Книга Küçük Prens - читать онлайн бесплатно, автор Антуан де Сент-Экзюпери
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Küçük Prens
Küçük Prens
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Küçük Prens

Antoine de Saint-Exupéry

Küçük Prens

Öyle sanıyorum ki Küçük Prens, gezegeninden kaçışı sırasında, yaban kuşlarının göçlerinden faydalanmıştı.


Léon Werth’e…

Bu kitabı bir yetişkine adadığım için çocukların affına sığınıyorum. Çok ciddi bir mazeretim var: Bu yetişkin adam, benim dünyada sahip olduğum en iyi dostum. Bir mazeretim daha var: Bu yetişkin adam, her şeyi anlayabilir, buna çocuklar için yazılmış kitaplar da dâhil. Üçüncü bir mazeretim ise şu: Bu yetişkin adam, şimdi aç susuz bir şekilde Fransa’da oturuyor. Teselliye gerçekten ihtiyacı var. Eğer bütün bu mazeretlerim yeterli olmazsa ben de bu kitabı o yetişkin adamın bir zamanlarki çocukluğuna adarım. Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktular (Ama içlerinden çok azı bunu hatırlar elbet.). Eh, o zaman ben de ithafımı değiştiririm:

Bir zamanlar çocuk olanLéon Werth’e…

I


Altı yaşındayken, balta girmemiş ormanlardan bahseden “Yaşanmış Hikâyeler” isimli bir kitapta olağanüstü bir resim görmüştüm. Resim, bir hayvanı yutmaya çalışan bir boa yılanına aitti. İşte resmin bir kopyası.

Kitapta şöyle diyordu: “Boa yılanları, avlarını çiğnemeden bütün olarak yutarlar. Sonra da hareket edemeyecek hâle gelirler ve yediklerini hazmetmek için altı ay boyunca uyurlar.”

Böylece orman serüvenleri üzerine uzun uzun düşündüm ve renkli kalemle birkaç denemeden sonra, ilk resmimi yapmayı başardım. Bir numaralı resmim şuna benziyordu:



Başyapıtımı yetişkinlere gösterip resmin onları korkutup korkutmadığını soruyordum. Ama onlar: “Korkmak mı? İnsan bir şapkadan neden korksun ki?!” diye cevaplıyorlardı. Ama resmim bir şapka değildi ki! Bu, fil yutmuş bir boa yılanının resmiydi. Ben de yetişkinler anlayabilsinler diye boa yılanının içini çizdim. Şu yetişkinler her zaman bir açıklamaya ihtiyaç duyuyorlar. İki numaralı resmim ise şöyle oldu:



Bu kez de yetişkinlerin cevabı, boa yılanının içini veya dışını resmetmeyi bir kenara bırakıp, onun yerine coğrafyayla, tarihle, matematik ve dil bilgisiyle ilgilenmemi tavsiye etmek oldu. İşte böylece, daha altı yaşımda, muhtemelen şaşaalı bir resim kariyerinden vazgeçmiş oldum. Bir ve iki numaralı resimlerimin başarısızlığı cesaretimi kırmıştı. Yetişkinler hiçbir şeyi kendi başlarına anlamıyorlardı ve bir şeyleri sürekli onlara açıklamak, çocuklar için yorucu oluyordu.

Bu yüzden ben de kendime başka bir meslek seçtim ve pilot oldum. Dünyanın neredeyse her yerine uçtum ve şurası da bir gerçek ki coğrafya bilgisi çok işime yaradı. Çin’i, Arizona’dan bir bakışta ayırabiliyordum. Eğer, gece yolunuzu kaybetmişseniz, böyle bir bilgi oldukça değerli oluyor.

Hayatım boyunca, bir sürü ciddi insanla birçok kez ilişki kurdum. Yetişkinlerin arasında yaşadım. Onları çok yakından görme fırsatı buldum. Ne var ki bu, onlar hakkındaki düşüncemi pek de değiştirmedi.

Ne zaman, bana biraz olsun zeki gibi görünen biriyle karşılaşsam ona, her zaman yanımda taşıdığım bir numaralı resmimi gösterirdim. O kişinin kavrayışlı biri olup olmadığını anlamaya çalışırdım. Ama o da kadın veya erkek, şöyle derdi: “Bu bir şapka.” Ben de artık o kişiyle boa yılanları, balta girmemiş ormanlar veya yıldızlar hakkında hiç konuşmazdım. Onun seviyesine inip, briçle, golfle, politikayla ve kravatlarla ilgili sohbetler ederdim. O yetişkin de böyle akıllı bir adamla tanışmaktan büyük bir memnuniyet duyardı.

II

İşte böylece hayatı, gerçek anlamda konuşacağım kimse olmadan yalnız yaşadım, ta ki altı yıl önce Sahra Çölü’nde uçağımla atlattığım kazaya dek. Motorumda bir parça kırılmıştı ve yanımda bırakın tamirciyi, tek bir yolcu dahi olmadığından, tek başıma tamir etmeye kalkıştım. Benim için bir ölüm kalım meselesiydi. Sadece sekiz gün içmeye yetecek kadar suyum vardı.

İlk gece, medeniyetten yüzlerce kilometre uzakta kumların üzerinde uyudum. Gemisi batınca okyanusun ortasında bir sal üzerinde kalakalmış bir denizciden daha yalnızdım. Bu yüzden, gün doğumunda tuhaf bir ses tarafından uyandırıldığımda yaşadığım şaşkınlığı hayal edebilirsiniz. Şöyle dedi bu tuhaf ses:

“Lütfen… Bana bir koyun çiz!”

“Efendim?”

“Bana bir koyun çiz…”

Hayretler içinde doğrulup ayağa fırladım. Gözlerimi sıkıca açıp kapadım. Etrafıma göz gezdirdim. Ve orada öylece durup, beni büyük bir ciddiyetle süzen sıra dışı bir minik adam gördüm. Yan tarafta, onun, daha sonraları en iyi şekilde çizebildiğim bir resmini görebilirsiniz. Ama resmim, elbette ki kendinden çok daha az büyüleyiciydi. Bu benim hatam değil. Resim kariyerim, ben daha altı yaşındayken yetişkinler tarafından baltalanmıştı ve ben boa yılanının içini ve dışını çizmekten başka bir şey öğrenmemiştim.

Şimdi, gözlerim yuvalarından fırlamış hâlde bu hayalete bakıyordum. Herhangi bir yerleşim yerinden yüzlerce kilometre uzakta bir çölün ortasında bulunduğumu aklınızdan çıkarmayın. Buna rağmen, benim küçük adamım, ne kumların arasında kararsızlık içinde başıboş dolaşıyor ne de yorgunluktan, açlıktan, susuzluktan, korkudan bitap düşmüş veya kaybolmuş görünüyordu. Nihayet konuşmayı başarabildiğimde ona şöyle dedim:

“Ama sen… Sen burada ne yapıyorsun?!”

Alçak bir ses tonuyla, sanki çok ciddi bir şey söylüyormuşçasına cevap verdi:

“Ne olur!.. Bana bir koyun çiz…”


İşte onun, daha sonraları en iyi şekilde çizebildiğim resmi.


Gizem sizi ele geçirdiğinde, söylenene itaatsizlik etmek pek de mümkün olmuyor. En yakın yerleşim yerinden yüzlerce kilometre uzakta ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıyayken bana saçma gelse de cebimden bir dolma kalem ve kâğıt çıkardım. Ama sonra, ilgi alanlarımın özellikle coğrafya, tarih, matematik ve dil bilgisi arasına sıkışıp kaldığını hatırlayıp, küçük adama (üzülerek) nasıl çizeceğimi bilmediğimi söyledim.



“Önemi yok. Bana bir koyun çiz.” diye karşılık verdi.

Daha önce hiç koyun çizmediğim için, çizmeyi becerebildiğim iki resimden birini karaladım: boa yılanının dıştan görünüşü. Küçük adamın cevabı beni şaşkına çevirdi:



“Hayır! Hayır! Fil yutmuş bir boa yılanı çizmeni istememiştim. Boa yılanı tehlikeli, fil de kocaman. Benim yaşadığım yerde her şey miniciktir. Tek istediğim bir koyun çizmen. Bana bir koyun çiz.”



Çizdim ben de.

Dikkatle inceledikten sonra:

“Hayır! Bu koyun daha şimdiden hasta duruyor. Başka bir tane çiz.”

Çizdim. Dostum, kibarca ve hoşgörüyle gülümsedi:

“Bak görüyor musun, bu bir koyun değil. Bu bir koç; boynuzları var.”

Bir resim daha çizdim. Ama diğerleri gibi bunu da beğenmedi.

“Bu da çok yaşlı. Bana uzun süre yaşayacak bir koyun lazım.”

Artık sabrım taşmak üzereydi, çünkü motorumu tamir etmeye girişmek istiyordum, ben de şu resmi çizdim:



Ve şöyle açıkladım:

“İşte, sana bir kutu. İstediğin koyun da bu kutunun içinde.”

Bu açıklamam üzerine, küçük yargıcımın yüzünün aydınlandığını görünce oldukça şaşırmıştım:

“Senden istediğim tam da buydu! Bu koyun çok ot yer mi sence?”

“Neden?”

“Geldiğim yer çok küçük.”

“Eminim yeteri kadar ot vardır. Hem zaten küçük bir koyun çizdim içine.”

Resme doğru eğilerek:

“O kadar da küçük değil… Aa! Bak! İçeride uyumuş…”

İşte, Küçük Prens’le böyle tanıştım…

III

Nereden geldiğini öğrenmem epey zaman aldı. Bana bir sürü soru soruyordu ancak benim sorduklarımı duymazdan geliyor gibiydi. Zaman içerisinde ağzından tesadüfen, azar azar dökülen şeyleri kafamda toparlayarak bir sonuca varmıştım. Mesela, uçağımı (Uçağımı çizemem; bu benim için fazlasıyla karmaşık bir resim olur.) ilk defa gördüğünde, şöyle sormuştu:

“Bu şey de ne?”

“Bu bir ‘şey’ değil. Bu bir uçak. Uçar o. Benim uçağım.”



Uçtuğumu söylemek beni gururlandırmıştı.

“Nasıl! Sen gökten mi indin?!” diye bağırdı.

“Evet.” diye cevapladım alçak gönüllülükle.

“Ah! Bu çok tuhaf…”

Sonra beni oldukça sinir eden içten bir kahkaha patlatıverdi Küçük Prens. Başıma gelen kötü şeylerin ciddiye alınmasını arzu ederim çünkü. Sonra şunları ekledi:

“Demek sen de gökten geliyorsun! Hangi gezegendensin peki?”

Varlığının anlaşılması güç gizeminin aydınlandığını sezinleyerek, aniden soruverdim:

“Sen başka bir gezegenden mi geldin?”

Ama cevap vermedi. Gözlerini uçağımdan ayırmadan hafifçe başını salladı.

“Doğrusu, bununla fazla uzaktan gelmiş olamazsın zaten…”

Uzun süre dalıp gitti. Ardından cebinden benim çizdiğim koyunu çıkarıp hazinesinin derinliklerine gömüldü.

“Başka gezegenler”le ilgili ettiği bu yarım yamalak lafın ne denli ilgimi çektiğini tahmin edersiniz. Bu yüzden, fazlasını öğrenebilmek için daha çok çaba sarf etmeliydim.

“Nereden geliyorsun küçük adam? Senin ‘geldiğin yer’ neresi? Çizdiğim koyunu nereye götürmek istiyorsun?”

Bir süre sessizlik içinde düşündükten sonra cevapladı:

“Bana verdiğin şu kutuyu geceleri koyunum evi olarak kullanabilir.”

“Elbette. Üstelik, eğer uslu bir çocuk olursan, sana ip de veririm, böylece onu gündüzleri bağlayabilirsin. Ve bir de kazık tabii…”

Bu önerim onu şaşırtmışa benziyordu.

“Onu bağlamak mı? Ne tuhaf bir fikir!”

“Ama eğer onu bağlamazsan başıboş dolaşır ve kaybolur…”

Arkadaşım bir kahkaha daha patlattı:

“Ama nereye gidebilir ki?”

“Nereye olursa… Burnunun doğrultusuna…”

Küçük Prens ciddiyetle şöyle dedi:

“Olsun, yaşadığım yer öylesine küçük ki!”

Ve biraz hüzünlü bir ifadeyle ekledi:

“Burnunun doğrultusuna gitse bile, orada kimse fazla uzağa gidemez…”


Küçük Prens, B 612 numaralı gezegencikte.



IV

Böylece çok önemli ikinci bir şey daha öğrenmiş oldum: Küçük Prens’in geldiği gezegen bir evden daha büyük değildi!

Bu, beni çok da fazla şaşırtmamıştı. Bir isim verdiğimiz Dünya, Jüpiter, Mars ve Venüs gibi büyük gezegenlerin yanı sıra, henüz adı konmamış, teleskopla bile görülemeyecek kadar küçük yüzlerce başka gezegen olduğunu da biliyordum. Bir gök bilimci, bu gezegenlerden birini keşfettiğinde, ona isim olarak bir numara verir. Örneğin, “Asteroit 325” gibi.



Küçük Prens’in geldiği gezegenin adının Asteroit B 612 olduğuna inanmak için oldukça geçerli bir nedenim vardı. Bu gezegen, yalnızca bir defa Türk bir gök bilimci tarafından, 1909 yılında teleskopla görülmüştü.



Gök bilimci bu buluşunu hemen Uluslararası Gök Bilimi Kongresi’ne sunmuş ama kıyafeti yüzünden kimse ona inanmamış. Yetişkinler böyledir işte.

Neyse ki Asteroit B 612’nin duyulmasını sağlayan güzel bir şey olmuş: Bir Türk lideri, halkının Avrupalılar gibi giyinmesini bir yasayla düzenlemiş ve bu yasaya uymayanları da ölüm cezasına çarptıracağını söylemiş. Böylece Türk gök bilimci, şık bir kıyafet içinde 1920 yılında bu buluşunu yeniden sunabilmiş. Bu defa herkes onu ciddiye almış.



Şu anda size Asteroit B 612 ile ilgili bu kadar bilgi verebiliyorsam ve numarasını söyleyebiliyorsam bu, yetişkinler sayesindedir. Yetişkinler sayıları severler. Onlara edindiğiniz yeni bir arkadaşınızdan bahsettiğinizde, size sormaları gereken önemli şeyleri hiçbir zaman sormazlar: Mesela hiç şöyle demezler: “Sesinin tonu nasıl? Hangi oyunları oynamayı seviyor? Kelebek koleksiyonu yapıyor mu?” Onun yerine size her zaman şunları sorarlar: “Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası ne kadar kazanıyor?” Onu ancak bu şekilde tanıyabileceklerini zannederler. Eğer yetişkinlere, “Pencerelerinde sardunyalar, çatısında kumrular olan, kırmızı tuğlalı güzel bir ev gördüm…” derseniz, bu evi zihinlerinde canlandırmayı beceremeyeceklerdir. Onlara, “Yüz bin franklık bir ev gördüm.” demeniz gerekir ki işte ancak o zaman, “Ah! Ne kadar da sevimli!” diye haykırırlar.

Bu nedenle, eğer siz onlara, “Küçük Prens’in sevimliliği, gülümseyişi ve bir koyun istemesi, onun varlığının bir kanıtıdır. Eğer biri sizden bir koyun isterse bu onun var olduğunu ispatlar.” derseniz, onlar omuz silkip size bir çocukmuşsunuz gibi davranacaklardır. Ama eğer onlara, “Küçük Prens, Asteroit B 612 gezegeninden gelmiştir.” derseniz, hemen ikna olur ve sizi sorularıyla bunaltmazlar. Yetişkinler böyledir işte… Onlara kızmamak gerekir. Çocuklar, yetişkinlere karşı çok anlayışlı olmak zorundalar.

Ama elbette, bizler için, yani hayatı anlayanlar için, sayılar o kadar da önemli değildir. Bu hikâyeye, bir peri masalına başlarmış gibi başlamayı çok isterdim. Şöyle diyebilmeyi isterdim örneğin:

“Evvel zaman içinde, boyundan biraz daha büyük bir gezegende yaşayan ve kendisine bir koyun isteyen küçük bir prens varmış…”

Hayatı anlayanlar için, böylesi çok daha gerçekçi bir başlangıç olurdu.

Çünkü kitabımın hafife alınmasından hoşlanmam. Bu anılarımı anlatırken tarifsiz acılar duyuyorum. Arkadaşım, koyunuyla birlikte gideli tam altı yıl oldu. Burada, onu anlatmaya çabalıyorsam onu unutmamak içindir. Bir arkadaşı unutmak çok acı vericidir. Herkes bir arkadaş edinemez. Ben de sayılardan başka şeylerle ilgilenmeyen yetişkinler gibi olup çıkabilirim. İşte bu nedenle, kendime bir kutu boya ve kalemler aldım. İnsanın benim yaşımda yeniden resim yapmaya çalışması oldukça zor, hem de altı yaşında boa yılanının içten ve dıştan görünüşünü çizmekten başka deneme yapmamışsa! Resimleri olabildiğince ona benzeterek çizmeye çalışacağım elbette. Ama doğrusu, başarılı olup olmayacağımdan tam olarak emin değilim. Resmin biri benzerken diğeri ona hiç benzemiyor. Küçük Prens’in boyunu da tam olarak tutturamıyorum. Bir yerde Küçük Prens çok uzun oldu. Diğerinde ise fazla kısa. Kıyafetinin renginde de kararsız kalıyorum. Bu yüzden iyi kötü bir şeyler karalıyorum işte… Daha önemli ayrıntılarda yanıldığım da oluyor. Ama beni mazur görün. Çünkü arkadaşım kendisiyle ilgili hiç açıklama yapmazdı. Belki beni de kendi gibi sanıyordu. Ancak ben, kutuların içinde koyunlar görmüyordum ne yazık ki. Belki de yetişkinlere benzedim. Yaşlanmış olmalıyım.

V

Her geçen gün, Küçük Prens’in gezegeni, oradan ayrılışı ve yolculuğuyla ilgili yeni bir şey öğreniyordum. Bunlar, laf arasında, kendiliğinden ortaya çıkıveriyordu. Boabap ağaçlarıyla ilgili başına gelen felaketi de üçüncü gün, işte yine bu şekilde öğrendim.

Bu da yine koyun sayesinde oldu. Küçük Prens, endişe içinde beni sorguya çekti:

“Koyunların küçük fidanları yediği doğru, değil mi?”

“Evet. Bu doğru.”

“Ah! Çok sevindim.”

Koyunların küçük fidanları yemesinin neden bu denli önemli olduğuna bir anlam verememiştim. Ama Küçük Prens:

“Öyleyse, baobapları da yerler yani?” diye ekledi.

Ona, boabapların fidanlar gibi küçük olmadığını aksine, neredeyse kiliseler gibi kocaman ağaçlar olduklarını ve yanında fil sürüsü bile götürse bu sürünün tek bir baobap ağacını yemeye güçlerinin yetmeyeceğini anlattım.

Fil sürüsü fikrim onu çok güldürdü:

“Onları üst üste koymak zorunda kalırdık…”



Ama sonra bilgece bir tavırla konuşmasını sürdürdü:

“Baobaplar da büyümeden önce, küçük oluyorlar.”

“Bu kesinlikle doğru! Ama neden koyununun küçük baobapları yemesini istiyorsun ki?”

“Hadi ama! Bunda anlamayacak ne var!” diye cevapladı, çok açık seçik bir şeyden söz ediyormuşçasına.

Bunu da kendi başıma çözmek için büyük çaba sarf etmem gerekecekti.

Küçük Prens’in gezegeninde, tıpkı tüm gezegenlerde olduğu gibi, faydalı ve zararlı otlar vardı. İyi tohumlardan iyi otlar, kötü tohumlardansa kötü otlar biter. Ancak tohumlar gözle görünmezler. Ta ki içlerinden biri, uyanmayı akıl edinceye dek, toprağın derinliklerinde gizlenmiş hâlde uyurlar. Ardından, toprağın altından, savunmasız, minik, incecik, büyüleyici bir tohum, başta çekingen bir tavırla güneşe doğru uzanıp filizlenir. Eğer bu filiz, bir turp veya bir güle aitse istediği gibi büyümesine izin verilir. Ancak büyüyen kötü bir filizse farkına varılır varılmaz yerinden söküp atmak gerekir. İşte Küçük Prens’in gezegenini de bu kötü tohumlar kaplamış… Bunlar da o baobap ağaçlarının tohumlarıymış. Gezegeninin tüm yüzeyi bu tohumlarla kaplıymış. Ve eğer bu baobap tohumlarını fark etmekte gecikirseniz, onlardan kurtulması da imkânsız hâle geliyormuş. Bütün gezegeni istila edip kökleriyle toprağı oyuyorlarmış. Eğer gezegen çok küçükse ve baobapların sayısı fazlaysa gezegeni parçalara bile ayırabiliyorlarmış!



Küçük Prens daha sonraları; “Bu bir eğitim meselesi.” diye bahsetmişti bu konudan. “Sabahları insanlar kendi temizlik işlerini bitirdikten sonra, özenle gezegenin temizlenmesine girişmeli. Henüz fidanken çok benzedikleri gül fidanlarından ayırt edilir edilmez baobapların düzenli bir şekilde sökülmesi gerekir. Sıkıcı bir iş aslında ama çok kolaydır.”

Küçük Prens, bir defasında bana, yaşadığım yerdeki çocukların kafasında canlansın diye anlattıklarının güzel bir resmini yapmamı önermişti. “Eğer onlar da bir gün yolculuğa çıkarlarsa bu bilgi onların işlerine yarayabilir.” demişti. “İnsan bazen bir işi ertelemekte herhangi bir sakınca görmeyebilir. Ama söz konusu baobaplar olunca, bu her zaman bir felaketle sonuçlanır. Tembel birinin yaşadığı bir gezegen biliyorum. Yalnızca üç küçük fidanı sökmeye üşenmişti de…”

Sonra, Küçük Prens’in tarifiyle, bu gezegenin bir resmini çizdim. Akıl hocalığı yapmaktan hiç hoşlanmam ancak, baobapların yarattığı tehlike o kadar az biliniyor ve küçücük bir gezegende yolunu kaybetmiş biri için öyle hatırı sayılır bir tehlike arz ediyor ki bir seferlik bu çekingenliğimi bir kenara bırakıyorum. “Çocuklar! Baobap ağaçlarına dikkat edin!” diyorum. Benim gibi, her şeyden bihaber, uzun zamandır yanı başlarında duran ve farkına varamadıkları bu tehlikeye karşı arkadaşlarımı uyarmak adına bu resmi çizdim. Verdiğim bu ders çektiğim zahmete değer. Şimdi belki, “Kitapta, neden diğer resimler baobap resimleri kadar heybetli değil?” diye soracaksınız. Cevap çok basit: Denedim, ama diğerlerini beceremedim. Baobapları çizerken, konunun önemine kapılıp iyi bir iş çıkardım ortaya.


Baobaplar



VI

Ah, Küçük Prens! İşte böyle yavaş yavaş, o hüzünlü, küçük hayatının gizemini daha iyi anlıyorum. Uzun zamandır, avunduğun tek şey gün batımının o dinginliği olmuştu. Bu yeni detayı, dördüncü günün sabahında bana şöyle dediğinde anladım:

“Gün batımını çok seviyorum. Hadi gidip gün batımını izleyelim…”

“Ama beklememiz gerek…”

“Neyi bekleyecekmişiz ki?”

“Güneşin batmasını…”

Önce çok şaşırmış göründün, ardından kendi kendine gülmeye başladın. Ve bana şöyle dedin:

“Kendimi hâlâ evimde sanıyorum!”

Gerçekten de herkes bilir ki, Amerika’da öğlen olmuşken, Fransa’da güneş batar. Eğer bir dakikada Fransa’ya uçmayı başarabilseydi insanoğlu, güneşin batışına tanık olabilirdi. Ama ne yazık ki Fransa buradan çok uzakta. Fakat senin minik gezegeninde sandalyeni birkaç adım yana kaydırman yeter de artardı bile. Canın ne zaman isterse gün batımını izlerdin…

“Bir gün, tam kırk üç defa gün batımını izledim!” demiştin bana.

Ardından şöyle ekledin:

“Bilirsin. Ne kadar üzgünsen, gün batımını o kadar çok seversin.”

“O gün çok mu üzgündün?”

Ama Küçük Prens cevap vermedi.



VII

Beşinci gün, Küçük Prens’in hayatındaki bir sır perdesi daha ortadan kalkmış oldu, yine koyunu sayesinde. Durup dururken, sanki çözümü üzerine uzun süre düşündüğü bir sorun hakkında soru sordu:

“Bir koyun, eğer fidanları yiyorsa bu, çiçekleri de yer demek mi oluyor?”

“Bir koyun, önüne ne çıkarsa yer.”

“Dikenli çiçekleri bile mi?”

“Evet, dikenli çiçekleri bile.”

“O hâlde, dikenler ne işe yarıyor ki?”

Bilmiyordum. O an motorumun sıkışan bir cıvatasını gevşetmeye çalışmakla meşguldüm. Motorumdaki arızanın ne kadar ciddi olduğunu fark edince iyice endişelenmiştim. Ve içecek çok az suyumun kalmış olması da beni iyice korkutuyordu.

“Dikenler ne işe yarıyor ki?”

Küçük Prens sorduğu soruda ısrarcıydı. Ben kafamı sıkışan cıvataya takmıştım ve aklıma gelen ilk şeyi söyleyiverdim:

“Dikenler hiçbir işe yaramaz, dikenler çiçeklerin kötü yanlarının yansımasıdır.”

“Yaa!..”

Biraz sessizlikten sonra, bir hınçla karşılık verdi:

“Sana inanmıyorum! Çiçekler kırılgandır. Masumdurlar. Kendilerini olabildiğince güvenceye almak isterler. Dikenleriyle ürkütücü olduklarına inanırlar…”

Sesimi çıkarmadım. O anda içimden; Eğer cıvata biraz daha direnirse onu bir çekiçle kırarım, diye geçiriyordum. Küçük Prens düşüncelerimi yeniden dağıttı:

“Demek, sen çiçeklerin…”

“Hayır! Hayır! Ben hiçbir şey demek istemiyorum! Aklıma ilk gelen şeyi söyleyiverdim. Görüyorsun ki ciddi şeylerle meşgulüm burada!”

Şaşkınlık içinde baktı bana:

“Ciddi şeylerle mi?”

Elinde bir çekiç, parmakları yağdan kapkara olmuş, herhâlde ona çok çirkin görünen bir nesnenin üzerine eğilmiş olan bana bakıyordu.

“Yetişkinler gibi konuşuyorsun!”

Bu sözleri beni biraz utandırdı. Ama o acımasızca sürdürdü konuşmasını:

“Her şeyi birbirine karıştırıyorsun… Hiçbir şeyin farkında değilsin!”

Gerçekten çok sinirlenmişti. Altın sarısı saçları esen rüzgârda dalgalanıyordu:

“Kırmızı suratlı bir adamın yaşadığı bir gezegen biliyorum. Bir çiçeğin kokusunu hiç içine çekmemiş, hiçbir yıldıza dalıp gitmemiş, bir insanı sevmemiş. Hayatı boyunca toplama işlemi yapmak dışında hiçbir şey yapmamış! Ve tüm gün boyunca senin gibi aynı şeyi söyler dururdu: ‘Ben ciddi bir adamım! Ben ciddi bir adamım!’ Bununla övünüp durur. Ama o bir insan değil, o bir mantardı!”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов