banner banner banner
Dorian Gray’in Portresi
Dorian Gray’in Portresi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Dorian Gray’in Portresi

Dorian Gray’in Portresi
Oscar Wilde

Oldukça sevimli ve yakışıklı olan Dorian Gray, bu özellikleriyle ona tapınma derecesinde hayranlık besleyen ressam arkadaşının ilgisini çeker. Tanrı’nın bu bağışları ile ressamın sanat kabiliyeti bir araya gelince de muhteşem bir şaheser çıkar ortaya. İşte Dorian Gray’in Portresi!.. Bir mucize olur ve portre, Dorian Gary’e ebedî bir gençlik aşılar. Fakat bu mucize büyük bir vicdani hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir… “Dorian Gray’in Portresi” Oscar Wilde’ın tek romanıdır. Wilde bir mektubunda karakterlerin kendisini yansıttığını belirtmiştir: “Basil Hallward kendi hakkımda düşündüklerim: Lord Henry dünyanın hakkımda düşündükleri: Dorian -belki başka yaşlarda- olmak istediğim…” "Dorian kafasını sallayıp gülümserken 'Bu dediklerini yaşadım.' dedi. 'Şimdi çok mutluyum. Mesela vicdanın ne demek olduğunu biliyorum artık. Bana tarif ettiğin gibi bir şey değilmiş. İçimizdeki en kutsal şeymiş. Onu küçümsememelisin Harry; en azından bundan sonra benim yanımda bunu yapma. İyi bir insan olmak istiyorum. Ruhumun çirkinleşmesi fikrine dayanamıyorum.' "

Oscar Wilde

Dorian Gray’in Portresi

Önsöz

Sanatçı, güzel şeyler yaratandır. Sanatı öne çıkarmak ve sanatçıyı gizlemektir sanatın amacı. Eleştirmen, güzel şeylerin kendisinde bıraktığı intibayı farklı bir surete veya yeni bir cisme dönüştürebilendir.

Eleştirilerin -en evlasından en bayağı olanına kadar- her biçimi otobiyografik tarzdadır. Güzel şeylerde çirkin manalar bulanlar, cazibeden nasibini alamamış, pespaye kişilerdir. Bu tutum bir hatadır.

Güzel şeylerde güzel manalar bulanlar, irfan sahibi kişilerdir. Bunlar umut vadederler. Bu kişiler güzel şeylerde sadece güzelliği gören seçkin kişilerdir.

Ahlaki veya gayriahlaki kitap diye bir şey yoktur. İyi yazılmış veya kötü yazılmış kitaplar vardır. Konu bundan ibarettir.

On dokuzuncu yüzyıldaki realizme yönelik nefret, Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.

On dokuzuncu yüzyıldaki romantizme yönelik nefret ise Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.

İnsanın ahlaki yaşantısı sanatçının ana fikrinin bir kısmını teşkil eder; ancak sanatın ahlakı, kusurlu araçların kusursuz biçimde kullanılmasından müteşekkildir. Hiçbir sanatçının herhangi bir şeyi ispat etmek gibi bir arzusu yoktur. Özünde doğru olan şeyler bile ispat edilebilir. Hiçbir sanatçı ahlakiliği kayıran görüşlere sahip değildir. Bir sanatçının ahlakiliği kayıran görüşlere sahip olması, mazur görülemez bir üslup yanılgısıdır. Marazi sanatçı yoktur. Sanatçı dilediği her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil sanatçı için sanat yaratmakta kullanılan araçlardır. Günah ve erdemler sanatçının sanat yaratmakta kullanacağı malzemelerdir. Biçim bağlamında, tüm sanatların cinsi müzisyenin sanatı gibidir. Hissiyat bağlamında ise emsal, aktörün hüneridir. Tüm sanatlar aynı anda hem dış yüz hem de semboldür. Dış yüzün ardını irdeleyenler, kendi kendilerini riske atarlar. Aynı şekilde, sembolü okumaya çalışanlar da kendilerini riske atarlar. Sanat aslında izleyeni yansıtır, hayatı değil. Bir sanat eseri hakkındaki fikir ayrılıkları, bu eserin yeni, karmaşık ve canlı olduğunun işaretidir. Eleştirmenler ihtilaf hâlinde ise sanatçı kendisi ile uyum içindedir. Ürününe hayranlık duymadığı sürece, faydalı bir ürün ortaya koyan kişiyi mazur görebiliriz. Faydasız bir ürün meydana getirmeyi mazur görmeyi mümkün kılan tek bahane ise bu ürüne karşı yoğun bir hayranlık beslenmesidir.

Tüm sanatlar ziyadesiyle faydasızdır.

    OSCAR WILDE

1. BÖLÜM

Güllerin yoğun kokusu atölyeyi doldurmuştu, hafif bir yaz rüzgârı bahçedeki ağaçların arasında kıpırdadıkça leylakların şiddetli ve hoş kokusu ve pembe çiçekler açan akasyanın çok daha zarif rayihaları açık kapıdan girerek içeriye ulaşıyordu.

Lord Henry Wotton, üzerine uzandığı, küçük Acem kilimleriyle örtülü divanın köşesinde oturmuş, âdeti olduğu üzere arka arkaya sigara içerken titrek dalları alevlenen bir güzelliğin yükünü zar zor taşıyormuş gibi görünen sarısalkım ağacının bal tadında ve rengindeki hoş çiçeklerinin parıltılarını görebiliyordu. Bazen de büyük pencerenin önüne çekilmiş, ham ipekten uzunca bir perde boyunca, havada uçuşan kuşların masalsı gölgelerinin oluşturduğu şöyle bir Japon havası estirerek, ona hareket etmesi mümkün olmayan bir sanat türü aracılığıyla hızın ve devinimin sunduğu hissi aktarmaya çalışan Tokyo’daki soluk ve yeşilimsi suratlı ressamları hatırlatan o görüntüyü yakalıyordu. Uzun süredir biçilmemiş otlar arasında yol alan veya perişan hanımelilerinin altın sarısı uzantıları etrafında tekdüze bir ısrarla uçuşan arıların kasvetli uğultusu sükûneti daha da arttırıyordu. Londra’nın boğuk uğultusu, uzaklardaki bir orgdan gelen kalın bir notanın melodisine benziyordu.

Odanın tam ortasında, dik duran bir tuval sehpasına yerleştirilmiş, olağanüstü güzelliğe sahip genç bir adamın tablosu duruyordu ve onun biraz önünde ise tabloyu resmeden sanatçının ta kendisi -Basil Hallward- oturuyordu. Sanatçı birkaç sene evvel aniden ortalıktan kaybolduğunda halk arasında bir telaş ve birçok tuhaf söylenti peyda olmuştu.

Muazzam bir hünerle sanatına döktüğü zarif ve alımlı surete bakarken ressamın yüzünde memnuniyetten kaynaklanan bir tebessüm belirdi ve orada kaldı. Fakat ressam, birden ayaklandı, gözlerini kapattı ve sanki uyanmaktan korktuğu ender bir rüyayı zihninin içinde hapsetmeye çalışıyormuş gibi parmaklarını göz kapaklarının üzerine koydu.

“Bu senin en iyi işin Basil, şimdiye kadar yaptığın en muhteşem şey.” dedi Lord Henry baygın bir şekilde. “Önümüzdeki yıl bunu mutlaka Grosvenor’a[1 - 19. yüzyılda özellikle deneysel sanat eserlerini sergilediği için eleştirilere maruz kalan sanat akademisi. (ç.n.)] göndermelisin. Akademi ziyadesiyle büyük ve bayağı. Oraya ne zaman gitsem ya insanlarla dolup taştığı için resimlere bakamıyorum -bu bir rezalet- ya da o kadar çok resim oluyor ki insanları görmeye fırsat bulamıyorum; bu daha da kötü. Cidden, bu resmi göndermen gereken tek yer Grosvenor.”

Ressam, tuhaf bir şekilde başını geriye savurarak -Oxford’dayken bu hareketi arkadaşlarını güldürürdü- “Bana kalırsa resmi hiçbir yere göndermemeliyim.” diye cevap verdi. “Hayır, hiçbir yere göndermeyeceğim onu.”

Lord Henry kaşlarını kaldırdı ve bolca afyon kattığı sigarasından kıvrım kıvrım çıkan, mavimsi ve tuhaf halkaların arasından şaşkın bir ifadeyle ressama baktı. “Hiçbir yere göndermeyecek misin? Ah canım arkadaşım, neden? Bir sebebin var mı? Siz ressamlar ne kadar tuhaf adamlarsınız?! Bu hayatta yaptığınız her şeyi itibar kazanmak için yapıyorsunuz. Ve itibar elde ettiğinizde ise bu itibarı sanki üstünüzden atmak istiyorsunuz. Bu tutumunuz çok gülünç, nitekim dünyada insanların bahislerine konu olmaktan daha kötü bir şey varsa o da hiçbir bahse konu olmamaktır. Bunun gibi bir portre İngiltere’deki tüm gençleri geride bırakmanı ve tüm ihtiyarları da kıskandırmanı sağlayabilir; tabii ihtiyarlar hâlâ bir şeyler hissedebiliyorlarsa.”

“Bana güleceğini biliyorum.” dedi. “Ancak resmi gerçekten sergileyemem. Ona kendimden çok fazla şey kattım.”

Lord Henry divanın üstünde gerindi ve güldü.

“Evet, güleceğini biliyordum ama bu böyle, aynen söylediğim gibi.”

“Kendinden çok fazla şey mi kattın?! İnanamıyorum sana Basil. Bu kadar kibirli olduğunu bilmezdim ve ben, o kaba, sert yüzün ve kömür karası saçlarınla senin ve sanki fildişi ile gül yapraklarından yaratılmış bu genç Adonis’in arasında herhangi bir benzerlik göremiyorum. Dinle, sevgili Basil; o bir Narkissos, öte yandan senin yüzünde bilgelik taşıyan bir ifade yok diyemem. Fakat güzellik, yani gerçek güzellik bilgeliğin başladığı yerde son bulur. Bilgelik başlı başına bir mübalağadır, yüzlerdeki ahengi yok eder. Her kim oturup düşünmeye başlasa anında yekpare bir burun veya alın hâline gelir veya bir çirkinlik abidesine dönüşür. Bilgelikle başarı kazanmış meslek erbaplarına bir bak. Ne karda çirkinler! Tabii ki, kilisedekiler hariç. Ama ne var ki, kilisedekiler de düşünmezler. Bir papaz, on sekiz yaşında bir çocukken kendisine anlatılanları, seksen yaşında anlatmaya devam eder ve bunun doğal bir sonucu olarak, her daim kusursuz bir letafete sahiptir. Bu, ismini bir türlü benimle paylaşmadığın ancak resmi beni benden alan gizemli genç arkadaşın hiç düşünmüyor. Bundan adım gibi eminim. Kışın çiçeklerden mahrum kaldığımızda, yazın zihinlerimizi serinletmeye ihtiyaç duyduğumuzda yanımızda olması gereken, akılsız ve güzel bir yaratık o. Kendini methetme Basil, ona bir nebze olsun benzemiyorsun.”

Sanatçı “Beni anlamıyorsun Harry.” diye cevap verdi. “Tabii ki ona benzemiyorum. Bunun farkındayım. Açıkçası, ona benzemek beni kahrederdi. Sen istediğin kadar omuzlarını silkebilirsin. Sana doğruyu söylüyorum. Bedensel ve zihinsel tüm üstünlükler, musibeti; tarih boyunca kralların tereddütlü adımlarını izleyip duran bir musibeti peşinden sürükler. İnsanın hemcinsleri arasında sivrilmemesi daha iyidir. Çirkinler ve aptallar, bu dünyanın sefasını sürerler. Rahatlarını bozmadan, ağızları açık bir şekilde dönen oyunları izlerler. Zafere dair hiçbir şey bilmiyor olabilirler ama aynı zamanda yenilgiden de haberdar değildirler. Hepimizin aslında yaşaması gerektiği gibi yaşarlar; rahatsız edilmeden, sivrilmeden ve huzurlarını hiç bozmadan. Ne başkalarına eziyet verirler ne de yaban ellerin hoyratlığına maruz kalırlar. Senin statün ve servetin Harry, benim -eh değer her ne ise-aklım ve sanatım, Dorian Gray’in güzelliği… Hepimiz Tanrı’nın bize bahşettiği şeylerin cefasını ziyadesiyle çekeceğiz.”

“Dorian Gray mi? İsmi bu mu?” diye sordu Lord Henry, atölyenin öbür yanında oturan Basil Hallward’a doğru yürürken.

“Evet, ismi bu. Aslında ismini sana söylemek gibi bir niyetim yoktu.”

“Peki neden?”

“Ah, bunu açıklayamam. Birisini çok sevdiğimde onun ismini kimseyle paylaşmam. Bunu yapmak, sanki o insanın bir parçasından vazgeçmek gibi benim için. Mahremiyeti sever oldum zamanla. Bu, günümüz yaşantısını gizemli ve fevkalade kılan yegâne şeymiş gibi geliyor bana. Birisi onu sakladığında, en aleni şey bile latif bir hâl alıyor. Artık ne zaman şehir dışına çıksam, etrafımdaki insanlara nereye gittiğimi hiç söylemiyorum. Söylesem, yaşadığım tüm keyif yok olacak. Bu saçma bir alışkanlık, bunu söylemekten çekinmiyorum; ancak bana öyle geliyor ki, insanın hayatına fazlasıyla romantizm katıyor bence. Sanıyorum bu yüzden benim bir aptal olduğumu düşünüyorsundur?”

“Hiç de değil.” diye cevap verdi Lord Henry. “Hiç de değil sevgili Basil. Evli olduğumu unutmuş gibi konuşuyorsun; ayrıca evlilik kurumunun cazibelerinden biri de yalana dayalı bir hayatı taraflar için mutlak biçimde gerekli kılmasıdır. Ben eşimin nerede olduğunu asla bilmem ve eşim de benim neler yaptığımı bilmez. Bir araya geldiğimiz zamanlarda -ki ara sıra bir araya geliyoruz- beraber yemek yediğimizde veya dükü ziyaret ettiğimizde, en ciddi tavrımızı takınıp birbirimize duyabileceğin en saçma hikâyeleri anlatıyoruz. Eşim bu konuda oldukça iyi ve doğruyu söylemek gerekirse benden çok daha başarılı. Randevu tarihlerini asla şaşırmaz ama ben bunu hep yaparım. Yine de ne zaman beni yakalasa hiç mesele çıkarmaz. Bazen tartışma çıkarmasını isterim, ama o buna gülümseyip geçer.”

Bahçeye açılan kapıya doğru yürürken “Evliliğin hakkında bu şekilde konuşman hiç hoşuma gitmiyor Harry.” dedi Basil Hallward. “Bana kalırsa sen gerçekten çok iyi bir eşsin ama kendi erdemlerinden çok utanıyorsun. Sen sıra dışı bir adamsın. Asla ahlaki bir söz söylemez ve yanlış bir iş de yapmazsın. Alaycı tavırların bütünüyle bir maske.”

“Tabii olmak başlı başına bir maske ve benim gördüğüm en rahatsız edici maske!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.

İki adam birlikte bahçeye çıktılar ve büyük bir taflanın gölgesi altında duran, bambu ağacından yapılmış, uzunca bir banka kuruldular. Güneş ışığı parlak yaprakların arasından sızıyordu. Ürkek, beyaz papatyalar çimenlerin arasında titriyorlardı.

Lord Henry, biraz durup saatini çıkardı. “Korkarım gitmem gerekiyor Basil.” diye mırıldandı. “Gitmeden önce, biraz evvel sorduğum bir sorunun cevabını vermen konusunda ısrar edeceğim.”

Gözleri yere sabitlenmiş bir şekilde “Nedir o?” dedi ressam.

“Gayet iyi biliyorsun.”

“Bilmiyorum Harry.”

“Peki, sana ne olduğunu söyleyeceğim. Dorian Gray’in resmini neden sergilemeyeceğini açıklamanı istiyorum. Gerçek nedenini söylemeni istiyorum.”

“Sana gerçek nedenini söyledim.”

“Hayır, söylemedin. Bana, resme kendinden çok fazla şey kattığın için sergilemeyeceğini söyledin. Ve bu çocukça bir açıklama.”

“Harry!” dedi Basil Hallward, doğrudan adamın yüzüne bakarak. “Duygularla resmedilen her portre, sanatçının portresidir; modelin değil. Model sadece bir tesadüf, bir vesiledir. Ressamın açığa vurduğu model değildir. Ressam o renkli tuvalin üzerinde aslında kendi tecellisini yansıtır. Bu resmi sergilemeyecek olmamın nedeni, korkarım onun üzerinde kendi ruhumun sırlarını göstermiş olmamdır.”

Lord Henry güldü. “Peki nedir o?” diye sordu.

“Sana söyleyeceğim.” dedi Hallward, fakat yüzünde bir tereddüt ifadesi belirdi.

Gözlerini ona çevirdi ve “Pürdikkat bekliyorum Basil.” diye devam etti ahbabı.

Ressam “Ah, aslında anlatacak çok bir şey yok Harry.” diye karşılık verdi. “Ve korkarım anlatacağım şeyi pek anlamayacaksın. Belki de inanmakta güçlük çekeceksin.”

Lord Henry tebessüm etti ve eğildi, pembe taç yapraklı bir papatya koparıp incelemeye başladı. “Anlayacağım konusunda hiç şüphem yok.” diye cevap verdi, çiçeğin ortasındaki küçük, beyaz tüyleri olan, altın rengi kısma bakarken. “Ve inanmak konusuna gelecek olursak; ben, tamamen inanılmaz olması şartıyla, her şeye inanabilirim.”

Rüzgâr, ağaçları sallayarak kimi çiçeklerini döktü, bir araya toplanmış yıldızları andıran yapraklarının ağırlığıyla leylak çiçekleri sakin havanın içinde ileri geri sallandılar. Duvarın hemen yanında bir ağustos böceği cırlamaya başladı, mavi bir ipliği andıran, ince ve uzun yusufçuk böceği, şeffaf kahverengi kanatlarını çırpıp süzülerek, geçip gitti. Lord Henry bir an için Basil Hallward’ın kalp atışlarını duyar gibi oldu, kendisini neyin beklediğini çok merak ediyordu.

Biraz sonra ressam “Hikâye özetle şöyle.” dedi. “İki ay evvel Leydi Brandon’lardaki büyük bir davete katıldım. Biz fukara sanatçıların, arada bir topluma kendimizi göstermemiz gerektiğini bilirsin; onlara bizim birer yabani olmadığımızı hatırlatmak için yaparız bunu. Koyu renk bir ceket giyip beyaz bir kravat takmıştım, hatırlarsın, bir seferinde bana herkesin, hatta bir borsa simsarının bile bu kıyafetlerle medeni bir imaj yaratabileceğini söylemiştin. Her neyse, odalardan birinde on dakika takıldım ve kocaman abartılı elbiseler içindeki gösteriş meraklısı kadınlarla ve insanı canından bezdiren akademisyenlerle konuşurken aniden birinin bana baktığını fark ettim. Yana doğru döndüm ve Dorian Gray’i ilk kez o an gördüm. Bakışlarımız buluştuğunda elimin ayağımın boşaldığını hissettim. Üzerime nadiren hissettiğim bir korku hissi hücum etti. İzin verdiğim takdirde, sadece kişiliği ile benim tabiatımı, bütün ruhumu, bizzat sanatımı istila edebilecek kadar büyüleyici bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayatımda hiçbir haricî tesire yer vermek istemezdim. Sen de bilirsin Harry, ben yapım gereği bağımsız bir adamımdır. Her zaman kendi kendimin efendisi olmuşumdur, en azından Dorian Gray ile tanışana kadar bu böyleydi. Ama sonra… Bunu sana nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Sanki bir şey bana hayatımda korkunç bir buhranın eşiğinde olduğumu söylüyordu. Kaderin benim için muazzam zevkler ve acılar hazırladığına dair tuhaf bir his kapladı içimi. Dehşete kapılıp odayı terk ettim. Bunu bilinçli olarak yapmamıştım: Bu bir tür korkaklık refleksiydi. Kaçmaya çalışmamın yükümlülüğü bana ait değil.”