banner banner banner
Efendi ile Uşak
Efendi ile Uşak
Оценить:
 Рейтинг: 0

Efendi ile Uşak

Efendi ile Uşak
Lev Nikolayeviç Tolstoy

Tolstoy’un öykülerinde para hırsı, kazanma arzusu önemli bir yer tutar. Bu öykülerin kahramanları, üç beş kuruş daha fazla kazanmak veya bir toprağı kapatmak için en olmadık şeylere katlanır, büyük bir emek ve çaba harcar, hatta bu uğurda canlarından bile olur. Efendi’de de böyle bir hırs ve arzu vardır. Bu yüzden o kar kış kıyamette Uşak’ı da yanına alarak bir ormanı ucuza kapatmak için yola çıkar. Ama bu sefer aşılması gereken çok büyük bir engel vardır: Doğa. Ve doğa karşısında, Efendi ile Uşak eşittir… Efendinin kendisine seslendiğini duymuş, cevap vermemişti; çünkü canı ne kımıldamak ne de konuşmak istiyordu. İçtiği çayların ve kar yığınları içinde çabalamalarının verdiği sıcaklık henüz devam etmekle beraber bu sıcaklığın daha çok sürmeyeceğini ve hareketler yaparak yeniden ısınmaya kuvvet bulamayacağını biliyordu. Kendisinin takatten düşerek nihayet durup ayak direyen, yediği kamçılara boyun eğip ilerleyemeyen bir beygir gibi bitkin olduğunu duyuyordu.

Lev Tolstoy

Efendi İle Uşak

Lev Tolstoy, 1828’de doğdu. Kont Nikolay Tolstoy’un oğluydu. Kazan Üniversitesinde okurken Rousseau’yu kendine kılavuz olarak seçti; göğsünde, madalyon içinde, resmini taşırdı. Rousseau’nun fikirleriyle işlenen kafasında yeni yeni ufuklar açılıyor, insanları ve hayatı yakından tanımak, insanlığın yararına çalışmak için can atıyordu.

Kırım Savaşı çıktığı vakit, üniversiteyi bıraktı, orduya yazıldı. Kurmay subayı olarak çarpışmalara katıldı, Sivastopol hengâmesinde oradaydı.

Sonra ordudan ayrıldı, bir ara Petersburg’un kibarları arasında, edebiyat çevrelerinde yaşadı, genç sanatkârlar arasında tanındı.

Tolstoy ilk kez 1857’de, ikinci kez de 1860’ta birçok Avrupa ülkesine seyahatlerde bulundu, oradaki yeni fikir akımlarıyla yakından temasa geçti. Bu arada “serbest eğitim” usulünü benimsedi. Rusya’ya dönünce Yasnaya Polyana’da bu yöntem üzerine eğitim yapan bir okul açtı. Bütün amacı “insanlara öbür dünyada değil, bu dünyada mutluluk getirecek bir din” kurmaktı.

Bir ara yazı yazmayı da bıraktı. Bu, kendisini sevenleri üzüyordu. Bunlardan biri -Turgenyev- ölüm döşeğindeyken, ona yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:

Sana bunları senin çağdaşın olmakla duyduğum sevinci belirtmek, içten gelen son isteğimi bildirmek için yazıyorum. Yeniden edebiyata dön azizim. Bu vergi sana bütün öteki vergilerin geldiği yerden gelmiş. Bu isteğimin senin üzerinde etkisi olacağını bilsem ne kadar mutlu olacağım!

1910 yılının 28 Ekim gecesi evinden kaçtı. Yalnız bindiği tren onu sonsuz bir yolculuğa doğru götürüyordu. Tolstoy yolda zatürreye tutuldu, Astapova’da onu trenden indirerek istasyon memurunun evine yatırdılar. Büyük romancı, 7 Kasım’da, orada öldü. Naaşını Yasnaya Polyana’ya getirip çocukluğunda “yeşil dal”ı aradığı topraklara gömdüler.

I

Kış günlerinden Saint Nikola’nın ertesi günü kasaba kilisesinin yortusu vardır. İkinci sınıf tüccarlardan Vasili o gün kiliseden ayrılamazdı. Vakıf işlerine o bakardı. Sonra evinde de bulunmak, akraba ve dostları kabul ve her birine ikram etmek lazımdı.

Fakat evinden son misafirler de ayrılınca yola çıkmak üzere hemen hazırlığa başladı. Yakınlarında oturan bir toprak sahibine gidip ondan çoktan beri pazarlığını etmekte olduğu bir ormanı alacaktı.

Acele ediyordu; çünkü civar şehir tüccarlarının daha evvel davranıp bu kelepiri kapmalarından korkuyordu. Kendisinin topu topu yedi bin ruble vermesine karşı ormanın toy sahibi on bin ruble istiyordu. Hâlbuki yedi bin ruble ormanın hakiki kıymetinin ancak üçte birini tutar tutmaz bir şeydi. Delikanlının istediğini belki de daha kırdırmak kabil olacaktı; çünkü orman Vasili’nin toprakları tarafına düşüyordu ve kasaba âyanı aralarında her birinin toprakları civarına düşen bu gibi satılacak yerleri ötekilerin artırmaması çoktan kararlaştırılmış bir şeydi; fakat işte o, şehirli odun tüccarlarının pazarlığa karışıp işi kapatıvermeye hazırlandıklarını duymuştu.

Bu şekilde kasabada yortu töreni biter bitmez kasasından yedi yüz ruble aldı, buna elinde olan kilise kasasından da iki bin üç yüz ruble kattı. Bu üç bin rubleyi gözlerini dört açarak bir daha saydı. Cüzdanına yerleştirerek yol hazırlığına başladı.

Hizmetçilerinden o gün biricik sarhoş olmayanı, çiftlik uşağı Nikita, atı koşmaya seğirtti.

Nikita o gün sarhoş değildi. Çünkü öteden beri içkiye pek düşkünlük göstermiş, bu uğurda yeni esvaplarını, çizmelerini de satmış ve en son artık içmemeye ahdetmiş ve gerçekten iki aydır da içmemekte bulunmuştu; o kadar ki her tarafından içkinin sular gibi aktığı şu yortu günlerinde bile kendini tutmuştu.

Ellisine basmış olan Nikita yakın köylerden birinden olup ömrünün en büyük kısmını başkalarının evlerinde, başkalarının topraklarında çalışmakla geçirmişti. Onun için “Yeryüzünde dikili ağacı yoktur.” denirdi.

İşe aşk ile sarılması, becerikliliği, kuvveti, hele güzel kalbi, iyi huyu itibarıyla her yerde sevilirdi. Fakat onun yine ortada çok görüldüğü olmazdı; çünkü yılda iki defa, bazen de daha çok içmeye başlar, o kadar içerdi ki, bu uğurda elinde avucunda ne varsa deve olur gider; iş bu kadarla da kalmaz, bu münasebetle kavgacı, geçimsiz bir şey olurdu. Kendisini Vasili de kaç kereler kapı dışarı etmişti. Ama döner, gene alırdı; çünkü dürüst, yumuşak bir adamdı; hususiyle hayvanları severdi, her şeyden üstün olarak da boğazı tokluğuna gibi bir bedelle çalışırdı. Böyle bir işçinin seksen ruble hakkı olduğu hâlde Vasili ancak kırk ruble verir, onu da parça parça verir ve çok kere de para yerine kat kat yüksek fiyatlarla dükkânından eşya verirdi. Adamcağızın bir zamanlar güzel olan çevik, becerikli ve idareli karısı bir oğlan ve iki kız çocuklarıyla evinde çalışıp yaşıyor ve kocasının yanı başlarında bulunmasında ayak diremiyordu. Çünkü herif içmediği zaman kadının elinde mum gibi olduğu hâlde sarhoş olur olmaz ele avuca sığmaz, önünü ardını aramaz bir afet olur, kadının ödü kopardı. Bir sarhoşluğunda, belki de ayıkken, kadına ettiği köleliklerin öcünü almak için kadının sandığını kırmış, süslü püslü nesi varsa ortaya saçmış, bir balta kaparak fistanlarını, etekliklerini, bluzlarını bir tomruk üstüne sıralayıp hepsini birden kıyma hâline koymuştu. Hak ettiği para doğrudan doğruya karısına verilir, kendisi de buna ağız açmazdı. Bu sefer de böyle olmuştu; yortudan iki gün önce kadın, Vasili’nin dükkânına gitmiş, topu birden üç ruble tutan halis un, çay, şeker, yarım şişe içki gibi öteberi şeyler ve beş ruble de para almış ve sanki kendisine bir ihsanda bulunmuş gibi efendiye teşekkürler ederek ayrılmıştı. Hâlbuki kendisine en aşağı hesapla yirmi ruble vermek lazım gelirdi.

Efendisi adamcağıza “Aramızda bir teklif tekellüf yok, değil mi? Her neye ihtiyacın olursa dükkândan al. İşler, parasını ödersin. Bende öyle başkaları gibi kontrat, ceza kesmek falan filan yoktur. Bende her şey sözle olur biter. Sen benim hizmetime gelmişsin, benim için de seni bırakmak yoktur.” derdi.

Efendi böyle söylerken uşağı için kendisinin sahiden bir velinimet olduğuna içinden inanırdı. Kandırmak meyli bir hadde idi ki, bu uşağı gibi, kendi parasıyla geçinen bütün diğer adamlarının da onun kimseleri aldatmadığı ve bilakis herkesi lütuflarına, ihsanlarına boğduğu fikrini besliyorlar sanır, hâlbuki buna yalnız kendisi inanmış bulunurdu.

Uşak: “Evet, Vasili öyle diyordu; fakat sanıyorum ki, ben de çalışıyorum, elimden geleni yapıyorum, sanki babamın işindeymiş gibiyim.”

Uşak hem böyle söylüyor hem de kendisini efendinin aldattığını pek iyi biliyor; fakat onunla hesaba kitaba kalkmasından bir şey çıkmayacağını, eline iyice bir yer düşünceye kadar ne verirse onu alıp burada çile doldurmakta devamın münasip olacağını düşünüyordu.

Şimdi hayvanı koşmak emrini almış, her zamanki gibi güler yüzle ve içinden gelen bir istekle arabalığa doğru seğirtmişti. Kazlar gibi ayaklarını içeri içeri attığı hâlde âdeti işe uçarak gitmekti. Çividen, sorguçlu ağır dizginleri aldı, gemin suluğunun seslerini çıkartarak ahıra girdi. Efendinin koşulmasını emrettiği hayvan orada bulunuyordu. Kendi başına ayrı bir ahırda bulunan orta boylu, sağlam yapılı, sağrısı biraz düşük aygır, uşağı görür görmez sevincinden kişneyerek selamlamış, o da “Ulan, Nassin, canın mı sıkılıyordu?” diye hatırını sormuş ve “Ey rahat dur, acele yok, sana ilk önce azıcık su vereyim…” demişti. Hayvana, sanki insanlarla konuşuyormuş gibi sözler söylerdi. Kaputunun eteğiyle hayvanın ortası tüysüz, tozlu dar bir oluk hâlinde çizgili olan yağlı sırtını sildi; taze ve güzel başına dizginliği geçirdi, kulaklarını ve yelesini dışarı aldı, suya götürdü.

Hayvan gübre ile dolu ahırdan tetik adımlarla çıkar çıkmaz çark yapıyor, kuyuya doğru kendisiyle birlikte koşmakta olan adamcağıza tekme atmak istiyormuş gibi tavırlar takınıyordu. Onun arka ayaklarıyla yolladığı tekmelerin can yakmak için kıyasıya bir düşmanlık eseri değil, bilakis kendisinin kürek kemiğine ancak ihtiyatla dokunup çekmekten, şakalaşmak kabilinden bir cilve yapmaktan ibaret olduğunu bilen ve bu hâle katılıp bayılan uşak “Kırıt çapkın, kırıt!” diyor, kendisi de dörtnala koşuyordu.

Hayvan buzlu sudan kana kana içerek, aralarından yalağa şeffaf damlalar düşen sık dudaklarını kımıldatarak içini çekti, sonra derin düşüncelere dalmış gibi bir an hareketsiz durdu ve birden gürültü ile aksırdı.

Uşak bu sefer gayet ciddi “Ya, artık istemiyor musun? Onu da keyfin bilir! Fakat sonra istemeye kalkmayasın…” diyerek ona ne yapacağını etrafıyla tembih ederek baş başa, şen şakrak koşar ayak arabalığa döndüler. Hayvan eşiniyor, avluyu gürültüye boğuyordu. Hizmetçilerden kimseler yoktu. Koca avluda yalnız aşçı kadının, o da yortu münasebetiyle dışarıdan gelmiş olan, kocası bulunuyordu. Uşak ona seslendi:

“Kardeş git şuna sor, aygırı hangi kızağa koşayım? Büyüğe mi, küçüğe mi?”

Aşçının kocası yüksek temeller üstüne kurulu demir çatılı eve girdi. Ve az sonra hayvanın küçük kızağa koşulması emrini getirdi. Uşak o gelinceye kadar hayvana başlığını takmış, çivili takımlarını geçirmişti. Bir eliyle hafif başlığı, öbür eliyle hayvanı çekerek içinde iki kızağın bulunduğu arabalığa girdi.

“Âlâ!.. Ufağa koşalım!” diyerek şimdi de ısırmak istiyormuş gibi cilveler yapan şen hayvanı okların arasına soktu.

Her şey bitip de sıra yalnız dizginleri takmaya gelince aşçının kocasına seslenerek ambardan bir bağ saman getirmesini söyledi.

Getirilen taze yulaf demetini kızağa yerleştiriyor ve hayvana “Halt etme, bu akıl işidir!” diyordu.

Sonra “Ey, bir de setre giymelisin… Ha şöyle, tamam…” diyerek hayvanın üstüne kanaviçeden yapılma bir örtüyü seriyor ve kızağın oturulacak yerindeki bölmeye yulafları tıkıyordu. Aşçının kocasına dönerek, “Eyvallah arkadaş, dört elin şakırtısı daha çok çıkıyor, bak hemen her şeyi bitirdik!” dedi.

Döndü, bir halkada asılı duran terbiyeleri çözerek kızağın pervazına ilişti ve tırısa kalkmak için bahane arayan hayvanı donmuş gübre ile örtülü olan avludan evin araba kapısına sürdü.

Siyah kürklü, kürk kalpaklı, temiz ayakkabılar giyinmiş, evden koşup gelen yedi yaşlarında bir çocuğun keskin sesi uşağa “Amca, amcacığım…” diyordu.

Çocuk kısa kürkünü ilikleyerek “Beni de al!” diye yalvarıyordu.

Uşak “Koş, benim minik efendim!” cevabıyla atı durdurdu. Efendisinin oğlunu kızağa bindirdi, çocuğun saman benzi bir an içinde sevinç dalgalarına bürünüvermişti.

Saat ikiyi geçiyordu. Hava soğuktu; sisli idi; rüzgâr esiyordu. Göğün yarısı basık, kara bir bulutla örtülü idi. Avluda sükûn vardı; fakat sokakta rüzgâr kuvvetlice uluyor, çatının üstünde birikmiş karları yakındaki arabalığın üstüne atıyor, köşede banyoların yanında kasırgalar yapıyordu.

Kızak araba kapısından henüz geçmiş, evin taş merdiveninin önünde durmuştu ki, efendi, dudaklarının arasında bir sigara, sırtında, aşağı tarafında bir kuşakla iyice sarılmış koyun postundan bir kürk olduğu hâlde, taş merdivenleri sarmış ve pekleşmiş bulunan kar tabakalarını çizmeleri ile çatırdatarak çıktı. Durdu, sigarasını bir defa daha çekerek attı, ezdi. Dumanını bıyıklarının arasından savurarak gözünün ucu ile hayvanı muayene etti; kürkünün yakasını, bıyıklarından başka her yeri gayet tıraşlı yüzünün iki tarafından, nefesiyle ıslatmayacak şekilde düzeltecekti. Oğlunu görerek “Çapkına bakın, ne de kurulmuş!” dedi.

Dostlarıyla birlikte fazlaca kaçırdığı içki başına vurmuştu. Kendine mahsus şeyleri görmekten, kendi hâl ve hareketinden her zamandan daha memnun bulunuyordu. Öteden beri Veliaht diye çağırdığı oğlunun her hâli pek hoşuna giderdi. Göz kapaklarını kırıştırması, uzun dişlerini meydana çıkarması buna işaret idi.

Başını ve omuzlarını örten yün şaldan yalnız gözleri görünen evin zayıf hanımı, hayatta kocasının arkasında duruyordu.

Ürkek bir hâl ile ilerleyerek “Nikita’yı yanına alırsan sahiden çok iyi edersin.” dedi.

Efendi hazretleri besbelli hiç hoşuna gitmeyen bu söze cevap vermedi. Suratını astı, yere tükürdü.

Kadın inlemeyi andırır aynı sesle konuştu:

“Üstünde para var. Sonra… Hava büsbütün bozulabilir, sahi söylüyorum.”

Efendi hazretleri satıcılarla, alıcılarla konuştuğu zamanlarki edası ile heceleri uzatarak “Canım benim kılavuza ihtiyacım mı var? Yolu bilmiyor muyum?” dedi.

Kadın şalı omuzlarının üstüne doğru az daha çekti: “Hayır, çok yalvarıyorum, onu al.”

“Yapışan zifte benzersin. Nasıl alırım, canım?..”

Uşak atıldı: “Ben hazırım…” Hanıma baktı: “Yalnız ben yokken biri hayvanlara yemlerini verse…”