banner banner banner
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram

Basra civarında, Suriye’nin güneyinde bu zahid sahabeler ve Tabiin nesli yoğun şekilde faaliyet göstermekteydi; örneğin Enes b. Malik Basra’da, Bilal Habeşi Şam’da, Hz. Osman’ın yeğeni Ukbe b. Nafi Atlas Okyanusu kıyısında Fas’ta, Hz. Ali’nin torunlarından Muhammed Bakır ve Cafer Sadık Irak coğrafyasında, Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali Kufe civarında bu şekilde faaliyet gösteren ilk dönem zahidleri arasındaydı. Keza Mısır ve Kuzey Afrika’da da sahabe neslinden faal zahidler vardı. Musa b. Nusayr, Halid b. Velid’in yetiştirmesi bir adamdı ve Emevîlerin Kuzey Afrika Valiliği görevinde bulundu, aynı zamanda abid ve zahid bir insandı.

Hasan Basri ve Rabia el-Adeviyye bu ilk neslin el verdiği önemli Tabiin zahidleri arasındaydı. Hafızlık geleneği bugün İslam dünyasının her tarafında etkili bir şekilde varlığını sürdürüyorsa bu geleneğin oluşumunda ilk dönem zahidlerine çok şey borçludur. Bu neslin, Kur’an’ın hıfzedilmesi ve bilahare kayıt altına alınması bağlamında çok önemli hizmetleri olmuştur. Kur’an-ı Kerim’in on beş asırdır kuşaktan kuşağa intikalini sağlayan da işte bu nesildir.

Günümüz İslam dünyasında bu ilk dönem zahidler meselesi gözden kaçmış ve üzerinde çalışılmamış bir konudur. Sonraki nevzuhur sufiler ve mutasavvıflar çokça tez konusu yapılıp çalışılmasına rağmen, İslam’ın muhafazasında çok önemli rol oynayan bu ilk dönem zahidleri üzerinde ayrıntılı çalışmalar hâlâ yapılmamış durumdadır.

9.

Emevîler

Ümeyyeoğulları, Cahiliyye çağından beri Haşimoğullarıyla zıtlaşma içindeydiler, Mekke’nin yönetimini ele geçirmek bu mücadelenin ana motivasyon unsuruydu. Ümeyyeoğulları, İslam’ın gelişinden sonra da Medine’de meydana gelen İslam Devleti’ne karşı bir mücadele sürdürdüler. Bedir Savaşı’nda Ali’nin, Ebu Süfyan’ın kudretli oğlu Hanzele’yi öldürmesi, Ümeyyeoğullarında Ali’ye ve Haşimoğullarına karşı tazelenmiş bir kin ve nefret oluşturdu; bunun etrafından güçlü bir asabiyye bağlılığı ortaya çıktı.

Bunun bir devamı mahiyetinde, Hz. Osman’ın halife seçilmesi sırasında eğer Hz. Ali seçilmiş olsaydı, Ümeyyeoğulları daha o zaman isyan edip bayrak açacaklardı. Fakat Abdurrahman b. Avf’ın sezgisi ve bu tehlikeyi keşfetmesi, şûrâ esnasında oyunu Hz. Osman lehine kullanmasını ve neticede Hz. Ali’nin halife seçilmesini önlemiş oldu. Böylece bu isyan da önlenebildi.

Vâkıâ, daha sonra Ali emir’ül-müminin olduysa da bu andan itibaren Ümeyyeoğulları Ali’ye karşı cephe aldı ve Şam Valisi Muaviye, Ali’ye itaat etmeyerek onu mağlup etti; ardından da tam nasyonalist bir devlet kurdu. Muaviye’nin kurduğu devlette Ümeyyeoğullarının iktidarın sahibi olduklarını vurguladılar ve devlet yapısı içerisinde Ümeyyeoğullarından olan veya onlarla uyumlu çalışabilecek insanlara görev verdiler. İşte bu nasyonalist devlet Arap olmayanları dışladı, bu devletin en belirgin meziyeti, asabiyyeci yanı ve Ümeyyeoğullarından olmayanları dışlayıcı tavrıdır.

Buna karşı Hz. Ali, Emevîlerle mücadele edebilmek için Kufe’ye davet edildi, Kufe o dönemde çok önemli bir İran askeri garnizonuydu. Bu İran garnizonuna mensup olan insanlar Ali’yi bilinçli bir şekilde ve özel bir maksatla oraya davet etmişlerdi. Burada bir iktidar oluşturup Şamlılarla mücadele etmeyi planladılar. Böylece, İslam öncesi dönemdeki Roma-Bizans İmparatorluğuyla Sâsânî İmparatorluğu mücadelesinin yeni bir versiyonunu şekillendirdiler.

Nitekim henüz o dönemlerde Hz. Ali’nin evlatlarına şah demeye başlamışlardı. Ali’nin oğlu Hüseyin’in hakkını savunurlarken dahi, aslında Hüseyin’in değil de onun eşi olan, son Şah Yezdicerd’in kızı Şehrbânu’nun hakkını savunuyorlardı. Çünkü Hüseyin onlar için damad-ı şehriyârî[5 - Şah’ın damadı (e.n.)] idi ve son şahları Yezdicerd’e varisliğine atıf yapıyorlardı. 1960’larda Bağdat’a gittiğimde, Şiilerin taziyelerinde Hüseyin için “Damad-ı şehriyârı öldürdüler!” nidalarıyla ağıt yaktıklarını kendim görmüştüm.

10.

Abbasîler

Abbasoğulları daha iktidarlarının en başından itibaren İran kökenli seçkinlerin himayesinde hareket etmek zorunda kaldılar. Abdullah es-Saffah’ın Emevîleri kovalaması ve hepsini kılıçtan geçirmesi sırasında yanındaki ordu bütünüyle İranlılardan oluşuyordu, bu askerler çok vahşi sahneler meydana getirmişlerdi. Sonra da bu adam Kufe’ye geldi ve Emevîlere karşı saffahlığıyla (kan dökücü) övündü. Abbasoğullarına bu gücü veren İranlılardı. İktidara geldikten sonra Basra ve Kufe’deki büyük camilerde zaferlerini görkemli şekilde kutladılar.

Bilahare Bağdat inşa edildikten sonra bu şehri İrani bir usulle dizayn edip tam bir İran payitahtı haline getirdiler. Claude Cahen gibi Batılı yazarlar, Abbasî Devleti’nin başında her ne kadar Arap kökenli bir aile varsa da devletin yönetimi, şehirlerin dizaynı gibi önemli esasların tümüyle İrani usulde geliştirildiğini kaydeder. Nitekim bir süre sonra İran-Sâsânî devlet teşkilatından alınan vezirlik sistemiyle bu etki perçinlendi. İranlı Bermekoğulları bu sistemin kurucusudur.[6 - Kanaatimce, ‘vezir’ kelimesi, Arapçadaki ‘vizr’ kökünden değil, Avesta’daki ‘kizir’ (bey) kelimesinden gelmektedir.] Abbasoğullarına kutsiyet vasfının giydirilmesi ve hadisler uydurularak bunun perçinlenmesi, İran etkisinin bir başka önemli boyutudur.

Yine İran coğrafyasındaki bu çevreler ve Türkler gibi siyasi güç sahipleri, Abbasî halifelerini, bir dönemde koca bir imparatorluk coğrafyasında devletlerin yöneticilerini onaylayan manevi bir otorite olarak algıladı ve bu çerçevede kabullendi. Bu nedenle de örneğin Selçuklu Türkleri Bağdat’a gelip halifeliğin koruyucusu olmakta bir beis görmedi. Samarra’da Abbasîlerin Türklerden oluşan geniş muhafız birlikleri mevcuttu.

Bu bağlamda, Selçukluların, Abbasî hanedanını koruma misyonuna karşılık, Halife de Tuğrul Bey’e “sultan-ı devle” unvanı verdi, kendileri de “sultan-ı din” unvanını kullandı. Bu düalist anlayış laiklik olarak da nitelendirilebilir. Zeki Velidi Togan’ın da bu ilişkiyi tanımlarken ifade ettiği gibi bu “Türk tipi laiklik”tir. Zaten bazı Avrupalı çevreler de laikliği Doğu’dan aldıklarını kabul ederler, “Doğu Laisizmi” denilirken kastedilen de bu modeldir.

Abbasîlerde ilk defa en-Nâsır-Lidinillah din ve dünya sultanlığını kendi şahsında birleştirmeye çalıştı, yarım asra yaklaşan uzun iktidarında bunu gerçekleştirmek için gayret etti ve bu yolda fütüvvet teşkilatının yanı sıra, tasavvufi çevreleri de seferber etti. Fütüvvet önderleri ve tarikat şeyhleri Abbasî Halifesi’ne bağlı olarak faaliyet gösterdiler. Bu şeyhlerden birini de kendisine özel sekreter yapmıştı. Meşhur mutasavvıf Şahabeddin es-Sühreverdî tam anlamıyla Halife en-Nâsır’ın bir nevi özel kalem müdürü olarak faaliyet gösterdi. Bu makam vasıtasıyla beldelere şeyhler tayin ediyorlardı. Manevi makamlar için Abbasî ailesince âdeta menşur dağıtılıyordu ve ondan icazet almayan kişi şeyhlik yapamaz durumdaydı.

Bununla birlikte Abbasîlerin bu dinî yapılanmasına Harezmşahlar itaat etmediler, zira Harezm sultanları “sultan-ı dünya” unvanının kendilerine verilmesini istiyorlardı, bu şekilde çevrelerindeki beylikleri de kendilerine itaat ettirmek niyetindeydiler; hâlbuki Abbasîler artık bu unvanı da kendileri kullanmak kararındaydılar. Bu bağlamda, Abbasî Halifesi en-Nâsır-Lidinillah, Cengiz Han’a elçiler göndererek, Harezmşahlara karşı siyasi ittifak arayışına dahi girdi. Bu şekilde Cengiz Han’ın Harezmşahlar ülkesi üzerine yürümesini de teşvik etti. Bu yüzden, pek çok İslami yazar ve müverrih, Halife en-Nâsır’a lanet yağdırır. Meşhur tarihçi İbn Esir, Moğolların İslam aleminin başına en-Nâsır tarafından bela edildiğini savunur.

Halife, Şeyh Mecidüddin Bağdadî’yi Muhammed Harezmşah’ı katlettirmek üzere o bölgeye gönderdi, Bağdadî Harezm’e gidince Muhammed’in annesiyle irtibat kurdu; ancak onun bu projesi ortaya çıkarılınca Sultan Muhammed tarafından 1213’te öldürüldü, Sultan’ın annesi de bu komplo nedeniyle cezalandırıldı. Ancak Harezmşah, nüfuzlu Şeyh Mecidüddin’i idam ettirerek bu sefer tasavvuf çevrelerini karşısına almış oldu.

En-Nâsır’dan sonra gelen halifeler onun kadar başarılı olamadılar; Moğollar birtakım yerleri istila ederlerken Harezmşahları da ortadan kaldırdılar. Cengiz’in torunu Hülagu çok geniş bir devlet kurmak istiyordu, Türklerde de bu anlayış “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” olarak nitelendirilir. Hülagu bütün Anadolu ve İran’ı zapt etti ama karşısında Abbasî Halifeliği vardı, onu da ortadan kaldırıp Mısır’a geçmeyi düşlüyordu. Bu yüzden de kuvvetlerini topladı ve 1258’de Bağdat kuşatmasının ardından Abbasî Devleti’ni yok edip, Bağdat Halifeliği’ne de son vermiş oldu. Suriye’yi alıp Şam yakınlarına kadar geldi, ancak Memlûk Sultanı Baybars 1260 yılında, Şam’ın kuzeyindeki Ayn Calud’da Moğol akınlarını durdurdu, Moğol Başkomutanı Buğra Han’ı idam etti. Bu savaşın neticesi olarak Hülagu Han Mısır’ı fethetme düşünden geri adım atmak zorunda kaldı. Bu yenilgi, Moğolların o vakte kadar aldıkları ilk ve en büyük hezimetti.

11.

İspanya’nın Müslüman Fatihlerce Fethi

Musa b. Nusayr Kuzey Afrika’da genel valilik görevindeyken bölge halkı Hristiyan Berberilerden oluşuyordu, Musa bu Berberilere İslam’ı anlattı. Kendisi de Hristiyan kökenli olduğu için tebliğ faaliyetleri daha da başarılı oldu ve Berberiler ona büyük bir rağbet gösterdi, İslamiyet Kuzey Afrika’da çığ gibi büyüdü.

Musa’nın bu faaliyetleri sırasında, İspanya’daki taht mücadelelerinde yenik düşen bir prens Müslümanlardan destek almak amacıyla Musa ile irtibat kurdu. Musa b. Nusayr bunun üzerine bir ordu teşkil ederek Cebel-i Tarık denilen yerden bu orduyu İber Yarımadası’na geçirdi.

O dönemde Gotlar arasında taht mücadelesi bulunduğu için Tarık b. Ziyad büyük bir başarı elde etti. Tarık, Vizigotlarla savaş alanındayken bir ara ordusu dağılmaya yüz tutar ve askerlerine seslenerek, “Arkanız denizdir, karşınız da düşman; denizde boğulmak yerine düşmanın karşısında ölüp şehit olun.” sözleriyle ordusunu motive edip, yeniden toparladı, düşmanı yenilgiye uğratarak Madrid’i zapt etti.

Musa b. Nusayr, Afrika’dan Tarık’a bir mektup yazarak daha öteye geçmemesini söyleyip, kendisini beklemesini bildirdi. Tarık ise Got ordusunu etkin şekilde takip amacıyla Musa’nın emrini dinlemeden yoluna devam etti. Musa da İspanya’ya geçti ve Pireneler’e kadar tüm İber Yarımadası’nı fethettiler. Ancak Musa ile Tarık arasına bir kez kırgınlık girmişti.

Vizigotların sarayında 36 ayağı bulunan bir masa bulunduğu ve bunun Süleyman Peygamber’den kaldığı düşünülürdü. Savaş tamamlanıp da buradan elde edilen ganimetler Emevîlere gönderildiği zaman, bu masa da ganimetler arasında en kıymetli nesne olarak gönderildi. Bu masa gönderilirken, Musa tarafından kendi ganimeti olarak gönderildi. Tarık da Emevîlere bu masanın kendisi tarafından ele geçirildiğini ve kendi ganimetleri arasında olduğunu ifade etti. Musa ise Tarık’la aralarındaki ihtilaftan dolayı onu tutukladı. Emevî Halifesi bu iki komutanı barıştırmak için huzuruna çağırdı, Tarık o masayı ele geçirdiğinde ayaklarından birini koparıp yanında tutmuştu; muhakeme edildiklerinde o masa ayağını ortaya koyup Musa’yı yalancı çıkardı.

Musa b. Nusayr bu hadiseden dolayı çok büyük bir kırgınlık yaşadı. Emevîlerin yaptığı en büyük kötülüklerden biri de bu iki değerli komutanın birbirine düşmesi ve bu ayrılığın Avrupa’da İslam’ın yayılmasına ket vurmasıdır.

12.

Endülüs Emevîleri

Emevîlerden Abdurrahman adında bir prens, Ebu Müslim ve Abbasîlerin katliamından kaçıp kurtularak İspanya’ya gitmişti. Abdurrahman orada çok iyi karşılandı ve emir olarak kabul gördü. Böylece Endülüs Emevîleri denilen devlet Abdurrahman eliyle teşkil edilmiş oluyordu. Bu devletin yöneticileri, İspanya’da yeni imar faaliyetlerinde bulundular, ülkeyi mamur hâle getirdiler; bilhassa bilimsel anlamda büyük gelişmeler oldu, oluşan parlak medeniyet tüm Avrupa’yı etkisi altına aldı.

Bu devletin yapısı içerisinde çeşitli zümreler etkindi, özellikle Yahudiler ön plandaydı, örneğin İbn Şeflud etkili bir vezirdi. Bu etkileşimden çok sayıda ilim adamı yetişti, Avrupa da İslam medeniyetini büyük ölçüde Endülüs üzerinden tanıdı. Bu ilim adamları Kuzey Afrika’ya da geçti, bu bölgede de Endülüslü âlimlerin etkisi yoğundu. Kuzey Afrika, Abbasî payitahtına uzaklığı nedeniyle Bağdat etkisine daha az açıktı, coğrafi yakınlık nedeniyle Endülüs etkisi burada daha belirgindir.

Bir süre sonra Sicilya Adası’na çıkarak burada mahallî bir emirlik kurdular, Skılliyye de denilen bu emirlik İtalya kültürünü etkiledi; İslam dünyası ile Avrupa arasında bu Sicilya Emirliği bir köprü vazifesi de görmekteydi.

Endülüs’ün gerçekleştirdiği bu muazzam bilimsel atılıma rağmen, Emevî emirlerinin bir konuda ciddi eksiklikleri vardı: Bilhassa İber Yarımadası’nın İslamlaşması ve halkın Müslümanlaşması noktasında zayıf bir politika takip etmişlerdi. Bütün zenginlikleri ve bayındırlıklarına rağmen halkın arasında İslamiyet fazlaca yayılmadı.

Endülüs Emevîlerinin 750 senelik iktidarlarının sonunda, İspanya’nın yerli halkı diğer Avrupalı devletlerin de teşvikiyle Müslüman idaresine karşı başkaldırdılar ve başarılı da oldular. Sonuçta Müslümanları İspanya’dan söküp attılar. Bugün bakıldığında, İber Yarımadası öyle bir hâldedir ki sanki İslamiyet o bölgeye hiç uğramamış gibidir.

13.

İspanya ve Anadolu’nun İslamlaşma Süreçleri

750 yıllık Emevî hâkimiyetinin ardından, İspanya coğrafyasında İslam etkisinin hemen hiç tabana yayılamamasına mukabil, Anadolu’nun Müslümanlaşması bambaşka bir seyir takip etmiştir ve son derece başarılı bir örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Bu bağlamda ben, Anadolu Selçuklu Devleti’nin rolünü çok önemsiyorum. Zira sadece 300 sene içerisinde Anadolu gibi devasa bir coğrafya tamamıyla İslamlaştı. Anadolu’da Endülüs’ten farklı olarak yapılan şeylerin en önemlisi, ticari faaliyetlerin bütün Anadolu coğrafyasında yoğun şekilde geliştirilmesiydi.

Anadolu bu dönemde İpek Yolu kanalıyla İslam dünyasıyla Batı arasında bir köprü fonksiyonu gördü. Anadolu’nun İslamlaşmasında bu ticari ağların da büyük rolü vardı. Ticaret ve işlek yollar vasıtasıyla cazibesi artan Anadolu, civar coğrafyalardaki farklı bölgelerden İslam âlimi ve tüccarlar için de bir çekim merkeziydi.

Bu noktada, meşhur tarihçimiz Zeki Velidi’nin enteresan bir tespiti var, kendisi der ki; tarihsel ve normal süreç içinde Doğu’dan (Orta Asya’dan) kopup gelen göçebe ve savaşçıların bir süre sonra Anadolu gibi yüksek Bizans medeniyetine beşiklik etmiş bir kültürde asimile olmaları beklenirdi, ama olmadılar. Bunu Zeki Velidi, Anadolu’ya gelen insanların arasında yoğun şekilde gayrı Türk unsurların (Fars, Arap hatta Hintli seçkinler) var olmasıyla açıklar ve bu karışımın asimilasyonu engellediğini savunur.

Filhakika, bilhassa İranlıların göçler sırasında Anadolu’ya getirdiği yüksek edebî kültür, hâkim Bizans kültür zenginliğine meydan okudu ve galebe de çaldı. Bu meyanda Selçukluların Farsçayı kullanmış olmaları bir eksiklik değil, bilakis hayır ve zenginlikti.

Buna mukabil, Endülüslüler daha mamur şehirlerde yaşamalarına rağmen sahip olunan yüksek bilimsel seviye halka yansıtılamadı, Anadolu’da ise yansıtıldı. İslamiyet İspanya’da şehirlerle sınırlı kalırken, Anadolu’da köylere kadar hâkim oldu.

14.

“Halife” Kavramı ve Siyaseten Kullanımı

Allah, Kur’an’da “yeryüzünde bir halife yaratacağını” söyleyince, melekler kendisine itiraz ederek “Yeryüzünde kan dökecek ve bozgunculuk yapacak bir varlık mı yaratacaksın?” şeklinde mukabele etmişlerdi; Allah ise onlara “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurmuştu.[7 - Bu vakanın içinde geçtiği Bakara suresi 30. ayetin tam meali şu şekildedir: “Hani rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?’ dediler. Allah ‘Şüphe yok ki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.’ buyurdu.” (e.n.)] Bu ayette halife, esasen “muhalefet eden” anlamındadır ve “hulf” (muhalefet eden, karşı gelen) kökünden gelmektedir; bazılarının sandığı gibi “half” (ardından gelen) anlamında değildir.

Kur’an’da “hulf” ve “half” kelimelerinin çoğulları da birbirinden farklıdır; Kur’an’da “half”in çoğulu “hulefâ” olarak gelir, “hulf” kelimesinin çoğulu ise yine çokça yerde geçer ve “halâif”tir (muhalifler anlamında).

Devleti ve yönetici hanedanları kutsayan bazı çevreler, Davut ve Süleyman Peygamberlerin yeryüzünde Allah’ın vekili (halifesi) olduklarını, O’nu temsilen yeryüzünde icraatta bulunduklarını düşünürler (Yahudiler de bu inanca sahiptir.).

Bu anlayışı getirip Abbasî halifelerine atfedilen sıfatlara (zıllullah fi’l-arz vb. yakıştırmalar) uyarladığınızda, aynı sonucun ortaya çıktığını görürsünüz. Bu yüzden halifelere karşı gelmek ve onlara isyan etmek, küfürle eş anlamlı sayılmış ve muhaliflerin katli mübah (hatta vacip) sayılmıştır. Abbasîler döneminde muhalif hareketlere uygulanan baskıların şiddetli olmasının arka planında, bu meşrulaştırıcı zihniyet yatmaktadır.

15.