banner banner banner
Otuz Yaşındaki Kadın
Otuz Yaşındaki Kadın
Оценить:
 Рейтинг: 0

Otuz Yaşındaki Kadın

Otuz Yaşındaki Kadın
Honoré de Balzac

Bu eserde de her Balzac romanında olduğu gibi kadın duygularının en ince biçimde ele alınışı ve mükemmel doğa tasvirleri, yazarın, gözlem gücünün ve realist romanın en büyük kalemlerinden biri oluşunun nişanesidir. Otuz yaşında bir kadının genç bir adam için dayanılmaz çekici yanları vardır. (…) Gerçekten, bir genç kızın sayısız hayalleri vardır, çok toydur, seks konusu da sevgisine çok yakından suç ortaklığı eder; onun için bir delikanlı böyle bir sevgiyle de övünemez. Oysa bir kadın, yapılacak fedakârlıkların bütün kapsamını bilir. Genç kızın merak yüzünden, sevgilisininki ile ilgisi olmayan çekicilikler yüzünden sürüklendiği bir durumda kadın, vicdani bir duyguya boyun eğer. Biri kendini bırakır, öteki ise seçer. Bu seçiş bile çok övünülecek bir şey değil midir? Mutsuzluklar yüzünden hemen her zaman pahalıya mal olmuş bir bilgiye sahip tecrübeli kadın, kendini verirken benliğinden fazlasını verir sanki. Oysa cahil ve hemencecik inanan, hiçbir şey bilmeyen genç kız, hiçbir şeyin kıyaslamasını yapamaz; hiçbir şeyin değerini veremez. Sevgiyi kabul eder ve inceler. İnsanın yönetilmekten hoşlandığı, söz dinleyip boyun eğmenin zevk olduğu yaşta kadın bize öğretir, öğüt verir; genç kız ise her şeyi öğrenmek ister ve kadının şefkatli olduğu yerde o, toyluğunu gösterir. Kadın tek bir zafer sunar size, genç kız ise sizi bitmez tükenmez savaşlar vermeye zorlar. Birincisinde gözyaşlarından, zevklerden başka şey yoktur; ikincisinde ise keyifler, pişmanlıklar vardır. (…) Genç kızın tek bir şuhluğu vardır ve soyundu mu her şeyi söylemiş olduğuna inanır fakat kadının sayısız şuhlukları vardır ve binlerce örtü altında gizlenir. Son olarak kadın bütün gururları okşar, toy genç kız ise yalnız bir tanesini. Zaten erkek, otuz yaşındaki kadının kararsızlıklarından, korkularından, çekingenliklerinden, heyecanlarından ve öfkelerinden etkilenir ki bunlara bir genç kızın sevgisinde rastlanmaz hiçbir zaman. O yaşa geldi mi kadın; genç adamdan, uğrunda feda ettiği saygıdeğerliliği kendisine geri vermesini ister, yalnız onun için yaşar, geleceği ile uğraşır, güzel bir yaşantısı olsun ister, bu yaşantının ünlü, şanlı olmasına zorlar onu. Boyun eğer, yalvarır ve hükmeder, alçalır ve yükselir; genç kızın ağlayıp sızlamaktan başka şey yapamadığı durumlarda o, erkeğini bin vesile ile avutmasını bilir. Son olarak, durumunun bütün üstünlükleri dışında otuz yaşındaki kadın, genç kız hâline girebilir, bütün rolleri oynayabilir, utangaç olabilir ve bir felaket yüzünden güzelleşebilir hatta. İkisi arasında beklenenle beklenmeyenin, güçle güçsüzlüğün arasındaki o ölçülemez ayrılık, uzaklık vardır. Otuz yaşındaki kadın her arzuyu giderir, genç kız ise hiçbir arzuyu giderememek durumundadır, böyle yaptı mı yok olmaya mahkûmdur

Honoré de Balzac

Otuz Yaşındaki Kadın

I

1813 yılı nisanı başında bir pazar sabahı, o gün havanın güzel olacağını haber veriyordu. Böyle günlerde Parisliler, o yıl ilk kez sokaklarını çamursuz, göklerini bulutsuz görürler. Öğleden önce, iki yüğrük atın koşulu olduğu bir araba, Castiglione Sokağı’ndan gelerek Rivoli Sokağı’na girdi; Feuillants Manastırı’nın seddi ortasında yeni yapılmış olan bir kapının önündeki birçok zarif arabanın ardında durdu. Bu hafif arabayı kaygılı, hastalıklı görünen bir adam sürmekteydi. Kır düşmüş saçları sapsarı başını zar zor örtüyor, vaktinden önce yaşlanmış gösteriyordu onu. Arabasını izleyen atlı uşağa dizginleri fırlattı, aşağıya inerek genç bir kızı kucakladı. Kızın göz alıcı güzelliği, seddin üzerinde işsiz güçsüz dolaşanların dikkatini çekti. Genç kız arabanın kıyısında ayağa kalkınca yaşlı adamın kendisini belinden kavramasına hoş bir tavırla razı oldu, kollarını onun boynuna doladı. Adam da kızın giydiği yeşil robun süslerini bozmadan onu kaldırıma indirdi. Bir sevgili bundan daha çok özen gösteremezdi. Kim olduğu bilinmeyen bu adam, kızın babası olsa gerekti. Kız ona teşekkür etmedi, teklifsiz bir davranışla kolundan tutarak hızla bahçeye doğru çekti. Birkaç delikanlının hayranlık dolu bakışları yaşlı babanın gözüne çarptı. Yüzünü kaplamış olan keder bir an için silindi. İnsanların boş bir gururun verdiği aldatıcı zevkle yetindikleri yaşa çoktan gelmişti ama yine de gülümsemeye başladı, genç kızın kulağına, “Karım sanıyorlar seni.” dedi ve dimdik doğrularak kızı çileden çıkaran bir yavaşlıkla yürümeye başladı.

Kızının hesabına hoşa gitmek ister gibi bir hâli vardı. Gelip geçenler kızın kahverengi iskarpinler içindeki küçük ayaklarına; içi bluzlu bir robun çok hoş belirttiği boyuna bosuna; işlemeli bir yakanın büsbütün örtemediği körpe boynuna ilgi ile bakıyorlardı. Adam da bundan belki kızından daha çok hoşlanıyordu. Yürüyüşün salıntısı genç kızın robunu ara sıra kaldırıyor ve iskarpinlerin üzerinde, “ajur” ipek çorapların zarif bir şekilde sardığı tombul bir bacağın görünmesine yol açıyordu. Onun için, gezinmekte olan birkaç kişi bu körpe yüzü hayranlıkla seyretmek veya bir daha görmek için baba kızın ilerisine geçti. Bu yüzün çevresinde siyaha çalan birkaç tane saç lülesi oynaşıyordu. Yüzün pembe beyazlığı, zarif bir şapkanın pembe saten astarının ışıltılarıyla olduğu kadar, bu güzel kızın her hâlinde göze çarpan arzu ve sabırsızlığın etkisiyle daha çok beliriyordu. Üzerinde keman gibi kaşların, kıyılarında uzun kirpiklerin bulunduğu; duru bir hava içinde yüzen badem biçimi, güzel kara gözleri, hoş bir muziplikle ışıldamaktaydı. Bu yaramaz yüzde ve -elbiselerin beli o sıralarda göğsün hemen altından başlamasına rağmen- yine de sevimli olan bu gövdede canlılıkla gençlik, bütün hazinelerini ortaya sermişlerdi. Genç kız hayranlık gösterilerine aldırmadan, bir çeşit kaygı ile Tuileries Sarayı’na bakıyordu. Aceleyle çıktığı bu gezinin amacı, oraya varmaktı herhâlde. Saat on ikiye çeyrek vardı. Gerçi henüz sabah sayılırdı ama -hepsi de tuvaletli görünmek arzusuna kapılmış olan- birçok kadın saraydan dönüyorlardı. Görmek istedikleri bir manzarayı seyretmeye çok geç kalmış olmaktan üzülürmüş gibi başlarını da asık bir yüzle çevirmekten geri kalmıyorlardı. Hayal kırıklığına uğramış bu güzel kadınların öfkeyle söyledikleri, kim olduğunu bilemediğimiz güzel kızın da kulak misafiri olduğu birkaç söz, pek kaygılandırmıştı onu. Yaşlı adam yanındaki kızın sevimli yüzünde beliren sabırsızlık ve korku izlerini meraklı olmaktan çok alaylı bir gözle izliyordu. Onu çok büyük dikkatle gözlemekte olduğuna göre de baba olarak zihnini bir düşünce kurcalasa gerekti.

O pazar, 1813 yılının on üçüncüsüydü. İki gün sonra Napolyon; sevgili mareşalleri Bessieres ile Duroc’u art arda kaybedeceği; unutulmaz Lutzen ve Bautzen savaşlarını kazanacağı; Avusturya’nın, Saksonya’nın, Bavyera’nın, kendi mareşali Bernadotte’nun kalleşliğine uğrayacağı; korkunç Leipzig Savaşı’nı vereceği o uğursuz sefere çıkacaktı. İmparatorun yapılmasını emrettiği parlak geçit töreni, bunca zamandır Parislilerle yabancıların hayranlığını uyandıran geçitlerin sonuncusu olacak; emektar hassa kıtası, ustalıklı hareketlerini son defa yapacaktı. Bu hareketlerin parlaklığı, ölçülülüğü, kimi zaman Avrupa ile o sırada kapışmaya hazırlanan o büyük adamın kendisine varıncaya kadar herkesi şaşırtmıştı. Seçkin ve meraklı bir kalabalık, kederli bir duygunun etkisi altında, Tuileries Sarayı’na gelmiş bulunuyordu. Herkes yarın neler olacağını sezmişti sanki ve Fransa’nın bu yiğitlik dönemleri, bugünkü gibi hemen hemen masallardakini andıran renklere büründüğü bu sahnenin yarattığı tabloyu belki birkaç kez gözlerinin önüne getireceği, herkesin içine doğmuştu sanki.

Genç kız yaşlı adamı yaramaz bir tavırla sürükleyerek, “Daha çabuk gidelim babacığım, trampetleri duyuyorum!..” diyordu.

Babası, “Tuileries Sarayı’na giren kıtalar onlar.” diye cevap verdi.

“Veya resmigeçit yapan birlikler, herkes geri dönüyor!” Genç kızın çocuksu bir kederle söylediği bu sözler, yaşlı adamın gülümsemesine yol açtı.

Kabına sığamayan kızının âdeta ardından yürüyen baba, “Resmigeçit yarım saat sonra başlıyor.” dedi.

Kızın sağ kolu ile yaptığı hareketi görseniz, koşmak için bundan yararlandığını sanırdınız. Eldiven içindeki küçük eli bir mendili sabırsızlıkla mıncıklıyor, suları yaran bir sandalın küreğini andırıyordu. Yaşlı adam ara sıra gülümsüyordu. Fakat arada bir zayıf yüzünün kaygılı ifadelerle kederli bir hâle büründüğü de oluyordu. Bu güzel kıza olan sevgisi, o anda duyduğu hayranlık kadar yarın için de kaygı hissetmesine yol açıyordu. Kendi kendine şöyle der gibiydi sanki: “Bugün mutlu ama her zaman mutlu olacak mı?” Çünkü yaşlılarda, gençlerin geleceğini karanlık görmek gibi bir eğilim vardır hep.

Tepesinde üç renkli bayrağın dalgalandığı köşkün önünde, sütunlu bir galeri vardı. Gezintiye çıkmış olanlar buradan geçiyorlar, Tuileries Bahçesi’nden Carrousel alanına gidip geliyorlardı. Baba kız bu sütunların altına ulaştıklarında nöbetçiler sert bir sesle onlara, “Yasak, geçemezsiniz!” diye bağırdılar.

Kızcağız ayaklarının ucuna basarak yükseldi ve imparatorun çıkacağı, mermerden yapılma eski kemerin iki yanını dolduran süslü püslü birçok kadını görebildi.

“Gördün ya babacığım, çok geç yola çıkmışız!” dedi.

Dudaklarını uzatarak kederli bir eda verdiği sevimli yüzü, bu geçit töreninde bulunmayı ne denli önemsediğini gösteriyordu.

“Hadi bakalım Julie, gidelim, itilip kakılmaktan hoşlanmazsın sen.”

“Gitmeyelim babacığım! İmparatoru buradan da görebilirim. Seferde ona bir hâl olursa kendisini hiç göremem sonra.”

Baba bu bencil sözleri duyunca irkildi, kızının sesi ağlamaklı idi. Ona baktı ve inik göz kapaklarının altında, hayal kırıklığından çok böyle ilk duyulan kederlerden birinin yol açtığı birkaç damla gözyaşını görür gibi oldu ki yaşlı bir baba için bunun sırrını sezmek kolaydır. Julie birdenbire kıpkırmızı oldu ve sebebini ne nöbetçilerin ne de yaşlı adamın anladığı bir çığlık kopardı. Bir subay avludan merdivene doğru koşuyordu. Bu çığlığı duyunca birden döndü, bahçenin kemerine değin ilerledi. Kumbaracıların tüylü, iri şapkalarının bir ara gözlerden gizlediği genç kızı gördü. Nöbetçilere oradan kimseyi içeriye sokmamalarını kendisi emretmişti. Kızla babasının oradan geçmelerini hemencecik sağladı. Sonra kemerin çevresindeki şık giyimli kalabalığın söylenmelerine hiç aldırmadan, bu işe pek sevinmiş olan kızı yavaşça kendine doğru çekti.

Yaşlı adam ciddi olduğu kadar alaycı bir tavırla subaya, “Sen nöbetçi olduğuna göre onun ne öfkesine ne de acelesine şaşmıyorum artık…” dedi.

Genç adam cevap verdi, “Efendim, iyi bir yerde durmak istiyorsanız konuşmakla vakit geçirmeyelim. İmparator beklemekten hoşlanmaz, mareşal de gidip ona haber verme görevini verdi bana.”

Bunları söylerken bir çeşit teklifsizlikle Julie’nin koluna girmiş, onu çabuk çabuk Carrousel alanına doğru sürüklüyordu. Sarayın kurşuni duvarlarıyla aralarına zincirler gerilmiş alçak taş sütunlar, Tuileries Sarayı’nın ortasında kumla kaplı büyük dörtgenler meydana getirmişlerdi. Bunlar arasındaki daracık boşlukta büyük bir kalabalığın yığılmış olduğunu, Julie şaşırarak gördü. İmparatorla kurmayının serbestçe geçişini sağlamak için nöbetçilerin meydana getirdikleri kordon, arı kovanı gibi uğuldayan ve boyuna kımıldayan bu kalabalığı zapt etmekte büyük güçlük çekiyordu.

Julie gülümseyerek, “Çok güzel olacak demek bu, ha?” diye sordu.

Subay, “Dikkat etsenize!” diye bağırdı, Julie’yi belinden kavradığı gibi kuvvetle olduğu kadar çabuklukla yerden kaldırıp bir sütunun yanına görürdü.

Onu böyle birden kaçırmasaydı, meraklı hısmına bir kır atın sağrısı çarpacaktı; üzerinde al kadifeden sırmalı bir eğer bulunan bu atı, Napolyon’un kölesi, hemen hemen kemerin altında, dizgininden tutuyordu. Her ikisi de imparatorun arkadaşları olan generallerle mareşalleri bekleyen bütün atların on adım gerisindeydiler. Genç adam, baba kızı sağdaki ilk alçak taş sütunun yanına, kalabalığın önüne yerleştirdi. İkisi de yaşlı iki humbaracının arasında bulunuyorlardı. Genç subay bir baş işaretiyle baba kızı onlara emanet etti; saraya döndüğünde, atın gerilemesinden ötürü duyduğu ani korku, yüzünde yerini bir mutluluk ve sevinç ifadesine bırakmıştı. Julie esrarlı bir tavırla elini sıkmıştı onun. Ya yaptığı küçük hizmete teşekkür için ya da “Nihayet görebileceğim seni!” demek için yapmıştı bunu. Subay çabucak gözden kaybolmadan önce kızla babasını saygı ile selamladığı sırada, Julie de hafifçe başını eğdi. Yaşlı adamın iki genci bile bile yalnız bırakmış gibi bir hâli vardı. Ciddi bir tavırla kızının biraz gerisinde duruyordu fakat belli etmeden onu gözlüyor, Carrousel alanının gözler önüne serdiği muhteşem manzarayı seyre dalmış gibi görünerek de onda sahte bir güven duygusu uyandırmaya çalışıyordu. Julie öğretmeninden korkan bir öğrencinin kaygılı bakışı ile babasına yeniden baktığı zaman, adam iyicil, sevinç dolu bir gülümseyişle karşılık bile verdi ona. Fakat keskin bakışı subayı kemerin altına dek izlemiş; çabucak geçen bu sahnenin hiçbir ayrıntısı gözünden kaçmamıştı.

Julie babasının elini sıkarak alçak sesle, “Ne güzel manzara!” dedi.

O anda Carrousel alanının büründüğü göz alıcı, yüce manzara karşısında, yüzlerinde hayranlık okunan binlerce seyircinin ağzından da hep bu haykırış yükseliyordu. Yaşlı adamla kızının bulundukları sıra kadar sıkışık bir sıra kalabalık da saraya paralel bir çizgi üzerinde Carrousel alanının parmaklığı boyunca uzanan taş döşeli, dar boşluğu doldurmuştu. Kadın tuvaletlerinin değişik hâliyle bu kalabalık, Tuileries Sarayı’nın yapılarının meydana getirdiği kocaman, uzun karenin ve o sıralarda, yeni yapılmış olan o parmaklığın biçimini iyice meydana çıkarıyordu. Az sonra denetlenecek olan emektar muhafız birliğinin alayları bu geniş alanı doldurmuşlardı. Sarayın karşısında bunlar, onar sıra derinliğinde mavi, heybetli saflar hâlindeydiler. Bu kapalı alanın ötesinde ve Carrousel alanında, başka paralel saflar hâlinde birçok piyade ve süvari alayları bulunmaktaydı. Bunlar, kapının ortasını süsleyen zafer takının altında geçit yapmaya hazır hâldeydiler. Zafer takının en tepesinde de o zamanlar, Venedik’ten gelme muhteşem at heykelleri görülmekteydi. Nöbetçi Polonya mızraklı süvarilerinin arkasında, alayların, Louvre Sarayı’nın sütunlu galerileri altına yerleştirilmiş olan bando mızıkaları vardı. Kum kaplı dörtgenin büyük bölümü bu çıt çıkarmayan birliklerin yapacakları hareketler için hazırlanmış bir meydan hâlinde, boş durmaktaydı. Bunların, askerlik biliminin bakışıklığına uygun olarak yerleştirilmiş yığınlarında güneşin ışınları, on bin süngünün üçgen biçimi parıltılarını yansıtıyordu. Rüzgâr, askerlerin şapkalarındaki tüyleri kımıldatarak bunları, bir ormanın sert bir yel altında eğilen ağaçları gibi dalgalandırıyordu. Eski askerlerden meydana gelme bu sessiz, parlak topluluklarda üniformaların, sırmalarla şeritlerin, silahlarla kordonların çeşitliliğinden binlerce renk çelişmesi doğmaktaydı. Bir savaş alanının çarpışmalar başlamadan önceki minyatürü olan bütün ayrıntıları ve acayip girinti çıkıntıları ile bu uçsuz bucaksız tablonun kıyılarında heybetli yüksek yapılar, şairane bir çerçeve hâlindeydi. Şeflerle askerler de bu yapıların kımıltısızlığına uyuyorlardı sanki. Bu hâli gören seyirci bu insan duvarlarını, elinde olmadan, bu taş duvarlara benzetiyordu. Yeni yapılmış ak duvarlarla asırlık duvarlar üzerine ışıklarını bol bol serpen bahar güneşi, yanıp tunçlaşmış bu sayısız yüzleri iyice aydınlatıyordu. Hepsi de geçirilmiş tehlikeleri anlatıyorlar, gelecek tehlikeleri ise kılları kıpırdamadan bekliyorlardı.

Her alayın komutanı bu yiğit askerlerin meydana getirdikleri saflar önünde tek başına gidip geliyordu. Sonra da gümüşi, gök mavisi, al ve altın sarısı renklere bürünmüş bu birliklerden meydana gelme yığınların ardında meraklılar, yorulmak bilmez altı Polonya süvarisinin mızraklarına bağlanmış üç renkli şeritleri görmekteydiler. Bir çayır boyunca bir sürüyü güden köpekleri andıran bu atlılar, birliklerle meraklı halk kalabalığı arasında durmadan koşuşuyorlar; bunu da imparatorun geçeceği kapının yanında seyircilere ayrılan küçük boşluktan kalabalığın taşmasını önlemek için yapıyorlardı. Bu kımıldanışlar, gidip gelişler de olmasa ormanda, “Uyuyan Güzel”in sarayında sanabilirdi kendini insan. Humbaracıların uzun tüylü şapkaları üzerinden geçen bahar yeli nasıl askerlerin kımıltısızlığını gösteriyorsa kalabalığın boğuk mırıltısı da onların sessizliğini meydana çıkarmaktaydı. Yalnız ara sıra kıyısında çıngıraklar dizili bir bando zilinin çınlayışı veya yanlışlıkla bir davula hafifçe vurulduğu için çıkan sesin imparator sarayına çarparak yankılanışı, uzaktan uzağa duyulan ve fırtınayı haber veren gök gürültülerini andırıyordu. Kalabalığın bekleyişinde anlatılamaz bir coşkunluk göze çarpmaktaydı. Her vatandaşın tehlikelerini sezdiği bir seferin arifesinde Fransa, Napolyon’u uğurlayacaktı. Bu kez Fransa İmparatorluğu için söz konusu olan; var olmak veya olmamaktı. Napolyon’un kartalı ile dehasının içinde kanat çırptığı bu alana yığılı -her ikisi de sessiz- şehir halkı ile silahlı halk, hep bunu düşünüyordu sanki. Fransa’nın umudu, kanının son damlası olan bu askerler de seyircilerin besledikleri kaygılı merakta büyük yer tutmaktaydılar. Orada bulunanlarla askerlerin çoğu birbirlerine ebediyen veda etmekteydiler belki fakat bütün yüreklerden hatta imparatora en düşman olanlardan dahi vatanın şanı, şerefi için Tanrı’ya en ateşli dilekler yükselmekteydi. Avrupa ile Fransa arasında başlayan boğuşmadan en çok bezginlik duyan insanlar bile tehlike gününde Napolyon’un bütün Fransa demek olduğunu anlayarak, zafer takı altından geçtikleri sırada bütün hınçlarından sıyrılmışlardı.

Sarayın saati buçuğu çaldı. O anda kalabalığın uğultusu kesildi ve sessizlik öylesine derinleşti ki bir çocuğun söylediği sözler bile duyulabilirdi. Yaşlı adamla kızının bütün canlılıkları gözlerine toplanmıştı sanki. O sırada bir mahmuz gürültüsü ile bir kılıç şakırtısı duydular: Bu sesler sarayın yankılarla dolu sütunlu galerisinde çınladı.

Yeşil bir üniforma, beyaz bir pantolon, uzun konçlu çizmeler giymiş ufak tefek, şişmanca bir adam birden görünüverdi. Başındaki, kendisi kadar heybetli, üç köşe şapkayı çıkarmamıştı. Göğsünde Legion d’Honneur nişanının geniş kurdelesi dalgalanıyordu, belinde küçük bir kılıç vardı. Adamı aynı anda alanın bütün noktalarından, bütün gözler gördü.

Hemen trampetler çalmaya başladı. İki bandodan yükselen nağmelerin savaşçı temposunu, flütlerin tatlı seslerinden davula kadar her çalgı tekrarladı. Bu cenk çağrısıyla bütün ruhlar ürperdi, bayraklar selam için eğildi; askerler tek ve düzenli bir hareketle selam durunca Carrousel alanında tüfekler, ilk sıradan sonuncuya değin sarsılıp kımıldadı. Komutlar tıpkı yankılar gibi bir saftan ötekine atladı. Coşan kalabalıktan “Yaşasın imparator!” bağırışları yükseldi. Sonunda her şey titredi, her şey kımıldadı, her şey sarsıldı…

Napolyon at binmişti. Bu hareket de bu sessiz yığınları canlandırmış, çalgıları seslendirmiş, kartallarla bayrakların ileriye atılmalarına yol açmış, bütün yüzlerde coşku yaratmıştı. Bu eski sarayın yüksek sütunlu galerilerinin duvarları da “Yaşasın imparator!” diye bağırıyorlardı sanki. Beşerî bir şey olmadı da bu bir büyü, tanrısal kudretin bir benzeri yahut daha doğrusu, bu çok geçici saltanatın geçici bir imgesi oldu. Güneşin bile kendisi için bulutları gökyüzünden uzaklaştırdığı, bunca sevgi, coşkunluk, bağlılık ve dilekle çevrili bu adam; atından inmedi, peşinden getirilen yaldızlı küçük merdivenin üç adım ilerisinde durdu. Solunda kıdemli mareşal, sağında nöbetçi mareşal vardı. Bunca coşkunluğun boşanmasına kendisi yol açmıştı ama kılı bile kıpırdamadı.

“Tanrı hakkı için öyle. Wagram’da ateş ortasında, Moskova’da ölüler arasında hep böyle sakindir o, kılı bile kıpırdamaz!”

Birçok soruya bu karşılığı, genç kızın yanında bulunan bir humbaracı asker vermişti. Sakinliği, kudretine beslediği çok büyük güvenini gösteren bu yüzü Julie, bir an seyre daldı; imparator, Mile de Chatillonest’yi gördü, Duroc’a doğru eğilip kısaca bir şeyler söyledi; bu da mareşallerin en kıdemlisinin gülümsemesine yol açtı. Gösteriler başladı. Genç kız o ana dek dikkatini zaman zaman Napolyon’un sakin yüzüne, zaman zaman da birliklerin mavi, yeşil, kırmızı saflarına çevirmişti. O andan başlayarak da bu eski askerlerin çabucak yaptıkları düzenli hareketlerin ortasında, gözleri, genç bir subaydan başkasını görmez oldu: Ata binmiş olan bu subay, hareket hâlindeki saflar arasında koşuyor; yorulmak bilmez bir didinme ile dönüp dolaşıp, sade tavırlı Napolyon’un başında ışıldadığı gruba doğru geliyordu.

Bu subay çok güzel bir yağız ata binmişti; bu sırmalı, şeritli, kordonlu kalabalığın ortasında imparatorun emir subaylarının giydikleri gök mavisi güzel üniforma ile göze çarpıyordu. Üniformasının işlemeleri güneşte öylesine ışıldıyor; dar, uzun şapkasının sorgucuna öyle parlak ışınlar vuruyordu ki seyirciler bu yüzden onu geceleri mezarlıklarda, bataklıklarda görülen hafif, oynak alevlere benzetseler gerekti. Görünmez bir ruhtu sanki de imparator onu bu taburları canlandırıp hareketlendirmekle görevlendirmişti. Onun tek bir göz işareti üzerine bir girdabın kırılan, bir araya gelen, fır fır dönen dalgaları gibi yükselip alçalan silahlar, alev saçıyor veya öfkeli okyanusun kendi kıyılarına yönelttiği uzun, düz, yüksek dalgalar gibi onun önünden geçiyorlardı.

Gösteriler bitince emir subayı doludizgin koşup geldi, buyruklarını beklemek için imparatorun önünde durdu. O sırada Julie’den yirmi adım ileride, imparatorun bulunduğu grubun karşısındaydı. Ressam Gerard’ın “Austerlitz Savaşı” adlı tablosunda General Rapp’a verdiği poza oldukça benzeyen bir tavrı vardı. O zaman genç kız sevgilisini, askerliğinin bütün ihtişamı içinde hayran hayran seyredebildi. Henüz otuz yaşında olan Albay Victor d’Aiglemont uzun boyluydu, narindi, eli ayağı düzgündü. Vücudunun ne kadar mütenasip olduğu da bütün gücünü bir atı yönetmek için kullandığı sırada, çok iyi ortaya çıkıyordu. Hayvanın zarif ve esnek sırtının onun altında bel verir gibi bir hâli vardı sanki. Esmer erkek yüzü, çok düzgün çizgilerin genç çehrelere verdiği o anlatılamaz sevimliliğe sahipti. Alın geniş ve yüksekti. Gür kaşların gölgeleyip uzun kirpiklerin çevrelediği, ateş gibi yanan gözleri iki kara çizgi arasında iki ak ve basık, uzun yuvarlaktı sanki. Burnu bir kartal gagasının sevimli bükülüşüne sahipti. O sırada pek moda olan kara bıyıkların kıvrımları, dudaklarının kırmızılığını daha belirgin hâle sokuyordu. Geniş, al yanaklarında yer yer, olağanüstü bir kuvvete işaret olan, esmer ve sarı tonlar göze çarpıyordu. Çehresi, yiğitliğin izlerini taşıyan yüzlerden biriydi, imparatorluk Fransa’sının kahramanlarından birini canlandırmak isteyen bir ressamın bugün aradığı tipe uygundu.

Kan ter içindeki atın boyuna kımıldayan başı, büyük sabırsızlığını gösteriyordu. Ön ayakları, biri ötekini geçmeksizin aynı hizada, açık duruyor; bir yandan da gür kuyruğunun uzun kıllarını dalgalandırıyordu. Sahibine olan bağlılığı ise onun imparatora beslediği bağlılığın maddeleşmiş bir imgesi hâlindeydi. Sevgilisinin Napolyon’la göz göze gelmek için böylesine çabaladığını gören Julie, onun hâlâ kendisine bakmadığını düşünerek bir kıskançlık anı geçirdi.

Hükümdar birdenbire bir şey söyledi, Victor atının sağrılarını sıktı, dörtnala yola çıktı. Fakat bir taş direğin gölgesinden ürken hayvan korkup geriledi, şahlandı; bu da öylesine ani oldu ki süvari bir an için tehlikeye düşmüş göründü. Bir çığlık koparan Julie sapsarı oldu. Herkes merakla ona baktı ama onun gözü kimseyi görmüyordu. Gözlerini bu çok azgın ata dikmişti. Subay, Napolyon’un emirlerini ulaştırmak için koşarken, bir yandan da hayvanı cezalandırıyordu. Julie bu şaşırtıcı sahnelere öylesine dalmıştı ki kendi de farkında olmaksızın babasının koluna yapışmış; parmaklarını az veya çok bastırarak düşündüklerini elinde olmaksızın ona da anlatıyordu. Victor’un attan düşmesine ramak kaldığı sırada sanki kendisi, düşme tehlikesi geçiriyormuş gibi babasına daha da kuvvetle asıldı.

Yaşlı adam, kızının sevinçli yüzüne keder ve acı dolu bir kaygı ile bakıyordu. Yüzünün kasılmış olan bütün kırışıklıklarında acıma, kıskanma hatta esef duyguları belirdi. Fakat Julie’nin gözlerindeki alışılmadık parıltı, kopardığı çığlık ve parmaklarının sinirli ve kesik hareketi, yaşlı adama gizli bir sevgiyi nihayet açıkladıkları zaman; muhakkak ki gelecekte olup bitecek acı şeyler, onun içine doğmuş olmalıydı. O zaman yüzünde korkunç bir ifade belirdi çünkü. O anda Julie’nin ruhu, subayınki ile haşır neşir olmuştu sanki. Yaşlı adamı korkutan bütün acı düşüncelerden daha acı bir tanesi, onun ızdırapla dolu yüzündeki çizgilerin kasılmasına yol açtı. O sırada d’Aiglemont’nun, önlerinden geçerken, aralarında gizli bir anlaşma olduğunu gösterir tarzda kızına baktığını görmüştü çünkü. Julie’nin ise gözleri nemli idi, yüzü de kıpkırmızı olmuştu. Adam kızını birdenbire Tuileries Bahçesi’ne götürdü.

Julie, “İyi ama babacığım, Carrousel alanında daha geçit yapacak alaylar var.” dedi.

“Hayır kızım, bütün birlikler geçiyor.”

“Aldanıyorsunuz galiba babacığım. M. d’Aiglemont onları ilerletmiş olsa gerek…”

“Evet kızım ama ben rahatsızım, kalmak niyetinde değilim.”

Julie babasının yüzüne bakınca onun sözlerine kolayca inandı. Yaşlı adamın bir baba olarak duyduğu kaygılar, bitkin bir eda veriyordu bu yüze.

Genç kız öylesine dalgındı ki aldırmaz bir tavırla, “Çok mu rahatsızsınız?” diye sordu.

Yaşlı adam, “Geçen her gün, bedavadan yaşadığım bir gün değil mi benim için?” diye cevap verdi.

“Ölümden söz ederek yine üzeceksiniz beni. Öyle neşeliydim ki! Şu kara düşüncelere kendinizi kaptırmasanız olmaz mı?”

Baba içini çekerek, “Ah şımarık çocuk ah!” dedi. “En iyi yürekli insanlar bile çok zalim olurlar bazen. Biz ömrümüzü size adarız, yalnız sizi düşünürüz, rahatınızı hazırlarız, türlü heveslerinize kendi zevklerimizi feda ederiz, size tapınırız, kanımızı bile veririz hatta; hiçbir şey değil mi bunlar? Ne yazık! Evet, her şeyi aldırmadan kabulleniyorsun sen. Senden güler yüz görmek, küçümseyen bir sevgi elde etmek için Tanrı kadar kudretli olmak gerek. Derken bir başkası çıkagelir! Bir sevgili, bir koca, gönüllerinizi elimizden alıverir.”

Julie şaşırmıştı, ağır ağır yürüyen, fersiz gözlerle kendisini süzen babasına baktı.