banner banner banner
Türk Devletinin Tekâmülü
Türk Devletinin Tekâmülü
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Devletinin Tekâmülü

Türk Devletinin Tekâmülü
Ziya Gökalp

"Devlet muharebeleri, bunlara nispetle, gayet az kurban verirdi. Bundan başka, bir kere büyük bir 'sulh devleti' teşekkül etti mi artık uzun seneler muharebe olmazdı." Toplumsal sorunları açıklamak ve bu sorunlara çözümler getirmek iddiasıyla Batı’da gelişen bir bilim olarak sosyolojiye, o dönem türlü sorunlarla karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti içerisindeki problemlere çözüm arayışı içinde olan aydınların rağbet göstermesi kaçınılmaz bir durumdu. Bu aydınların başında gelen Ziya Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi -o zamanki adıyla içtimaiyat- kurmuş, Comte-Durkheim çizgisinde kalarak pozitivist sosyolojinin temsilcisi olmuş bir mütefekkir idi. Gökalp, bu çözüm arayışı içinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlaki ve kültürel değerleriyle, Batı’dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabasına girdi. Düşüncesinin temelinde, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” gayesi yatıyordu. Gökalp, bu gaye uğruna konferanslar vermiş, değişik edebî türlerde eserler kaleme almış, farklı gazetelerde birçok konuda makaleler yazmış, ilmî araştırmalar yapmış, Türkiye’de bilimin gelişmesi için büyük bir gayret sarf etmiştir. Millî edebiyatın kurulması ve gelişmesinde de önemli bir rol oynayan, siyasi ve toplumsal konularda sayısız makale kaleme alan, bir dönem Diyarbakır milletvekilliği yapmış Ziya Gökalp’ın sosyoloji anlayışı, Türkiye’de 1940’lara kadar, neredeyse tek egemen sosyoloji ekolü olmuştu. Gökalp benimsediği sosyoloji anlayışı ile Türk tarihi, millî edebiyat, şiir, roman, bilim, felsefe, içtimai hayat, toplumsal yapının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, iş bölümü gibi konulara eğilmiş ve görüşleri ile Türk sosyal biliminde ve edebiyatında bugünlere kadar etkisini göstermiştir.

Ziya Gökalp

Türk Devletinin Tekâmülü

BOY[1 - “Küçük Mecmua”, yıl: I, sayı: 4, 30 Şevval, sene: 340 (26 Haziran, sene: 338), sayfa: 9b-12b; “Dergâh”, yıl: II, cilt: III, sayı: 32, tarih: 5 Ağustos, 338, s. 114c-115c.]

Türk cemiyeti iptida bir “boy”dan ibaretti. (“Boy”, Mahmut Kaşgarî Lügati’ne göre “halk” manasındadır.) “Boy”un reisine “tudun” denilirdi. Sonra müteaddit boylar birleşerek “il”i vücuda getirdiler. “İl”in reisine de “yabgu” adı verilirdi. Daha sonra müteaddit “il”lerin birleşmesinden bir “hakanlık” vücuda geldi. Yabgular bir hakana tabi oldular. Bazı zamanlarda da bütün hakanlıklar birleşerek Türklerin mecmusu bir “ilhanlık” hâline girdiler. Bu zamanlarda, “hakanlar”da bir “ilhan”ın derebeyleri hükmüne girdiler.

Türk cemiyetinin “boy” şeklini bulmak için tarih bize rehberlik edemez; bu hususta kavmiyata (etnografya) ve seyahatnamelere müracaat etmemiz lazımdır. Bazı eski iller vardır ki bugün boylara inhilal etmiştir. İnhilalden doğan bu boyları tetkik edersek tekâmülden evvelki boylar hakkında da bir fikir edinmiş oluruz. Mesela Harizm ülkesindeki Türkmenler, bugün müstakil boylar hâlinde yaşıyorlar. Misal olarak bunlardan “Teke Boyu”nu tetkik edelim:

“Teke Boyu” da öteki Harizm ve İran boyları gibi, “taife”lerden, “taife”ler “tire”lerden mürekkeptir. Tekelilerde hâkimiyet “boy meclisi”nde, yani “halk meclisi”ndedir. Her fert bu meclisin azasındandır. Bu meclis, bir han, yani bir “tudun” intihap eder. Fakat han, halkı memnun edemezse istifaya mecburdur. Hanın maiyetine gençlerden kırk yiğit verilir. (Korkut Ata Kitabı gösteriyor ki eski Oğuzlarda da her boy beyinin kırk yiğidi vardı.) Bunlar hanın emirlerini infaz ederler. Fakat hanın mali kuvveti, binaenaleyh hazinesi yoktur. Hususi maksatlar için “ihtiyar” namıyla bir “halk mümessili” intihap olunur; ittifak, müsalaha gibi siyasi mukavelelerde elçilik vazifesini bunlar yaparlar.

“Teke”liler üç kısma ayrılmışlardır:

1. Toktamışlar ki Merv Vahası’nın şark kısmındadırlar.

2. Otamışlar ki garp kısmında sakindirler.

3. Beyler ki vahanın şarki müntehasında otururlar.

Bu üç zümrenin üçünde de ayrı ayrı yukarıda zikrettiğimiz teşkilat mevcuttur. Bundan bir müddet evvel “boy hükûmeti”, “saray hükûmeti”ne doğru istihaleye başladı. Demokrasiden kılıçla kazanılmış irsî bir hükümdarlığa doğru yürüdü. Bu yeni idare tarzı, Nur Verdi Han adlı meşhur bir reis ile başlar. Bu Han, Tekelileri Hive ve İran devletleriyle “Sarık=Sarı” aşiretine karşı muzafferiyetlere nail etti. Han, cesur ve kerim idi. Kendilerini hükümdar yapan insanlar enmuzecinden idi. Nüfuzu o kadar büyük idi ki “Ak Kal Tekelileri”nin riyasetini oğlu Mahdum Kulu Han’a verdi; kendisi Merv Vahası’ndaki Tekelilerin riyasetini kazanmaya muvaffak oldu.

Tekelilerde “serdar” namıyla “akın” idare etmesini bilen tabii reisler de var. Bu tabii kumandanlardan biri bir akına karar verdi mi üzerinde ufak bir bayrak bulunan mızrağını otağının önüne diker ve bütün iyi Müslümanları Hazreti Nebi namına sancağı altına davet eder. Silah altına davet pek nadir olarak iyi bir kabul görmez (Çünkü akınlar ekseriyetle Şiiler ve Ruslar aleyhinedir.). Serdar derhâl çadırı altında yüzlerce, hatta binlerce, cenkçiyi kör bir itaatle emrine hazır bulur. Bunlara tecemmu mahallini ve zamanını söyler; fakat hedefi söylemez.

Tekelilerin beyan olunan hâlleri, Hive Türkmenlerinin son derece müsavatçı, demokrat olduklarını gösteriyor. Avrupalı birçok seyyahlara göre, Hive Türkmenleri, dünyanın en demokrat kavmidir. Gaston Richard diyor ki: “Bu kavimde müsavat kemalin son derecesini bulmuştur; çünkü Türkmenlerde ücretle müstahdem hizmetçiler yoktur. Esirler ise pek azdır.”

Türkmenlerin demokratlığı yalnız içinde hizmetçilerin ve esirlerin bulunmamasından ibaret değildir. Tekelilerde gördüğümüz veçhile, Türkmenler âdeta “referandum” usulüyle idare olunur bir cumhuriyettir. Hanın bir cumhur reisi kadar bile nüfuzu yoktur. Çünkü maaşı, tahsisatı yoktur. Hanı intihap ve azleden “halk meclisi”dir. Gaston Richard, Mihailof’’tan nakil ile şöyle diyor: “Kendi isteğiyle ne siyasi reisi ne derece farkı kabul etmeyen bu müsavatçı halkta, efkâr-ı amme, taaddüd-i zevcata gittikçe gayri müsait oluyor. Türkmenlerde büyük bir ekseriyetin yalnız bir karısı vardır ve taaddüt-i zevcatı asla kabul etmezler.”

Hive’deki Türkmenler müstakil boylar hâlinde yaşamakla beraber, aralarındaki eski bir il rabıtasını gösteren bazı ananeler de vardır:

Güya Türkmenlerin hepsi Mangışlamak’tan çıkmışlar. İlk ataları Sun Han ile Esen İli imiş. Sun Han’dan Yomut ile Teke doğmuş, Esen İli’den de Çavdar ile Salur üremiştir.

Er Sarı ile Köklen esasen Bin Kışlak’ta otururlarmış.

Bu rivayete bakılırsa Hive’deki Türkmenlerin vaktiyle iki kola münkasım bulunduğu, binaenaleyh bir “orta il” olduğu anlaşılıyor. O hâlde bugünkü “müstakil boy hayatı” bir inhilal neticesidir.

Türk cemiyetinin ilk devrine çıkacak olursak “boy”u, bir “aşiret”ten ibaret görürüz. Mahmut Kaşgarî’nin beyanına göre, her boyun “çıvı” adlı hususi bir mabudu varmış. İki boy muharebe edecekleri günden evvelki gecede, iki tarafın “çıvı”ları düello ederlermiş. Gece hangi “çıvı” galip gelirse sabahleyin vuku bulacak muharebede mutlaka onun boyu galebe çalarmış. Bundan anlaşılıyor ki “çıvı”lar kendi boylarını akına, kan davasına, teşvik eden “aşiret ilahları” idiler. Bunlardan başka, büyük bir ihtimale göre, her tirenin, her semiyenin bir totemi vardı. Yani semiyenin ismi bir hayvan yahut nebat adı idi. Semiye ile adaş olan bu hayvan yahut nebat, kendi semiyesi tarafından mukaddes tanınırdı. Eti yenilmez, kanı dökülmez, hakkında hürmetsizlikte bulunulmazdı. Eski Türklerin boy devrinde, “totemizm” dininin hâkim olduğu, bazı izlerden anlaşılıyor. Yakutlarda her şamanın bir “eye kila”sı yani bir “maderî totem”i vardır (“Eye”, “ana” demektir. “Kil”, “hayvan” manasınadır.). Bu totemler kurt, ayı, köpek, at öküz gibi hayvanlardır. Hubert’e göre şamanlar, burada semiyelerin yerine kaim olmuşlardır. O hâlde, bu totemler, esasen tirelere aittir. Zaten, totemlerle çıvılar mensup oldukları zümrelerin maşerî vicdanlarının timsallerinden ibaretti. Eski Türkler tarafından bütün içtimai mahiyetlerin bu gibi timsallerle irade olunduğunu ileride göreceğiz. Totemizmin bir izi de bütün zümre isimlerinin hayvan, nebat yahut eşya adları olmasıdır.

“Börtüler” (Kurtlar); “Baş Kurtlar” (Arı Beyleri); “Varsaklar” (Parslar); “Tuhsınlar” (Tosunlar); “Oğuzlar” (Öküzler); “Ak Koyunlular”; “Bağışlar” (Dişi Geyik); “Ala Yund” (At); “Teke”; “Kara Keçi”; “Boz Doğan”; “Develi”; “Araslar” (Arslan). Totemizmin başka izlerini de ileride il bahsinde göreceğiz.

İL[2 - “Küçük Mecmua”, yıl: I, sayı: 5, 8 Zilkade, sene: 340 (3 Temmuz sene: 338), sayfa: 7a-lla. “Dergâh”, yıl: II, cilt: III, sayı: 36, tarih: 5 Teşrinievvel, 336, s. 177a-178b.]

“İl” kelimesi, Orhun Kitabesi’nde “devlet” manasınadır. Mahmut Kaşgarî Lügati’nde il kelimesi “sulh” manasını ifade eder. İl kelimesinin bu iki manası, eski Türklerce, “sulh” ile “devlet” arasında bir rabıtanın vücuduna delildir. Filhakika, eski Türklerde il, “sulh dini” adını verebileceğimiz bir din sistemidir. Bu dinle, yeni bir ilah, “il ilahı”, boy ilahlarına galebe çalarak boylar arasında akını, soylar arasında kan davasını nehye başlamıştı. Artık aşiret kavgaları yasaktı. Çıvılar, kendi boylarını, aşiret kavgalarına teşvik etmeyecekti. Bir “sulh dini”ni kabul edenler, “sulh dairesi”ne, “il dairesi”ne girmiş olurdu.

Bu suretle vücuda gelen “il dairesi”nden en eski Türk devleti teşekkül etti. Türklerde “devlet”, bu “il dini” kadar eskidir. Çinliler, merkezî bir devlet kuramıyorlardı. Tsin Türkleri, milattan 245 sene evvel, “il dini”ni oraya sokarak ilk defa Çin’de siyasi bir vahdet vücuda getirdiler. Türkler, bu “sulh dini” sayesinde, Asya’nın her tarafına ve Avrupa’nın şark taraflarına yayılarak oralardaki aşiretleri birleştiriyor, dâhilî sulh esasına müstenit devletler vücuda getiriyorlardı; Çin’de, Afganistan’da, Belücistan’da, Hint’te, Rusya’da, Macaristan’da, Ulahlık’ta, Bulgaristan’da devlet esasını kuran Türklerdi.

Bidayette, bütün Asya ve Şarki Avrupa, kavgacı aşiretler hâlindeydi. Boylar durmaksızın birbirleriyle gazve, soylar durmaksızın kan davasını takip ederler, bundan dolayı savaşlar yaparlar, arada sel gibi kanlar akardı. “İl dini”, bu dökülen kanlara nihayet verdi. Asya’da, Şarki Avrupa’da umumi bir sulh husule getirdi. Türk ilhanları zamanında, Mançurya’dan Macaristan’a kadar, herkes başına altun koyup hür, serbest gezebilirdi.

Bazı bedhahlarımız, Türklerin büyük ilhanlıklar kurmak için, muharebeler açtıklarını, çok kanlar döktüklerini yazarlar. Hâlbuki bu büyük muharebeler, daimî olan küçük harpleri kaldırmak için yapılıyordu. Her sene aşiret kavgalarının öldürdüğü insanlar milyonlara çıkardı.

Devlet muharebeleri, bunlara nispetle, gayet az kurban verirdi. Bundan başka, bir kere büyük bir “sulh devleti” teşekkül etti mi artık uzun seneler muharebe olmazdı.

Bilhassa Türklerin muharebeleri, bütün milletleri, “sulha davet” mefkûresine istinat ettiği için her ne zaman, mağlup taraf sulh istese galip Türk bulunuyorsa mutlaka, sulh teklifini kabul ederdi. Milattan iki yüz şu kadar sene evvel, karargâhı muhasara edilen Çin fağfuru, Türk Hükümdarı Meten’den (Mete) sulh ister istemez teklifi kabul edildi. Türk tarihinde bunun misallerine çok tesadüf edilir.

Fransızca La Grande Encyclopedie, Hunlar maddesinde, en büyük muzafferiyetler anında bile Attila’ya ne zaman sulh teklif edilmişse derhâl kabul ettiğini yazıyor. İşte Attila’nın hakiki siyaseti! Düşman bile istemeyerek onun faziletini itirafa mecbur oluyor. Attila’nın muharebeleri, dâhilî kavgalarla mezbaha hâlini almış olan Avrupa’da, “umumi bir sulh” vücuda getirdi. Cermenlerin devlet teşkilatına alışmaları, aralarında sulhun, adaletin takarrürü, Hunların terbiyevi idareleri altında yaşamaları sayesinde vukuya geldi. Avrupalılara göre Attila, kendi kendine “Allah’ın Belası” unvanını veriyormuş: Bu da bir tahrif. Hun Hükümdarlarının eski zamanlardan beri unvanı “Tanrı Kutu=Allah’ın İnayeti” idi. De Guignes, hakikati, bir asırdan beri meydana koyduğu hâlde, Attila’nın unvanını tashihe çalışmamak Avrupalıların garazkârlığına delalet etmez mi? “Tatar” kelimesini “cehennem” manasına “Tartar” yapan Avrupalılar, “Allah’ın İnayeti” manasına delalet eden bir unvanı da aksi manaya çeviremezler mi? Eski Türklerde bir siyasi cemiyet kendi zümresine “iç il” adını verdiği gibi, başka milletlere de “dış il” adını verirdi. İlhanlıklarda “iç il”in dairesi, bütün Türkleri ihtiva edecek kadar genişlerdi. Orhun Kitabesi Çin, Tibet, Hıtay gibi milletlere “çulkı(?)=dış il” adını veriyor. Bu tabir gösteriyor ki “il dini”, Türklerde “millet mefkûresi” gibi bir de “beynelmileliyet mefkûresi” doğurmuştu. İlhanların yuğlarında (matem bayramlarında), yalnız “iç il”den olan ecnebi devletlerin de murahhasları bulunurdu. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki “il” kelimesinin iki manasından “sulh” manası daha eskidir. “İlçi” tabiri “sulhçu” mefhumunu ifade eder. Türklerin aşiret hayatı yaşadığı devirlerin bazı izleri darbımesellerde kalmıştır: “Kanı kan ile yıkarlar, kalanı su ile yıkarlar.” Sonraları “dâhilî sulh” teessüs edince bu atasözleri şu şekle girdi: “Kanı kan ile yıkamazlar, kanı su ile yıkarlar.” İşte bu iki halk sanihasından birincisi bize boy hayatını, ikincisi il hayatını gösterir.

Türkler, en eski zamanlarda “il” şeklinde muntazam devletler teşkil etmişlerdi. Devletin aşiretten farkı, “kan davası” kaidesini ilga etmesidir. Bir zümrede “kan davası” tesanüdü varsa o aşirettir. Bir zümre “kan davası”nı menetti mi artık o, devlet mahiyetini almıştır. Türklerin eski kanunnameleri elimizde olmadığı için, bizzarure bunlardan alınma olan Çingiz Yasası’na müracaat edeceğiz. Mahmut Esat Efendi’ nin Dareste’den tercüme ettiği, Tarih-i İlm-i Hukuk adlı eserinin 122. sahifesinde şöyle deniliyor: “İfâdât-ı sabıkadan müsteban olacağı üzere, Çingiz Han’ın yasası eski intikam-ı dem hakkını refederek yerine reis-i hükûmet namına ve onun emri ile icra edilen ceza-i hakikiyi ikame etmiştir. Ceza-i mali, ceza-i bedeniyenin fidyesinden ibarettir. Zamanımıza kadar vasıl olan kalîlülmikdâr fıkarattan istinbat olunabildiğine göre tarafeyn beyninde akd-i sulh mevzubahis değildir.”

Bundan anlaşılıyor ki Türklerde eski zamandan beri ceza, hukuk-i ammeye aitti. Fertlerin hayatını, malını, ırzını muhafaza etmek velayet-i ammenin borcuydu. Bunlara karşı vuku bulacak taarruzların faillerine ceza tayin ve tatbik etmek de velayet-i ammeye ait bir salahiyetti. Katil, cerh gibi meselelerde, diyet verip uyuşmak, velayet-i ammenin hakkına tecavüz olduğu cihetle memnu idi.

Türklerde il şeklindeki devletin teamülî bir hukuku vardı ki buna “töre” adı verilirdi. Zaten “Türk” kelimesi “töreli” manasınadır. “Töre”siz olan kavimlere “tat” ve “tatar” namları verilirdi. “Tat”lar Türk medeniyetinin haricinde yaşayan yabancı milletlerdi: Tacikler, Soğdaklar, Farsiler gibi. Tatarlar ise Türk medeniyeti dâhilinde yaşadığı hâlde, aşiret âdetlerini muhafaza eden Moğollarla Tunguzlardır. Tatarların henüz il hayatına girmediğini Câmiü’t-Tevârîh bize şu suretle anlatıyor: “Tatar kavmi birçok şubelerden mürekkep olup takriben yetmiş bin haneyi muhtevi idi. Ülkesi Çin hududu ile Boyır Gölü’ne mücavirdi… Her aşiret hususi bir sahaya malikti. Tatarlar, ekser zamanda, Hıtay İmparatorluğu’nun tebaası ve haracgüzârı idi. Fakat ekseriya filan yahut falan aşiretleri isyan eder ve ancak silah kuvvetiyle itaat altına alınırdı. Çok defa da aşiretler birbirleriyle muhabere ederlerdi. “Tatarlar”[3 - Burada bir kelimelik boş yer bırakılmış..] (Şol=Berberî) ve Frank kavimleri gibi ufak bir münazaa sebebiyle yekdiğerine bıçak yahut kılıç sallamakla maruf idiler. Bugün Çingiz Moğolları arasında mevcut olan zapturapt onlarda yoktu. Kindar, gazub ve intikamcı idiler.”

Bu tavsiften anlaşılıyor ki bugünkü Şimal Türklerine Tatar adı vermesi doğru değildir. Şimal Türkleri Eski Bulgar, Hazar, Kuman, Peçenek, Kıpçak, Kanglı Türklerinden mürekkep bir Türk halitasıdır. Bunların hepsi ya il yahut hakanlık ve ilhanlık hayatı yaşamışlardır. Buralara gelmiş olan Tatarlar, yalnız Avarlar, Suvarlar, Kalmuklardır ki Şimal Türkleri arasında bunların hiçbir izine tesadüf edilemez. Hülasa Tatarlar, Türklerin “töre”siz kalmış amcazadeleri ve dastani düşmanları idi. Çok zamanlar, Türkler, Tatarlara hâkim olmuşlar, bazen onların hükmü altına girmişlerdi. Oğuz menkıbeleriyle bazı izlerini muhafaza eden Türk Şehnamesi, Türklerle Tatarların daimî mücadelelerinden ibarettir.

Türklerde müstakil boy hayatını ancak bir inhilal neticesi olarak bulmuştuk. Eski Türklerde cemiyetin en umumi şekli ildir. “Türk Töresi”ni anlamak, ancak il teşkilatını iyi bilmekle kabil olabilir. Binaenaleyh, biz burada, ilin muhtelif enmuzeçlerini tetkik edeceğiz.

Türk ili, aşağıdaki üç enmuzece irca edilebilir:

1. Dört “boy”un ittihadından husule gelen “küçük il”

2. İki “küçük il”in birleşmesinden doğan “orta il”

3. İki “orta il”in birleşmesinden vücut bulan “büyük il”

KÜÇÜK İL[4 - “Küçük Mecmua”, yıl: I, sayı: 6, 15 Zilkade, sene: 340 (10 Temmuz, sene: 338), sayfa: 6b-11a. “Dergâh”, yıl; II, cilt: IV, sayı: 37, tarih: 20 Teşrinievvel, 338, s. 495a-496a.]

“Küçük il”, dört boyun siyasi bir vahdet hâline girmesi demektir. Boyların mutlaka dört olması, cihetlerin dört olmasından ileri gelir.

“Küçük il”, “küçük natürizm” adını verebileceğimiz bir dinî sisteme istinat eder. Türklerin, boy devrinde iken dinî sistemlerinin “totemizm” olduğu bazı izlerden anlaşılıyor. Boyların ittihadından “küçük il” teşekkül ederken bu “totemizm”in “küçük natürizm” sistemine istihale ettiğini görüyoruz.

Şairane bir din olan “küçük natürizm”e göre dört cihetten her birinin kendine mahsus bir kutsiyeti vardır. Bu kutsiyetler birtakım timsallerle irae edilir:

Bu timsallerden birisi renklerdir. Aşağıdaki dört renkten her biri, dört cihetten birinin kutsiyetine delalet eder:

Manevi timsaller olan bu dört rengi maddi renklerle karıştırmamalı! Türkler, bu dört rengi maneviyata hasredebilmek için bunların maddi manalarına ayrı kelimeler tahsis etmişlerdir:

Türkçede selika sahibi olanlar bu zahirî müteradifler arasındaki derin farkları bilirler: Mesela “siyah” çehreli bir adamın yüzü “ak” olabilir. “Beyaz” çehreli bir insanın da yüzü “kara” çıkabilir. Bundan başka “kızıl inkılapçı, kızıl sosyalist” denilebilir; fakat “kırmızı inkılapçı, kırmızı sosyalist” denilemez. Nasıl ki “Gök Tanrı”, “Gök Türk”, “Gök Sancak” tabirlerinde de “gök” kelimesi yerine “mavi” kelimesini koyamayız.

Lisanımızda renklerin iki adlı olanları da bu saydıklarımıza münhasırdır. Öteki renklerin yalnız birer adı vardır: Mor, Sarı, Yeşil, Boz…

Bu hususiyetler gösteriyor ki dört cihetin timsalleri olan bu dört renk, Türkçede manevi mahiyetini hâlâ muhafaza ediyor. Bundan başka, bu renkleri, dört cihete mensup olan dört denizin adlarında da görüyoruz:

Bu renklerden bazısını da cihetlere mensup rüzgârlarda görüyoruz: Kara Yel (Şimal Rüzgârı) gibi. O hâlde diğer cihetlerdeki renklere de (rüzgârlara da) gök yel, kızıl yel, ak yel diyebiliriz.

“Küçük natürizm”in yaşadığı zamanlarda, eşyayı yerli yerine koymak için onları, renklerinin delalet ettiği cihetlerde sıralamak lazımdı. Milattan iki yüz dokuz sene evvel, ilk Türk ilhanlığını tesis eden “Hiung Nu” hükümdarı Mete, Çin imparatorunun karargâh-ı umumisini muhasara ettiği zaman, istihdam ettiği dört süvari livasını, atlarının renklerine nazaran dört cihette yerleştirmişti. Şarktaki livanın atları “gök”, Cenuptakiler “kızıl”, Garptakiler “ak”, Şimaldekiler “kara” renkli idiler.