banner banner banner
Nutuk
Nutuk
Оценить:
 Рейтинг: 0

Nutuk


Bu geniş yetkinin, beni İstanbul’dan sürmek ve uzaklaştırmak maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından bana nasıl verildiği size garip görünebilir. Derhâl ifade etmeliyim ki bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı arzu edenlerin buldukları sebep, “Samsun ve dolaylarındaki asayişsizliği yerinde görüp tedbir almak için Samsun’a kadar gitmek” idi. Ben bu vazifenin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda, hiçbir mahzur görmediler. O tarihte Genel Kurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezen kimselerle görüştüm. Müfettişlik vazifesini buldular ve yetki meselesiyle ilgili talimatı da ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda mührünü basmıştır.

Umumi Manzarayı Dar Çerçeve İçinden Görüş

Bu izahlardan sonra umumi manzarayı daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca hep beraber gözden geçirelim.

Düşman devletler, Osmanlı devlet ve memleketine maddi ve manevi tecavüz hâlinde. Yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan zat, hayatını ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükûmeti de aynı hâlde. Farkında olmadığı hâlde başsız kalmış olan millet, karanlıklar ve meçhuller içinde olacakları beklemekte. Felaketin dehşet ve ağırlığını idrake başlayanlar, bulundukları çevre ve hissedebildikleri tesirlere göre kurtuluş çaresi sandıkları tedbirlere sarılmakta. Ordu, ismi var cismi yok bir hâlde. Komutanlar ve subaylar Dünya Savaşı’nın bunca çile ve sıkıntılarıyla yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle içleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul…

Burada pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Millet ve ordu Padişah’ın hıyanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği dinden ve gelenekten gelen bağlarla, itaatli ve sadık. Millet ve ordu, kurtuluş çaresini düşünürken yüzyıllardır devam edegelen alışkanlığın tesiriyle, kendisinden önce, yüce hilafet ve saltanat makamının kurtarılmasını ve ona tecavüz edilmemesini düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun manasını anlamak kabiliyetinde değil… Bu inanca aykırı fikir ve görüş ileri süreceklerin vay hâline! Derhâl dinsiz, vatansız, hain, alçak olur…

Diğer önemli bir noktayı da belirtmek lazımdır. Kurtuluş çaresi ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek esas sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız birisiyle dahi başa çıkılamayacağı vehmi, hemen bütün dimağlarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya, Macaristan varken hepsini birden mağlup eden, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında tekrar onlarla çatışmaya varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

Bu zihniyette olan yalnız halk tabakası değildi; bilhassa yüksek tabaka denilen insanlar böyle düşünüyorlardı.

O hâlde, kurtuluş çaresi ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. Bir defa, İtilaf Devletleri’ne karşı düşmanca tavır alınmayacaktı ve Padişah ve Halife’ye canla başla bağlı ve sadık kalmak temel şart olacaktı.

Düşünülen Kurtuluş Çareleri

Şimdi efendiler, müsaade buyurursanız size bir soru sorayım: Bu durum ve şartlar karşısında kurtuluş için nasıl bir karar hatıra gelebilirdi?

İzah ettiğim hususlar ve müşahedelere göre üç çeşit karar ortaya atılmıştı:

Birincisi: İngiltere’nin himayesini istemek,

İkincisi: Amerika’nın mandasını istemek.

Bu iki çeşit karar sahipleri, Osmanlı Devleti’nin bir bütün hâlinde korunmasını düşünenlerdir. Osmanlı İmparatorluğunu, muhtelif devletler arasında paylaşılmasındansa, bütün hâlinde, bir devletin himayesi altında bulundurmayı tercih edenlerdir.

Üçüncü karar: Mahallî kurtuluş çarelerine başvurmak… Mesela bazı bölgeler kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı ihtimaline karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine başvuruyor. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılacağını oldubitti kabul ederek kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlardı.

Bu üç çeşit kararın gerekçesi, vermiş olduğum izahat arasında mevcuttur.

Benim Kararım

Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassızdı. Hakikat şu ki içinde bulunduğumuz tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç: Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da paylaşılmasını sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi manası kalmamış birtakım boş sözlerden ibaretti.

Neyin ve kimin korunması için kimden ve ne yardım sağlanmak isteniyordu?

O hâlde ciddi ve hakiki karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da millî hâkimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!…

İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

Ya İstiklal Ya Ölüm

Bu kararın dayandığı en kuvvetli muhakeme ve mantık şuydu:

Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilir. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklalden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkisinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

Yabancı bir devletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, aciz ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten, bu seviyesizliğe düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Hâlbuki Türk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti, çok yüksek ve büyüktür.

Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iyidir!… Öyleyse ya istiklal ya ölüm!

İşte hakiki kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı.

Bir an için bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını farz edelim. Ne olacaktı? Esirlik!

Peki efendim. Diğer kararlara boyun eğme hâlinde netice bunun aynı değil miydi?

Şu farkla ki; istiklali için ölümü göze alan millet, insanlık, haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve hiç şüphesiz esirlik zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran dost ve düşman gözündeki mevkisi farklı olur.

Sonra Osmanlı hanedan ve saltanatının devam ettirilmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemektir. Çünkü millet her türlü fedakârlığı göze alarak istiklalini elde etse de saltanat devam ettiği takdirde bu istiklale tamamen kazanılmış gözüyle bakılamazdı. Artık vatanla, milletle hiçbir vicdan ve fikir bağlantısı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkisinde bulundurulmasına nasıl göz yumulabilirdi?

Hilafetin durumuna gelince, ilim ve tekniğin nurlara boğduğu hakiki medeniyet âleminde gülünç görülmekten başka bir tarafı kalmış mıydı?

Görülüyor ki verdiğimiz kararın uygulanmasını sağlamak için henüz milletin alışmadığı meselelere temas etmek lazım geliyordu. Ortaya atılmasında, halk için büyük mahzurlar doğuracağı sanılan hususların söz konusu edilmesinde mutlak bir zaruret vardı.

Osmanlı hükûmetine, Osmanlı Padişahı’na ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.

Uygulamayı Safhalara Ayırmak ve Kademe Kademe Yürüyerek Hedefe Varmak

Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklaline saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahla karşı koymak ve onlarla mücadele etmek lazım geliyordu. Bu önemli kararın bütün icaplarını ve zaruretlerini ilk gününde belirtmek ve ifade etmek, elbette isabetli olamazdı. Uygulamayı birtakım safhalara ayırmak ve olaylar ve hadiselerden faydalanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe varmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz yıllık faaliyetimiz ve yaptıklarımız mantıki bir silsileyle gözden geçirilirse ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz umumi istikametin, ilk kararın çizdiği yoldan ve yöneldiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.

Burada, zihinlerde yer etmiş olması ihtimali bulunan bazı tereddüt düğümlerinin çözülmesini kolaylaştırmak için bir hakikati beraberce gözden geçirmeliyiz. Yapılan millî mücadele, dış istilaya karşı vatanımızın kurtuluşunu yegâne hedef saydığına göre, bu millî mücadelenin, başarıya yaklaştıkça, safha safha, bugünkü devre kadar, millî irade rejiminin bütün prensip ve müesseselerini gerçekleştirmesi tabii ve kaçınılmaz bir tarihî akıştı. Bu mukadder tarihî akışı gelenekten gelen itiyadıyla derhâl sezen Saray, ilk andan itibaren Millî Mücadele’nin amansız düşmanı oldu. Bu mukadder tarihî akışı ilk andan ben gördüm ve sezdim. Fakat sonuna kadar devam eden bu sezgimizi, başlangıçta bütün açıklığıyla ifade edemedik. İlerideki ihtimaller üzerinde fazla konuşmak, giriştiğimiz hakiki ve maddi mücadeleye hayalî bir macera gözüyle baktırabilirdi. Dış tehlikenin yakın tesirleri karşısında bu tehlikeyi derinden hissedenler arasında, geleneklerine ve fikrî kabiliyetlerine ve ruhi yapılarına aykırı olan muhtemel değişmelerden ürkeceklerin ilk anda mukavemetlerini uyandırabilirdi. Başarı için pratik ve emin yol, her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin ilerlemesi ve yükselmesi için selamet yolu buydu. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin başarı yolu, yakın çalışma arkadaşlarım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda zaman zaman, görüşlerde, çalışmalarda, yapılan işlerde esaslı ve ufak tefek birtakım anlaşmazlıklar, kırgınlıklar ve hatta ayrılmaların da sebebi ve izahı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi fikrî ve ruhi kabiliyetleri âciz kaldıkça bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir. Bu noktaları, aydınlanmanız için, umumi efkârın aydınlanmasına yardımcı olmak için sırası geldikçe, birer birer işaret etmeye çalışacağım.

Millî Sır

Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse, diyebilirim ki ben milletin vicdanında ve istikbalinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün cemiyetimize tatbik ettirmek mecburiyetindeydim.

Ordu ile Temas

Şimdi efendiler, ilk iş olmak üzere bütün ordu ile temasa geçmek lazımdı. Erzurum’da 15’inci Kolordu Komutanı’na 21 Mayıs 1919’da yazdığım bir şifrede: Umumi durumumuzun almakta olduğu tehlikeli şekilden pek üzgün ve mustarip bulunduğumu, millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdani vazifeyi yakından, birlikte çalışarak en iyi yapmak mümkün olacağı kanaatiyle bu son memuriyeti kabul ettiğimi, bir an önce Erzurum’a gitmek arzusunda bulunduğumu fakat Samsun ve dolaylarının durumu, asayişsizlik yüzünden fena bir akıbete uğramak mahiyetinde bulunduğundan, buralarda birkaç gün kalmak zarureti olduğunu bildirdikten sonra, beni şimdiden aydınlatmaya yarayacak hususlar varsa bildirilmesini rica ettim (Ves. 10).

Gerçekten Samsun ve dolaylarında Rum çetelerinin Müslüman halka tecavüzü ve zaten vasıtasız bırakılmış olan mahallî hükûmetin yabancıların müdahaleleri yüzünden hiçbir tedbir alamaması, durumu güçleştirmişti.

Tanıdığımız ve kendisinden büyük enerji ümit ettiğimiz bir zatın, Samsun’a mutasarrıf tayinini sağlamak için teşebbüse geçmekle beraber, 3’üncü Kolordu Komutanı’nı geçici olarak Canik mutasarrıfı tayin ettim. Mümkün olan mahallî tedbirlerin alınmasına ve bilhassa halkın hakiki durum hakkında aydınlatılmasına ve orada bulunan yabancı asker, müfreze ve subaylarından çekinmeye ve korkmaya yer olmadığının anlatılmasına önem verildi ve hemen o bölgede Millî Teşkilat kurulmasına girişildi.

23 Mayıs 1919’da Ankara’da bulunan 20’nci Kolordu Komutanı’na: “Samsun’a geldiğimi ve kendisiyle daha sıkı temasta bulunmak istediğimi ve İzmir dolaylarına dair daha kolaylıkla alabileceği bilgilerden haberdar olmak istediğimi” bildirdim.

Bu kolordunun durumu ile daha İstanbul’da iken ilgilenmiştim. Güneyden Ankara bölgesine demir yoluyla nakli söz konusuydu. Bu nakliyata engel olunmak istendiğini anlamış bulunduğumdan, İstanbul’dan hareketim günlerinde Erkânıharbiyeiumumiye Reisi (Genel Kurmay Başkanı) olan Cemal Paşa’dan, kolordunun demir yoluyla nakli gecikirse karadan yürüyerek Ankara’ya sevkini rica etmiştim. Bundan dolayı bahsettiğim şifre telgrafında “20’nci Kolordu birliklerinin bütün mevcuduyla Ankara’ya gelmeye muvaffak olup olmayacağını” sordum. Canik sancağı hakkında bilgi verdikten sonra, “bir iki güne kadar Samsun’dan karargâhımla bir müddet için Havza’ya gideceğimi ve her hâlde Samsun’dan hareketimden önce beni aydınlatacak bilgiler beklediğimi” yazdım.

20’nci Kolordu Komutanı’ndan üç gün sonra 26 Mayıs 1919’da aldığım cevapta, “İzmir’den muntazam bilgi alamadıklarını, Manisa’nın da işgal edildiğini telgraf memurlarının haber verdiğini, kolordunun Ereğli’de bulunan birliklerinin bütün mevcuduyla demir yoluyla nakline muvaffak olamadıklarından, karadan yürüyüşe başladıklarını fakat mesafenin uzaklığı sebebiyle Ankara’ya ne vakit varacaklarının belli olmadığını” bildiriyordu.

Kolordu Komutanı aynı telgrafında “Afyonkarahisar’da bulunan 23’üncü Tümen mevcudunun pek az olduğundan ve orada ellerine geçen askerleri bu tümene göndermekte olduklarından” bahsettikten sonra, “Kastamonu ve Kayseri dolaylarında, asayiş bozucu bazı olaylar hakkında haberler gelmeye başladığını” bildiriyor ve “zaman zaman bilgi vereceğini” yazıyordu (Ves. 11).

27 Mayıs 1919 tarihinde, Havza’dan, 20’nci Kolordu Komutanı’ndan ve aynı zamanda, bu kolordunun bağlı olduğu Konya’daki Ordu Müfettişliğinden “Afyonkarahisar’daki tümenin takviyesi için hangi kaynaklardan istifade edilmekte olduğunu, kuvvetinin artırılmasına maddi imkân bulunup bulunmadığını ve bugünkü şartlara ve durumumuza göre bu tümene nasıl bir vazifenin verilmesi düşünüldüğünü” sordum (Ves. 12. 13).