaylığı etrafında yeni bir siyaset inşa ediyor. Siz 1969’da Erbakan Hoca’nın Konya’daki siyasi çalışmalarına katıldınız mı?

Ben o günkü siyasi çalışmaların içinde yer almadım. O dönemde Hoca ile paralelliğimiz vardı. O zaman TÜMOSAN otomotiv sanayii, TESTAŞ elektronik sanayii, TEMSAN enerji santralleri, TAKSAN takım tezgâhları gibi fabrikaların kurulumuyla uğraşıyorduk. Bizdeki TAI 1975 yılında Kore’de kurulmuştu.

Erbakan Hoca’nın Ecevit ile kurduğu koalisyon hükûmetinden sonra bu yatırımları planladınız. Hoca, sözünü ettiğiniz yatırımlara 1974’te başlıyor.

Evet, o tarihte başlıyor. O zaman ilk hükûmet CHP ile Millî Selamet Partisi arasında kuruldu. Demirel ana muhalefet lideri o dönemde, daha sonra o koalisyon bozulunca Milliyetçi Cephe hükûmeti kuruldu.

Bu senaryolar tümüyle Erbakan Hoca’nın fikri miydi? Yani Ecevit burada edilgen bir iktidar ortağı mı?

Günümüzde de CHP’de en ufak bir şey yok. O zaman da yoktu. Bizim yaptığımız çok başarılı işler var. Bu arada yaptığımız çalışmalar basına yansıdı. TAI kurulurken ilk şartnamede yüzde 51 şartını koyduk. Ama o yüzde 51 şartını kabul ettirene kadar da çok savaş verdik.

Sizin göreviniz ne bu senaryolarda? 1974 yılında başlayan yüzde 51 ortaklı kamuya ait yatırımlarda sizin yeriniz neresi?