banner banner banner
Hacı Murat
Hacı Murat
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hacı Murat

Hacı Murat
Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Tolstoy; 1851 yılında, henüz yirmi üç yaşındayken Kafkaslardaki savaşa gönüllü olarak katılır. Savaşın benliğinde bıraktığı tüm etkileri, zihnine kazıdığı tüm izlenimleri çeşitli romanlarına aktarır ve tam kırk beş yıl sonra Hacı Murat’ı yazmaya karar verir; eser ancak ölümünden sonra yayımlanır. Gözü kara, çevik, korkusuz, yürekli bir yiğit; ne ile yıldırılabilir? Prangalara mahkûm edilemeyen, kılıcından tüm diyarlar nasiplenen Hacı Murat; ailesinin tutsak edilişi ile eli kolu bağlı bir vaziyette kalır. Hiçbir koşulda eğilmeyen, düşmanın dahi hayran olduğu başı; bir gün olur, hain ellerin oyuncağı hâline gelir. Hacı Murat, savaş tarlasının ortasındaki o göz alıcı deve dikenidir. Dikenlerinin batmasından korkanlar, elini uzatarak koparmaya cesaret edemeyenler; onu ancak bir tarlanın sürülme kargaşasında ezebilirler. "Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda 'Tatar' denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı."

Lev Tolstoy

Hacı Murat

Lev Tolstoy, 9 Eylül 1828 tarihinde, Rusya’nın Tula şehrindeki Yasnaya Polyana adlı konakta; Kont Tolstoy ve Prenses Mariya’nın dördüncü çocuğu olarak doğdu. Küçük yaşta annesini ve babasını kaybetmesi üzerine eğitimi, yakınları tarafından üstlenildi.

Fransızca öğrendi; Voltaire, Jean-Jacques Rousseau gibi yazarları okudu ve onlardan etkilendi. Sonrasında “ulaşılmaz ebedî kalem” olarak adlandırdığı Yasnaya Polyana’ya döndü ve ilk eseri olan Çocukluk’u kaleme aldı.

Orduda görev alarak Kafkasya’ya gitti, ardından Kırım Savaşı’na katıldı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Petersburg’da bulundu, birçok eserini burada kaleme aldı.

Yasnaya Polyana’ya yerleşti ve 1862 yılında Sophie Behrs ile evlendi. Eşinin büyük desteği ve düzenlemeleri ile Savaş ve Barış, Anna Karenina gibi önemli eserlerini ortaya çıkardı.

20 Kasım 1910 tarihinde, 82 yaşındayken, kış ortasında evini terk edip hasta düşmesi üzerine; bir tren istasyonunda zatürreden vefat etti. Cenazesi, binlerce köylünün sokakları doldurması ile Yasnaya Polyana’ya gömüldü.

Başlıca eserleri: Çocukluğum (1852), İlk Gençlik (1854), Gençlik (1856), Savaş ve Barış (1869), İvan İlyiç’in Ölümü (1886), Anna Karenina (1877), Diriliş (1899), Hacı Murat (1912), Sergi Baba, Efendi ile Uşağı, Kadının Ruhu, Şeytan…

Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat Bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.

Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları: Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).

I

Tarlaların arasından ilerleyerek eve dönüyordum. Yaz ortasıydı, çayırlar biçilmiş ve hasat toplamaya başlanmıştı. Yılın bu mevsiminde her yer çeşitli çiçeklerle doluydu. Kırmızı, beyaz, pembe renkli mis kokulu püsküllü yoncalar; ortaları parlak sarı ve hoş baharatlı kokuları ile süt beyazı öküzgözü papatyalar; sarı, bal kokulu katırtırnakları; laleye benzer şekli, uzun saplarıyla beyaz ve leylak rengi çan çiçekleri; dalları yerleri süpüren sarmaşıklar; sarı, kırmızı ve pembe mineler; tozpembe tonlarda çiçekleri olan, hafif kokulu, tüylü süsenler; yeni açılmış çiçekleri güneş ışığında parlak mavi görünen ama akşama doğru ya da büyüdükçe soluklaşıp kırmızılaşan peygamber çiçekleri ve koparıldığı anda hemen solmaya yüz tutan, narin yapraklı ve badem kokulu su ketenleri.

Kendime tüm bu çiçeklerden büyük bir demet toplayarak eve gidiyordum ki bir hendekte çiçek açmış, bizim oralarda “Tatar” denilen ve otları biçenlerin onlardan dikkatli bir şekilde kaçındıkları koyu kırmızı, göz alıcı bir deve dikenini fark ettim. Etraftaki otlar biçildiği sırada onları özellikle kesmemeye dikkat eder, yanlışlıkla kesecek olurlarsa ellerine batmasından korkarak hemen otların içinden çekip atarlardı. Bu deve dikenini koparıp, demetimin tam ortasına koymayı düşünerek hendeğe indim. Miskince çiçeğin tam ortasında tatlı bir uykuya dalmış kadifemsi tüylere sahip bir yaban arısını kovduktan sonra, çiçeği koparmak için çalışmaya başladım. Kısa bir süre içerisinde de bunun ne zor bir iş olduğunu anladım. Elimi bir mendille sarmış olmama rağmen çiçek yine de her tarafımı delik deşik etti. Ayrıca sapı öylesine sertti ki lifleri birer birer kırarak yaklaşık beş dakika boyunca onunla mücadele etmek zorunda kaldım. Sonunda onu kopardığımda, sap tamamen yıpranmıştı ve çiçeğin kendisi de artık o kadar taze ve güzel görünmüyordu. Üstelik toplamış olduğum onca narin çiçeğin ortasında fazlasıyla kaba ve basit duruyordu, hiçbir albenisi kalmamıştı. Yerinde güzel görünen bir çiçeği boş yere kopardığım için üzülerek onu bir kenara fırlatıp attım. “Vay canına, yaşamak için ne büyük enerji ve azim! Kendini nasıl bir kararlılıkla savundu ve hayatı için ne büyük çaba sarf etti!” diye aklımdan geçirerek, onu koparmak için ne büyük bir çaba sarf ettiğimi düşündüm.

Eve giden yol, yeni sürülmüş kara topraklı tarlalardan geçiyordu. Bense bu tozlu toprakta rastgele yürüyordum. Sürülmüş tarla bir toprak sahibine aitti ve o kadar büyüktü ki her iki yanda, tepenin zirvesine kadar önümde, düzgün bir şekilde çatlamış olan nemli topraktan başka hiçbir şey görünmüyordu. Arazi gayet iyi işlenmişti ve hiçbir yerde tek bir ot parçası ya da herhangi bir bitki görünmüyordu, her yer sadece kapkara topraktan ibaretti. “Ah, insan ne kadar da yıkıcı bir yaratık… Kendi varlığını sürdürmek için ne kadar çok bitkiyi yok ediyor!” diye, bu cansız siyah alanda istemsizce canlı bir şeyler arayarak düşünmeye devam ediyordum. Önümde, yolun sağında bir tür küçük küme gördüm ve yaklaştıkça, bunun boş yere koparıp attığım deve dikeni ile aynı olduğunu fark ettim.

Bu “Tatar” bitkisinin üç sapı vardı. Biri kırılmış ve sakatlanmış bir kolun boşta sallanması gibi dışarı sarkmıştı. Diğer ikisinin her biri bir zamanlar kırmızı ama şimdi kararmış birer çiçek taşıyordu. Bir sap kırılmıştı ve yarısı, ucunda kirli bir çiçekle sarkıyordu. Diğeri de kara çamurla kirlenmiş olmasına rağmen hâlâ dimdik duruyordu. Belli ki bitkinin üzerinden bir arabanın tekerleği geçmiş ama bitki yeniden doğrulmuştu ve bu yüzden dik olmasına rağmen gözlerinden biri oyulmuş, sanki vücudunun bir parçası yerinden çıkmış, bağırsakları dışarı çekilmiş, bir kolu kırılmış gibi bir yana bükülmüş hâlde duruyordu. Her şeye rağmen yine de dimdik durmaya devam ediyor ve etrafındaki tüm kardeşlerini yok eden insanoğluna teslim olmuyordu.

“Ne büyük yaşam hırsı!” diye düşündüm. “İnsanoğlu her şeyi fethediyor ancak milyonlarca bitkiyi yok etmiş olmasına rağmen bu, ona boyun eğmeyerek direniyor!”

Ve yıllar önce kısmen kendim gördüğüm, kısmen görgü tanıklarından duyduğum ve kısmen de hayal ettiğim bir Kafkas hikâyesini hatırladım. Hikâye, hafızamda ve hayalimde şekillendiği hâliyle şöyleydi:

***

1851 yılının sonuna doğruydu. Soğuk bir kasım akşamı Hacı Murat, Rus topraklarından yaklaşık on beş mil uzakta bulunan ve Kizyak’ın tezek kokusuyla kaplı düşman bir Çeçen avulu[1 - Kafkasya’da Müslüman köyü. (e.n.)] olan Mahket’e ulaştı. Müezzinlerin ilahi sesinin yeni kesilmiş ve tezek kokusunun her yere enikonu sinmiş olduğu dağ havasında, bal petekleri gibi birbirlerine yapışık kerpiç evlerin bahçelerinden yükselen inek böğürtüleri ve koyunların melemelerinin arasından, aşağıdaki çeşmenin yanından yükselen kadın ve çocuk sesleri açıkça duyulabiliyordu.

Hacı Murat, sancağı olmadan asla at sürmeyen, marifetleriyle ünlü Şamil’in[2 - Şeyh Şamil (1797-1871): Kuzey Kafkasya halklarının siyasi ve dinî önderi. (e.n.)] naibi ve önünde gösteri yapan düzinelerce müritten biriydi. O sırada başında bir kukuleta ve her tarafını saran bir yamçı[3 - Bir yüzü uzun tüylü, kalın yünden dokunarak yapılmış yağmurluk. (e.n.)] vardı, yamçısının altından tüfeğinin ucu görünüyordu ve yanında adamlarından sadece biri vardı. Mümkün olduğu kadar az dikkat çekerek kendini göstermemeye uğraşırken bir taraftan da keskin kapkara gözleriyle yoldan gelip geçen köylülerin yüzlerine ihtiyatla bakmaya çalışıyordu.

Avula girdiğinde, açık meydana giden yoldan yukarı çıkmak yerine sola dönerek dar bir ara sokağa saptı ve tepenin yamacına açılan ikinci bir kerpiç eve vardığında durup etrafına baktı. Evin önündeki sundurmanın altında kimse yoktu ama kerpiç evin çatısında, yeni sıvanmış kil bacanın arkasında, koyun postuna sarınmış bir adam yatıyordu.

Hacı Murat, deri örgülü kırbacının sapıyla ona dokundu ve dilini şaklattı. Koyun postunun altından takkeli, artık tamamen eskimiş beşmetli[4 - Beşmet: Kafkas halklarının, Tatarların giydikleri içi astarlı, dize kadar gelen bir çeşit hırka. (e.n.)] yaşlı bir adam çıktı. Kirpiksiz göz kapakları kıpkırmızı ve çapaklanmış yaşlı adam, uyanabilmek için sürekli gözlerini kırpıştırıyordu.

Hacı Murat; alışılmış bir edayla, “Selamünaleyküm!” diyerek yüzünü açtı.

“Aleykümselam!” dedi yaşlı adam onu tanıyarak ve dişsiz ağzıyla gülümseyerek. Kuru kemikli bacaklarının üzerinde doğrularak, bacanın hemen yanında duran tahta ayakkabıların içine ayaklarını sokmaya çalıştı. Sonra yavaşça kollarını buruşuk koyun derisinin kollarına geçirdi ve çatıya dayanan merdivene giderek geri geri indi; giyinirken ve aşağı inerken ince, buruşmuş, güneşten yanmış boynunun üzerindeki ihtiyar başını sallayarak, dişsiz ağzıyla sürekli bir şeyler fısıldıyordu.

Yere iner inmez konuksever bir tavırla Hacı Murat’ın atının dizginini ve sağ üzengisini tuttu ama konuğun güçlü ve çevik adamı hızla atından inerek, atın dizginlerini eline alıp yaşlı adamın yardımına gerek kalmadan gereğini yapmaya koyuldu.

Hacı Murat da atından indi ve hafif topallayarak sundurmanın altına girdi. Kapıdan çabucak çıkan on beş yaşında bir çocuk onu karşıladı, olgun üzümlere benzeyen kapkara ve parlak gözlerini merakla yeni gelenlere dikti.

“Camiye koş ve babanı çağır.” diye emretti yaşlı adam, kerpiç evin içine açılan ince, gıcırdayan kapıyı açmak için aceleyle ilerlerken.

***

Hacı Murat dış kapıdan içeri girerken iç kapıdan elinde minderlerle sarı önlüklü, kırmızı beşmetli, geniş mavi şalvarlı, ince, zayıf yapılı, orta yaşlı bir kadın dışarı çıktı.

“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz!” dedi ve neredeyse iki büklüm olana kadar eğilerek, konuğun oturması için ön duvar boyunca minderleri düzenlemeye başladı.

“Oğulların çok yaşasın!” diye cevap verdi Hacı Murat; yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkararak, evin efendisinin iki büyük leğen arasına asılı, temiz kil sıvalı ve özenle badanalanmış duvarda parıldayan silahlarının yanındaki bir çiviye dikkatlice astığı sırada. Hacı Murat, belindeki tabancasını düzelterek, kaftanının eteklerini güzelce toparlayıp minderlere doğru ilerledi ve bağdaş kurarak oturdu. Yaşlı adam hemen karşısına oturdu, gözlerini kapadı ve açık ellerini havaya doğru kaldırdı. Hacı Murat da aynısını yaptı; sonra bir duayı tekrar ettikten sonra ikisi de yüzlerini sıvazladılar ve ellerini sakallarının ucundaki avuç içleri birleşinceye kadar aşağı indirdiler.

“Ne haber?” diye sordu Hacı Murat, yaşlı adama yüksek sesle.

“Yeni bir haber yok!” diye cevapladı yaşlı adam, cansız kırmızı gözleriyle Hacı Murat’ın yüzüne değil, göğsüne bakarak. “Ben kovanlarla yaşıyorum ve bugün oğlumu görmeye geldim… O bilir.”

Yaşlı adamın aslında durumdan haberdar olduğunu ancak onun bilmek istediklerini söylemeye niyeti olmadığını anlayan Hacı Murat, hafifçe başını salladı ve daha fazla soru sormadı.

Yaşlı adam, “İyi haber yok.” dedi bir süre sonra. “Tek bildiğim şu ki tavşanlar kartallarla nasıl baş edeceklerini tartışıp duruyorlar ancak kartallar birer birer önce birini, sonra diğerini parçalıyor. Geçen gün Rus köpekleri Miçitskiylerin avulundaki saman yığınlarını yaktılar. Kör olasıcalar!” diye ekledi sonra yaşlı adam, boğuk ve öfkeli bir sesle.

Hacı Murat’ın adamı odaya girdi, güçlü bacakları toprak zeminde yumuşak adımlarla ilerliyordu. Sadece hançerini ve tabancasını tutarak Hacı Murat’ın yaptığı gibi yamçısını, tüfeğini ve kılıcını çıkardı, liderinin silahlarıyla aynı çivilere astı.

“Kim o?” diye sordu yaşlı adam, yeni geleni göstererek.

“Müridim. Adı Eldar.” dedi Hacı Murat.

“Pekâlâ.” dedi yaşlı adam ve Eldar’a oturması için bir keçe parçasının üzerini, Hacı Murat’ın yanındaki yeri işaret etti. Eldar bağdaş kurarak oturdu ve koyun gözlerine benzeyen güzel gözlerini, şimdi konuşmaya başlayan yaşlı adama dikti. O, tam bu sırada cesur adamlarının bir hafta önce iki Rus askerini nasıl yakaladığını ve birini öldürüp diğerini Vedeno’da bulunan Şamil’in yanına nasıl gönderdiklerini anlatıyordu. Hacı Murat onu dalgın dalgın dinliyor, bir taraftan da kapıya bakıp dışarıdan gelen seslere kulak kabartıyordu. Sundurmanın bulunduğu kısımdan ayak sesleri duyuldu, kapı gıcırdadı ve ev sahibi Sado içeri girdi.

Kırk yaşlarında, kısa sakallı, uzun burunlu ve gözleri, onu eve çağırmak için koşan, şimdi babasıyla içeri giren on beş yaşındaki oğlununki kadar parlak olmasa da kapkara bir adamdı. Çocuk da onunla birlikte gelmiş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Ev sahibi kapıda tahta terliklerini çıkardı, eski ve çok yıpranmış kalpağını başının arkasına itti. Çok uzun zamandır tıraş olmadığı, ensesine kadar uzamış olan simsiyah saçlarından belli oluyordu ve hiç gecikmeden Hacı Murat’ın karşısına çömeldi. O da ihtiyarın yaptığı gibi avuçlarını yukarı kaldırdı, bir duayı tekrarladı ve sonra yüzünü tıpkı onlar gibi sıvazladı. Ancak ondan sonra konuşmaya başladı. Hacı Murat’ın diri veya ölü olarak yakalanması için Şamil’den nasıl emir geldiğini, Şamil’in elçilerinin daha bir gün önce buralardan ayrıldığını, halkın Şamil’in emirlerine uymamaktan korktuklarını ve bu nedenle dikkatli olunması gerektiğini anlattı.

“Benim evimde.” dedi Sado. “Ben yaşadığım sürece konuğuma kimse zarar veremez ama ya dışarıda ne olacak? Bunu düşünmeliyiz.”

Hacı Murat dikkatle onu dinliyor ve ara sıra başıyla onun sözlerini onaylıyordu. Sado sözünü bitirince, “Tamam, anlaşıldı. Şimdi Ruslara bir mektup göndeririz. Müridim bu mektubu götürebilir ancak bir rehbere ihtiyacı olacak.” dedi.

“Kardeşim Bata’yı onunla gönderirim.” dedi Sado. Oğluna dönerek, “Git ve Bata’yı çağır.” diye ekledi.

Çocuk bir anda yayların üzerindeymiş gibi çevik bir hareketle yerinden fırladı ve kollarını sallaya sallaya o hızla evden ayrıldı. On dakika kadar sonra âdeta güneşten kararmış, kolları ve bacakları çırpı gibi, üzerinden dökülüyormuşçasına duran çerkezkası[5 - Çerkezlerin geleneksel kıyafeti. (e.n.)] ve buruşuk siyah şalvarıyla güçlü, kısa bacaklı bir Çeçen’le geri döndü. Hacı Murat yeni gelene selam verdi ve sözü yine uzatmadan, doğrudan, “Müridimi Ruslara götürebilir misin?” diye sordu.

“Yaparım elbette.” diye neşeyle cevapladı Bata. “Kesinlikle yapabilirim. Bunu benim kadar iyi becerebilecek başka bir Çeçen yoktur. Bir başkası gitmeyi kabul edebilir ve her şeye söz verebilir lakin sonunda her şeyi mahveder ama ben bu işi yapabilirim!”

“Pekâlâ.” dedi Hacı Murat. “Zahmetin için üç tane.” Hacı Murat, üç parmağını kaldırdı. Bata anladığını göstermek için başını salladı ve bu işi kesinlikle para karşılığında yapmadığını, sadece Hacı Murat’a hizmet etme onuruna nail olmaya gönülden hazır olduğunu ekledi. Dağdaki herkes Hacı Murat’ı ve Rus domuzlarını nasıl öldürdüğünü gayet iyi biliyordu.

“Pekâlâ; ipin uzunu, konuşmanın ise kısa olanı iyidir.” dedi Hacı Murat.

“Tamam, ben de o zaman dilimi tutacağım.” dedi Bata.