banner banner banner
On Beş Yaşında Bir Kaptan
On Beş Yaşında Bir Kaptan
Оценить:
 Рейтинг: 0

On Beş Yaşında Bir Kaptan

On Beş Yaşında Bir Kaptan
Jules Verne

Dick Sand daha on beş yaşında bir çocuktu. Fakat hayat onu erken pişirmişti. Bu yaşında gemilerde miçoluk yapıyor ve yeri geldiğinde en önemli kararlara katılıyor, sorumluluk alıyordu. Bir gün olaylar öyle bir gelişti ki Dick Sand velinimeti Bay Weldon’ın Pilgrim adlı gemisinin kaptanlığını üzerine almak zorunda kaldı. Belki bu onun için bir şey değildi ama bu sorumluluğun yanı sıra Bayan Weldon’ın ve biricik oğlunun hayatları da kendisine emanetti. Buna bir de ölene kadar peşlerini bırakmayan bir gizli düşmanın sinsi planları eklenince Dick Sand, kendisini hiç istemeyeceği bir maceranın içinde buldu. Bilim-kurgu kitaplarıyla olduğu kadar macera-gezi romanlarıyla da tanınan ünlü yazar Jules Verne’in ailesi denizci bir soydan geliyordu. Jules Verne de tam bir deniz tutkunuydu; öyle ki gemilerde tayfalık yapmak için evden kaçtı ve yakalanarak ailesine teslim edildi. Onun bu deniz tutkusu eserlerine de yansıdı ve kitaplarında, denizlere ve deniz yolculuklarına önemli bir yer verdi. “Köle ticareti” ifadesi hiçbir lisanda yer almaması gereken bir ifade. Bazı Avrupa ülkelerine uzun süre büyük kazançlar sağlayan bu korkunç ticaret, birkaç yıldır görünüşte yasaklanmıştı. Fakat özellikle Orta Afrika ülkelerinde büyük ölçüde hâlâ devam ediyordu. Dahası, 19. yüzyılda, Hristiyan olduğu iddiasında olan bazı devletler bu ticaretin ortadan kaldırılmasını öngören belgeye imza atmamıştı bile…

Jules Verne

On Beş Yaşında Bir Kaptan

BİRİNCİ BÖLÜM

1

PILGRIM

Pilgrim isimli küçük yelkenli 43° 57’ güney enlemi ile 165° 19’ batı boylamında bulunduğu sırada tarih 2 Şubat 1873’tü. Kaliforniyalı zengin armatör James W. Weldon’a ait iki direkli yelkenli Pilgrim, güney denizlerindeki balina avcıları için San Francisco’da donatılmıştı.

James Weldon, balina avcılarını her av mevsimi Bering Boğazı’nın ötesindeki arktik bölgeler ile Antarktika Okyanusu’nun altındaki Tazmanya’ya ve Horn Burnu’na göndermeye alışkındı. Pilgrim her ne kadar çok küçük olsa da kendi sınıfının en iyi araçlarındandı. Denizde harika ilerlerdi ve donanımı o kadar ustaca düzenlenmişti ki çok az sayıda mürettebatla dahi, güney yarım kürenin geçilmez sanılan buzullarında yol alabilirdi. Hünerli bir kılavuzlukla korkusuzca süzülürdü buz dağlarının arasından. Buz dağları, her ne kadar sürekli darbelerden dolayı aşınsalar ve sıcak akıntılarla derinden oyulsalar da Yeni Zelanda veya Ümit Burnu’nun bulunduğu enleme kadar sürüklenir (Aynı enlemin kuzey yarım küredeki karşılığında daha önce hiç görülmemişlerdir.), Atlas veya Pasifik Okyanusu’na ulaştıklarında çoktan erirlerdi.

Pilgrim yelkenlisinin idaresi yıllardır Kaptan Hull’a emanetti. Kendisi tecrübeli bir denizciydi ve Weldon’ın hizmetindeki en usta zıpkıncılardandı. Mürettebat beş denizci ve bir miçodan oluşuyordu. Balina avı gemilerinin donanımı çoktu ve balinaları parçalamak için fazla eleman gerektiğinden altı kişi bu iş için oldukça yetersizdi hâliyle. Fakat Weldon, diğer gemi sahiplerinin izinden gittiğinden gemiyi San Francisco’da tutmayı ve sadece Yeni Zelanda’ya ulaştırabilecek sayıda adam çalıştırmayı daha ekonomik bulmuştu. Yeni Zelanda hemen hemen her milletten denizcilerin veya muhtaç durumdaki göçmenlerin kolaylıkla toplaşabildiği bir yerdi. Kaptan, av mevsimi süresince istediği kadar balina avcısını işe alma konusunda hiçbir zorluk yaşamıyordu. Böylece denizciler, hizmetlerine ihtiyaç kalınmadığı anda işten çıkarılabiliyorlardı; bu da en kârlı ve en uygun yoldu.

Pilgrim, güney kutup dairesindeki yolculuğunu yeni tamamlamıştı. Ancak bu sefer -her zamankinin aksine- varillerini yeteri kadar balina yağı dolduramamıştı ve içine bol bol balina kemiği yüklenmemişti. Bereketli avların olduğu zamanlar geride kalmıştı. Deniz memelilerine durmadan yapılan kuvvetli saldırılar nedeniyle artık doğru dürüst av yapılmıyordu. Kuzey Atlantik balinalarına veya mavi balinalara tesadüf etmek de artık çok güçtü. Balina avcılarının artık kambur balina veya jubarte olarak bilinen ve uğraşmak zorunda kalındığında hatırı sayılır bir tehlike riski barındıran türlere yönelmekten başka seçeneği kalmamıştı.

Bu yılki balina arzı o kadar azdı ki Kaptan Hull gelecek yıl için daha aşağıdaki güney enlemlerine doğru yol alma kararı almıştı. Hatta gerekirse Amerikalı Kâşif Wilkes’in keşfettiği iddia edilen fakat aslında Astrolabe ve Zelee gemilerinin kaptanı şanlı Fransız Dumont d’Urville tarafından bulunan Claire ve Adelie topraklarına kadar ilerleyecekti.

Bu av mevsimi Pilgrim için fevkalade şanssız geçmişti. Ocak ayının başında, neredeyse güney yarım küre yazının ortasında, balina avcılarının olağan dönüş zamanlarından çok önce Kaptan Hull, her zaman avlandığı yerleri terk etmek zorunda kalmıştı.

Her biri fazlasıyla şüphe uyandıran kiralık işçileri, söz dinlemez-ce davranıyorlardı; bunun sonu isyana varabilirdi. Kaptan Hull fırsat bulduğu anda onlarla yollarını ayırması gerektiğini fark etmişti. Bu yüzden Pilgrim gemisi hiç vakit kaybetmeden kuzeybatıya yöneldi. Yeni Zelanda ufukta görüldüğünde tarihler 15 Ocak’ı gösteriyordu. Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası’ndaki Auckland’ın Hauraki Körfezi’nde bulunan Waitemata Limanı’na ulaştıklarında bütün ekip kati bir kararla işten çıkarıldı.

Gemi mürettebatı hiç memnun değildi. Öfkelilerdi. Daha önce hiç bu kadar az miktarda yükle dönmemişlerdi. Genelde bundan en az iki yüz varil daha fazla yükleri olurdu. Kaptanın bizzat kendisi, ilk kez, elleri yarı boş dönmenin utancını yaşıyordu. Ayrıca av yolculuğunun başarısız geçmesine sebep olan o serserilerin isyanından dolayı herkesin siniri tepesindeydi. Kaptan Hull, yaşanan hayal kırıklığının önüne geçmek için elinden geleni yapmıştı. Yeni bir ekip kurmak için her türlü çabayı sarf etmişti ama artık çok geçti. Bütün denizciler balık yataklarına doğru çoktan yol almışlardı. Bu sebepten hasılattaki eksikliği giderme yolundaki ümidinden vazgeçmek durumundaydı. Mürettebatı ile birlikte Auckland’dan ayrılmak üzereyken yerine getirmesi gereken bir rica ile karşılaştı. James Weldon bir işinden dolayı olsa gerek yolculuklarından birinde eşini, beş yaşındaki oğlu Jack’i ve Kuzen Benedict diye bilinen akrabalarından birini yanında getirmek zorunda kalmıştı. Weldon, San Francisco’ya geri dönüşünde ailesini de yanında götürmek niyetindeydi fakat küçük Jack ciddi bir hastalığa yakalanmıştı ve işleri için acilen geri dönmesi gereken babası onu, eşini ve Kuzen Benedict’i Auckland’da bırakmak zorunda kalmıştı. Üç ay kadar bir süre sonra küçük Jack iyileşmeye başlamıştı ve eşinden uzun süre ayrı kalmaktan bunalan Bayan Weldon en kısa sürede eve dönmek için sabırsızlanıyordu.

San Francisco’ya ulaşmak için Avustralya’ya gitmesi, oradan Melbourne ile Panama Boğazı arasında gidip gelen “Altın Çağ” şirketine ait gemilerden birine binmesi ve Panama Kıstağı-Kaliforniya arasında düzenli seferleri bulunan şirketin vapurlarından birini beklemesi gerekiyordu. Fakat sürekli bir yerlerde durmayı ve rota değişikliğini gerektiren bir yolculuk her zaman tatsızdır ve kadınlar ile çocuklar için uygun değildir. Öyle ki Bayan Weldon eşine ait deniz araçlarından biri olan Pilgrim’in Auckland’a geldiğini duyduğu vakit, böyle bir güzergâhı takip edecek yolculuğa çıkma konusunda kararsız kaldı. Aceleyle Kaptan Hull’un yanına vardı ve oğlunu, Kuzen Benedict’i ve çocukluğundan beri yanında bulunan yaşlı zenci bakıcıyı Pilgrim’e alıp San Francisco’ya götürmesi için ricada bulundu.

“Bu kadar küçük bir yelkenlide sekiz bin dokuz bin kilometrelik bir mesafeyi katetmek tehlikeli değil mi?” diye sordu kaptan.

Fakat Bayan Weldon ricasında ısrar etti. Bunun üzerine aracının deniz yolculuğundaki maharetine güvenen ve Ekvator’un iki yarısında da bu mevsim havanın iyi olacağını tahmin eden Kaptan Hull bu ricayı geri çevirmedi. Kırk elli gün sürecek bu yolculukta hanımefendiye mümkün olan en yüksek rahatı sağlayabilmek için kendi kamarasını onun kullanımına tahsis etti. Konforlu bir yolculuk için her şey hazırdı. Göz önündeki tek engel Valparaiso’da duraklama meselesiydi; çünkü Pilgrim’in yükünü boşaltması gerekiyordu. Fakat bu iş halledilir halledilmez Pilgrim, yelkenle yolculuk yapmayı uygun kılan kara meltemlerinin de yardımıyla Amerika kıyıları boyunca yoluna devam edebilirdi.

Bayan Weldon birçok deniz seferinde kocasına eşlik ettiğinden deniz hayatının zor taraflarına alışkındı; onun için bu kadar ufak bir deniz aracında yolculuk etme konusunda tereddüde kapılmamıştı.

Otuz yaşında, cesur ve neşeli bir kadın olan Bayan Weldon fazlasıyla sağlıklıydı ve onun için denizde korkulacak hiçbir şey yoktu. Kocasının güvenini fazlasıyla kazanan Kaptan Hull’un tecrübesinden emindi. Dahası onun gemisinin Amerikan balina avı gemileri arasında en iyisi olduğunu biliyordu. Geminin güvenliğine dair en ufak bir itimatsızlık duymuyordu ve bu gemi kendisine dolambaçsız bir güzergâh sunduğu için memnundu.

Kuzen Benedict bu yolculukta ona eşlik edecekti. Kendisi elli yaşlarındaydı ve yalnız yolculuk etmekten korkmayacak kadar ihtiyatlı davranmayı elden bıraktığı söylenebilirdi. Uzun ince sıska yapısı, devasa kafası ve gür saçları ile sıcakkanlı, zararsız bir bilgindi. Altın gözlüklerini taktığında daha da ihtiyarlamış gibi görünürdü.

O iyi adamlardandı ki tüm dünya tarafından “kuzen” olarak görülür ve kendi ailesi dışında bile Kuzen Benedict diye tanınırdı. Hayattaki en sıradan işlerin bile üstesinden tek başına gelemezdi. Yemeği önüne koyulmadan önce bu konu ile ilgili hiçbir şey yapmazdı. Sıcağa veya soğuğa fazlasıyla duyarlı biri gibi görünüyordu. Yaşamaktan ziyade bitkisel bir hayat sürdüğü söylenebilirdi. Uzun kolları ve elleri hem kendisi hem de başkaları için engel oluştursa da hiç kimse ona kabalık etmezdi. M. Prudhomme’un da dediği gibi, “Keşke ona beceri bahşedilseydi…” Eğer beceri sahibi olsaydı dünya üzerindeki insanlara yardım etmekten geri kalmazdı. Ne var ki beceriksizlik onun karakterinin en baskın özelliğiydi ve doğasının derinliklerine işlemişti. Fakat bu beceriksizlik onun hor görülmesine sebep olmuyor, aksine kendisine nezaketli davranılmasını sağlıyordu. Bayan Weldon onu küçük Jack’in abisi olarak görüyordu.

Bu arada yanlış anlaşılmasın, Kuzen Benedict ne aylaktı ne de işsizdi. Tam tersine! Doğa bilgisine duyduğu tutku, tüm zamanını alıyordu. Yine de kendisini doğa bilgini olarak tanımlayacak kadar iddialı değildi. Doğa biliminin genel olarak sınıflandırıldığı dört farklı alan olan zooloji, botanik, mineraloji ve jeolojiye ait kapsamlı çalışmaları yoktu. Botanik bilimci, mineral bilimci veya jeolog olma iddiaları da yoktu. Çalışmaları onu sadece zoolog olarak tanımlamaya yeterdi, o da kısmen.

Kendisinin bir G. Cuvier olduğu söylenemezdi. Hayvan âlemini analizle çözümleyip sentezle düzenlemek hevesinde değildi. Merakı, onu omurgalılar, yumuşakçalar veya ışınsal simetrili canlılar konusunda ustalaştırmamıştı. İşin aslı omurgalı hayvanlar, yani kuşlar, sürüngenler veya balıklar ya da ister kafadan bacaklıgiller isterse yosun hayvancıkları olsun yumuşakçalar, onun hiçbir şekilde ilgisini çekmiyordu. Gece mesaisini ışınsal simetrili canlılardan derisi dikenlilere, denizanalarına, ahtapotlara, bağırsak kurtlarına veya haşlamlılara ayırdığına da tesadüf edilmemişti.

Hayır, hayır… Kuzen Benedict’in merakının başladığı ve bittiği yer artikulatlardı. Hemen belirtmek lazım ki kendisinin çalışmaları artikulatların tasnif edildiği altı alt sınıf olan eklem bacaklılar, çok ayaklılar, örümcekgiller, eklem bacaklı kabuklular, kabuklu deniz hayvanları ve annelidleri kapsamıyordu. Ayrıca bağırsak kurdunu sülükten, kulağakaçanı deniz solucanından, örümceği akrepten, karidesi salya böceğinden, solucanı kırkayaktan bilimsel açıdan güçlükle ayırt edebilirdi. Açıkça söylemek gerekirse Kuzen Benedict amatör bir böcek bilimciydi. Böcek biliminin geniş bir saha olduğu söylenebilirdi. Kısaca artikulatların bütün alt sınıflarını ihtiva ederdi. Fakat dostumuz Benedict böcek bilimci sıfatını bilinen anlamıyla kısmen taşırdı. Şöyle ki kendisi bir böcek gözlemcisi ve koleksiyoncusuydu.

Böcek derken artikulatların; vücudunda eş merkezli hareket eden ve her birinde bir çift bacak olan üç ayrı birimden oluşan, bilimsel olarak heksapod (altı bacaklı) olarak sınıflandırılan türünden bahsediyoruz. Kuzen Benedict işte buraya kadar bir böcek bilimciydi. Ayrıca unutmamak gerekir ki kendisinin meraklı bir öğrencisi olarak yetiştiği böcekgiller 10 alt sınıfa ayrılır.[1 - Bu alt sınıflar: 1. Düz kanatlılar, örn.: Çekirge, cırcır böceği. 2. Sinir kanatlılar, örn.: Yusufçuk böceği. 3. Zar kanatlılar, örn.: Arı, yaban arısı, karınca. 4. Pul kanatlılar, örn.: Kelebek, güve. 5. Yarım kanatlılar, örn.: Ağustos böceği, pire. 6. Kın kanatlılar, örn.: Mayıs böceği, ateş böceği. 7. Çift kanatlılar, örn.: Sivrisinek, meyve sineği. 8. Bükük kanatlılar, örn.: Parazit sinek. 9. Parazitler, örn.: Bit. 10. Kılkuyrukgiller, örn.: Gümüş böceği. (e.n.)] Bu on alt sınıf arasından sadece kın kanatlılar ve çift kanatlılar kendi içlerinde otuz bin ve altmış bin farklı tür barındırıyordu. Bu bereketli alanın Kuzen Benedict’in azimle çaba harcayabileceği bir alan olduğunu itiraf etmek gerekir.

Kuzen Benedict neredeyse her saatini en sevdiği bilim dalı için harcıyordu. Altı bacaklılar gündüzleri aklında, geceleri rüyalarındaydı. Ceketinin kollarına ve yenine, yeleğinin önüne veya şapkasının ucuna takılı iğneleri saymak mümkün değildi. Yoluna herhangi bir şekilde çıkabilecek böcekler için her an hazırdı yani. Kırlardan dönüşünde onu böceklerle kaplı bir şekilde bilimin büyüsüne kapılmış vaziyette görmek mümkündü. Bu güçlü tutkusu, onun Bay ve Bayan Weldon’a Yeni Zelanda yolculuklarında eşlik etmesine sebep olmuştu. Burası ona bereketli bir bölge gibi görünmüştü. Yeni türler bulmayı başardığı için bir an önce San Francisco’ya dönüp onları koleksiyonunda ait oldukları yere yerleştirmek için can atıyordu. Ayrıca onsuz yola çıkmak Bayan Weldon’ın aklından bile geçmiyordu. Onu tek başına bırakmak çok zalimce olurdu. İşin aslı Bayan Weldon Pilgrim’e ne zaman gidecek olsa Kuzen Benedict de onun yanında bulunurdu. Herhangi bir acil durumda kendisinden herhangi bir yardım beklenemezdi. Bilakis kendisi böyle bir durumda fazladan yük olurdu. Fakat yine de ortada bu yolcuğun güzel geçmeyeceği kanaatini uyandıracak ve bundan şüphe etmeyi gerektirecek herhangi bir sebep yoktu. Bu yüzden sıcakkanlı böcek bilimciyi geride bırakmak gibi yakışıksız bir teklifte bulunulmadı bile. Pilgrim’in Waitemata’dan planlanan zamanda yola çıkması hususunda herhangi bir engel oluşturmak istemeyen Bayan Weldon bütün hazırlıklarını mümkün olan en hızlı şekilde yaptı. Auckland’da geçici olarak hizmetine aldığı çalışanların işine son verdi ve küçük oğlu Jack ile yaşlı zenci bakıcıyı yanına alıp mekanik bir şekilde hareket eden Kuzen Benedict’le birlikte 22 Ocak’ta yelkenliye bindi.

Bizim amatör böcek bilimci kendi özel kutusuna gözü gibi bakıyordu. Koleksiyonunda dikkate değer yeni cepkenli böcekler vardı; gözleri başlarında bulunan otobur kın kanatlılara ait bir tür. Bunların Yeni Kaledonya bölgesinde sıra dışı bir şey olduğu düşünülürdü. Dikkatini çeken başka bir hayvan ise Maoriler arasında “katipo” adıyla bilinen ve ısırması hâlinde ölüme yol açacağı iddia edilen zehirli bir örümcekti. Ne var ki bu hayvan örümcekgillerdendi ve tam olarak bir böcek olmadığından Benedict bu canlıya gereken ilgiyi göstermeyi reddetti. Araştırması süresince keşfettiği yeni bir tür olan “staphylinus Neo-Zelandus” (cepkenli Yeni Zelanda böceği) koleksiyonun yıldızı olmanın yanı sıra çok nadir bulunan bir böcekti. Bu da onun tahmin edilenin de ötesinde değerli olduğunu gösteriyordu. Böcek kutusunu fevkalade bir rakama sigortalatmıştı; çünkü içindekilerin Pilgrim’de bulunan bütün yağ varillerinden ve balina kemiklerinden daha değerli olduğuna inanıyordu.

Kaptan Hull, Bayan Weldon’a ve ona eşlik edenlere doğru yaklaştı ve “Anlamanız lazım ki Bayan Weldon…” dedi, şapkasını saygıyla kaldırarak “bu yolculuğa tamamen kendi sorumluluğunuzda çıkıyorsunuz.”

Kadın “Kesinlikle Kaptan Hull.” diye cevap verdi.

“Fakat bunu neden soruyorsunuz?”

“Çünkü Bay Weldon’dan herhangi bir emir almadım.” diye cevap verdi kaptan.

“Fakat benim talebim sizi sorumluluktan muaf tutar.” dedi Bayan Weldon.

“Ayrıca…” diye ekledi Kaptan Hull, “yolcu vapurunda bulabileceğiniz konforu burada size sağlayamam.”

“Pekâlâ biliyorsunuz kaptan…” diye itiraz etti kadın. “eşim çocuğunu ve karısını Pilgrim’e emanet etme hususunda bir an bile tereddüt etmezdi.”

“Emanet mi dediniz hanımefendi? Kendim de sizi Pilgrim’e gönül rahatlığıyla emanet ederdim. Tekrar ediyorum, Pilgrim size alışkın olduğunuz rahatı sağlayamaz.”

Bayan Weldon gülümsedi. “Ah… Ben sizin mızmız yolcularınızdan biri değilim. Sıkışık ufak kompartımanlarınızla veya tatsız yemeklerinizle ilgili herhangi bir şikâyette bulunmam.”

Oğlunun elinden tuttu ve yürümeye devam etti ve bir an önce yola çıkılması ricasında bulundu. Bunun üzerine gereken emirler verildi; yelkenler ayarlandı ve körfez boyunca yapılan kısa bir yolculuktan sonra Pilgrim dümeni Amerika’ya kırdı. Üç gün sonra esmeye başlayan şiddetli doğu rüzgârlarından dolayı rotalarını rüzgâr yönünde çevirdiler.

Bunun neticesinde tarihler 2 Şubat’ı gösterirken kaptan kendisini öyle bir enlemde buldu ki Yeni Kıta’nın batı kıyılarına değil de Horn Burnu’na doğru yol almaya başladığından şüphe etmeye başladı. Fakat deniz hâlâ aşırı dalgalı değildi. Ufak bir gecikme olduysa da çıktıkları deniz seferi her şeyiyle mükemmeldi.

2

MİÇO

Gemide fazladan kompartıman yoktu. Bu sebepten Bayan Weldon, kaptanın, kendi mütevazı kompartımanına yerleşme teklifini kabul etmeye mecbur kaldı. Böylece ufak Jack ve dadı ile birlikte buraya yerleşti.

Kuzen Benedict’in uyuyabileceği bir alan da kendisine tedarik edilmişti. Kaptan Hull ise mürettebatın kaldığı yerde, olağan koşullarda ikinci kaptana ait olması gereken kompartımanda kalıyordu. Fakat daha önce de belirtildiği gibi ikinci bir kaptanın hizmetlerinden çoktan vazgeçilmişti.

Bütün mürettebat, sadakatle bağlı oldukları işverenlerinin eşine karşı saygıda kusur etmiyordu. Hepsi de Kaliforniya kıyılarının yerlisi olan cesur ve tecrübeli denizciler, ortak bir anlayışın getirdiği alışkanlıklarla bir araya gelmişlerdi. Her ne kadar sayıları az da olsa işten kaytarmazlardı. Bunun sebebi ise görev aşkı değil, yaptıkları işin kendilerine de doğrudan kazanç sağlamasıydı. En son yolculukları, hep birlikte çıktıkları dördüncü seferdi ve ilk kez başarısız olmuşlardı. Hepsi de çıktıkları seferin olması gerekenden daha az verimli geçmesinin sorumlusu isyankâr balinacılara karşı öfkeyle doluydu.

Gemide Amerikalı olmayan tek kişi geçici bir süre için istihdam edilen aşçıydı. Adı Negoro’ydu ve Portekiz doğumlu olsa da İngilizceyi mükemmel bir akıcılıkla konuşurdu. Bir önceki aşçı gemiyi Auckland’da terk etmişti. O sırada işsiz olan Negoro bu görev için başvurduğunda daha fazla gecikme yaşamak istemeyen Kaptan Hull geçmişine bakmadan onu işe aldı. Aşçının işini yaparken herhangi bir kusuruna rastlanmasa da davranışlarında, daha doğrusu yüz ifadelerinde kaptanın şüphelerini çeken bir şey vardı. Kaptan, bu kadar yakınına aldığı bu kişinin geçmişini araştırırken daha fazla zahmete girmediğine pişman olmuştu.

Negoro kırk yaşında gözüküyordu. Cılız gibi bir izlenim verse de kaslıydı ve orta boyluydu. Dinç bir yapısı var gibiydi, saçları koyu renkliydi ve ten rengi esmere kaçıyordu. Sessiz sakin bir hâli vardı ve zaman zaman söylediği sözlerden, belirli düzeyde bir eğitim aldığı anlaşılıyordu. Ailesi veya geçmiş hayatı gibi konular söz konusu olduğundaysa ser veriyor sır vermiyordu. Kimse onun nereden geldiğini bilmiyordu ve kimseye nereye gidiyor olduğu bilgisini emanet etmemişti. Sadece ve sadece Valparaiso’ya ayak basma niyetini açıkça belli etmişti. Deniz tutması konusunda herhangi bir sıkıntı yaşamıyor olması ilk kez deniz yolculuğuna çıkmadığını gösterse de denizcilik jargonu konusundaki cehaleti mevcut mesleğine aşina olmadığını ispatlıyordu. Mürettebatın geri kalanından mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyordu. Gündüz vakti, ufak mutfağın boyutlarıyla çelişki içinde olan koca demir kazanın başından nadiren ayrılıyor, geceleriyse ateş söner sönmez ilk fırsatta ranzasına gidip uyuyordu.

Pilgrim’in mürettebatının beş denizci ile bir miçodan oluştuğunu daha önce de söylemiştik. Bu yamak Dick Sands’di. Dick on beş yaşındaydı ve ailesi yoktu. Meçhul anne babası onu doğumunda terk etmişti ve kamuya ait bir yardım kuruluşu tarafından büyütülmüştü. Kendisini henüz birkaç saatlik bir bebekken bulan hayırsever adamın adı Dick olduğu için bu ismi almıştı. Soyadı olan Sands ise kendisinin bulunduğu yer olan Sandy Hook’tan geliyordu. Burası New York Limanı’nın girişinde, Hudson Nehri’nin ağzında bir yerdi.

Dick henüz çok genç olduğu için ileride büyük ihtimalle boyu daha da uzayacaktı. Fakat orta boydan uzun olması çok da muhtemel değil gibiydi. O kadar yapılı ve dayanıklı görünüyordu ki çok daha uzun olması imkânsızdı. Ten rengi koyu olsa da ışıldayan mavi gözleri, Anglosakson kökenli olduğunu şüphesiz bir şekilde ortaya koyuyordu. Ayrıca yüzü enerji ve zekâ saçıyordu. Yöneldiği meslek ona hayat mücadelesinde gerek duyacağı özellikleri kazandırmış gibi görünüyordu. Virgil’in çoğunlukla yanlış aktarılan bir sözü vardır: “Audaces fortuna juvat!” (Cesura talih yardım eder.) Ancak bunun aslı Audentes fortuna juvat!”dır (Korkusuza talih yardım eder.). Aradaki fark küçük gibi görünse de fazlasıyla dikkate değer. Gözü pek olandansa öz güvenliye, korkusuz olandansa cesur olana gösterir talih gülümsemesini. Korkusuz adam genellikle düşünmeden hareket eder; cesur olansa harekete geçmeden önce düşünür. İşte Dick Sands gerçekten yiğit ve cesurdu. On beş yaşındaydı. Sadece az sayıda gencin çocukluğun havailiklerini geride bırakmayı başardığı bir yaş… Bir erkeğin sahip olması gereken istikrarı yakalamıştı ve ona üstünkörü bakan herhangi bir insanın dahi zekâsından etkilenmemesi pek muhtemel değildi. Buna rağmen düşünceli biriydi. Bulunduğu durumun zorluklarını henüz genç bir yaştayken dahi idrak etmişti ve bir karar almıştı. Hiçbir şeyin kendisini azıcık dahi olsa uzaklaştıramayacağı bir karar. Kendine ait, herkesten bağımsız ve onurlu bir mesleğinin olması kararı… Kıvrak ve çevik hareketleriyle fiziksel güç gereken her alanda ustalaşmıştı. Eline aldığı her işi o kadar hakkıyla yerine getirirdi ki iki sağ eli ve iki sol ayağı olduğunu düşündürten o mucizevi ölümlülerden biri olduğunu sanırdınız.

Dört yaşına kadar Amerika’da terk edilmiş çocukları barındıran kurumlardan birinde yaşamıştı ve sonrasında hayırsever yardımlarıyla desteklenen bir endüstri okuluna gönderilmişti. Bu okulda okuma yazma ve aritmetik öğrenmişti. Ta bebeklik zamanlarından beri denizci olma arzusundan bir an dahi vazgeçmemişti. Öyle ki sekiz yaşına gelir gelmez Güney denizlerinde dolanan gemilerden birine miço olarak yerleştirilmişti. Mürettebat ona karşı ilginç bir merak duyuyordu. Bu sayede bir deniz adamının disiplinine ve işi için ihtiyacı olan temel bilgiye hakkıyla sahip olmayı başarmıştı. İşinde en iyi yerlere geleceği konusunda hiçbir şüphe yoktu. Çünkü ekmeğini alnının teriyle kazanması gerektiği ona henüz bir çocukken öğretilmişti.

Dick, ticaret gemilerinde miçoluk yaptığı zamanlardan birinde Kaptan Hull’un dikkatini çekmiş ve sonrasında kaptanın patronu olan Bay Weldon ile tanıştırılmıştı. Çocuğa yardım etmek isteyen Weldon, onun San Francisco’da kendi ailesinin de bağlı olduğu Katolik kilisesinin öğretileri doğrultusunda eğitilmesini sağlamıştı.