Книга Krallar Avlayan Türk - читать онлайн бесплатно, автор M. Turhan Tan
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Krallar Avlayan Türk
Krallar Avlayan Türk
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Krallar Avlayan Türk

M. Turhan Tan

Krallar Avlayan Türk

M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı

Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerinde Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.

Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.

Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.

Oğlunun adı olan Mümtaz Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.

Cehennemden Selam adlı eseri ile tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini verdi. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.

Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.

Başlıca Eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi

I

MEHTAP ALTINDA

Marmara’yı dolaşanlar, Çanakkale’ye doğru yolculuk edenler Kapıdağı Yarımadası’nı bilirler. Kapıdağı, karaya pek ince bir parçayla bağlıdır. Uzaktan tam bir ada gibi görünür. Solunda Marmara Adası, alt tarafında Paşalimanı denilen ve dudak dudağa duran iki küçük adacık vardır. Bu dört parça toprak, Marmara’nın o noktasında Çanakkale’yi tarassuda memur ezelî bir müfreze gibidir. Bandırma’yla Silivri arasında 60-70 mil kadar bir genişlik taşıyan Marmara, Kapıdağı Yarımadası’yla garbında ve cenubunda bulunan adacıklar geçildikten sonra birdenbire daralır. Karaburun’la Şarköy arasında boğaz hâlini almaya başlar. Çanakkale-Gelibolu önünde bir ağız şekline girer.

Kabataslak haritasını çizdiğimiz bu yerler, Kapıdağı eteklerinden cenuba doğru uzanarak Lapseki’ye ve şark-ı cenubiye kıvrılarak Bergama’ya kadar varan bu topraklar tarihten evvelki devirlerde Orta Asya’dan göç edip gelmiş Türkler tarafından şenlendirildiği gibi, on dördüncü asrın ilk yıllarında da Oğuz Türklerinin elinde bulunuyordu. Selçuk Devleti’nin on bir mirasçısından biri olan Karesi Bey’in iki torunu post kavgasına giriştiklerinden o sırada Bursa’yı merkez edinen Osman oğlu Orhan Bey fırsatı kaçırmamış ve Türk birliğine doğru ilk adımı atarak bu kıymetli topraklara el koymuştur.

Hikâyemizde büyük rolleri bulunan Kara Abdurrahman’a, Kapıdağı’yla Karaburun arasında geniş karınlı bir ay teşkil ederek uzanıp giden sahilde tesadüf ediyoruz. Kara Abdurrahman henüz yirmi beş yaşındadır, nadir bir güzelliğe maliktir, uzun boyludur, esmer renklidir. Kaşları kara, gözleri ela, göğsü geniş bir babayiğittir. Yanında iki arkadaşı vardır. Biri gayet incedir. Fakat bu incelikte bir şimşek oynaklığı, bir çelik sağlamlığı göze çarpıyor. Bu, Bursa’nın hakiki fatihi olan Balaban Bey’in oğlu İnce Balaban’dır, Kara Abdurrahman’la yaşıt gibidir. Öbürü dağ cüsseli bir Türk’tür. Endamı gibi adım atışı da bakışı da heybetlidir. Yaşça arkadaşlarından büyüktür, en şöhretli alplardan Akça Koca’nın oğlu olup adı Kara Aygud’dur.

Üç yoldaş yayadır. Gece yarısına yakın Aydıncık’a doğru gidiyorlar. Bellerinde birer yatağandan başka silah yok. Önlerine çukur, hendek gibi mâniler çıktıkça İnce Balaban, zamanımızın uzun atlama rekorlarını çok geride bırakacak bir çeviklikle sıçrıyor, Kara Abdurrahman neşeli bir “Ya hey!” savurarak onu takip ediyor, Kara Aygud’sa bütün o mâniaları hafif bir atlayışla geçiveriyordu.

Üç arkadaşın yüzlerinden ve sözlerinden anlıyoruz ki Kara Abdurrahman şen ve şakacı, İnce Balaban biraz müstehzi, Kara Aygud’sa çok ağır ve mütefekkirdir. Kürenin ezelî lambası, elmas çivilerle bezenen mavi tavanda yanıyordu. Lakin üç Türk gencinin önlerini görmek için ne yer ne gök ışığına ihtiyaçları yoktu. Onlar, en koyu karanlıkları gözlerindeki nurla tarumar edebilecek insanlardı ve bu kudret kendilerine babalarından, dedelerinden miras kalmıştı.

Aydıncık harabeleri, şuraya buraya serilmiş yırtık çuvallar, dalsız ağaçlar ve kırık taşlar hâlinde önlerine çıktığı vakit Kara Abdurrahman durdu.

“Aygud kardeş…” dedi. “Toplantı yerine geldik.”

O, tek bir kelime söyledi:

“İyi!”

Kara Abdurrahman gülümsedi:

“İyi olduğunu biliyorum. Fakat aramızda daha söz birliği yapmadık. Yol boyunca hep sustuk, konuşmadık. Orada ne söyleyeceğiz?”

“Hiç!”

“Hiç mi? Demek boş yere taban tepiyoruz. Bu soğukluğu bırak da dilini çöz. Bizim bir düşüncemiz, bir dileğimiz var, değil mi? Onu büyük yoldaşlara söylemeyecek miyiz?”

“Söyleyeceğiz!”

“İyi ya, ben de onu soruyorum. Ne diyeceksin?”

İnce Balaban, Kara Aygud’un yerine cevap verdi:

“Hiç!”

Aygud, o heybetli adam, gözlerinin ateşini İnce Balaban’ın yüzüne çevirdi ve onu payladı:

“Çocuk!”

Kara Abdurrahman atıldı:

“O da ben de çocuğuz ama söz orucuna ara sıra iftar gerek olduğunu biliyoruz. Sen boyuna susuyorsun. Biraz konuş be!”

“Konuşuyorum ya çocuk!”

“Evet. Çok konuşuyorsun. Ağzından bir söz yakalamak için dört kement atılmalı.”

“Peki, konuşalım.”

“Süleyman Paşa, Ace Bey, Evrenos Bey, Fazıl Bey burada. Bizim Aksungur, Kızıloğlan oğlu, Kara Hasan oğlu da beraber. Karşı yakaya geçmeyi konuşacağız.”

“Geçeriz!”

“Ya onlar geçmeyelim derlerse?”

“Geçeriz!”

“Güzel. Ben de bunu öğrenmek istiyordum. Demek ki geçeceğiz. Razı olsunlar, olmasınlar, geçeceğiz. Yoldaş bulamazsak yine geçeceğiz değil mi?”

“Öyle!”

“Bizimkini pek dinlemezler ama senin sözünü kolay kolay kulak ardına atamazlar. Bizim de güvencimiz sensin. Ayağını sıkı bas, kuru lafa pabuç bırakma.”

Yarım saat sonra Aydıncık harabesinin taşları üstünde on beş yirmi Türk’ün hararetli bir müzakereye giriştikleri görülüyordu. Gençler pek tabii bir fikir birliğiyle konuşuyorlar, biraz yaşlı olan söz erleriyle münakaşa yapıyorlardı. Fakat bu münakaşa büyük bir intizam içinde cereyan ediyordu. Herkes sırası gelince fikrini söylüyor, kimse kimsenin sözünü kesmiyordu, telaş eden ve titizlenen yoktu.

Bahsin temelini Rumeli’ne geçme meselesi teşkil ediyordu. Başta Kara Abdurrahman olduğu hâlde bütün gençler bu işin vakit geçirilmeden yapılmasını istiyorlardı. Ace Bey, Fazıl Bey gibi tecrübeli beyler, denizin ne suretle geçileceğini soruyorlar, çarpışılacak düşmanın kuvvet derecesi hakkında ihtiyatlı mülahazalar yürütüyorlardı. Onların fikrine göre düşünmek lazımdı. En ziyade ısrar ettikleri, ehemmiyet verdikleri nokta da buydu.

Kara Abdurrahman, denizin nasıl geçileceği sualine Kara Aygud’un cevap vermesini teklif etmiş, o da düşüncesini kısaca bildirmişti:

“Yüzerek!”

Bu bir tek kelime genç Türklerin ruhundaki harp iştahını, Rumeli yakasına geçmek meselesinde onların taşıdığı büyük azmi tamamıyla gösterdiği için, Fazıl Bey ve arkadaşları artık o nokta üzerinde ısrar etmemişlerdi. Yalnız öbür mahzuru dile doluyorlar ve soruyorlardı:

“Ya dönmek lazım gelirse?”

Kara Aygud yine kısa cevap verdi:

“Türk dönmez!”

Kara Abdurrahman, nefsinde bir alay asker kuvveti temsil eden ve o suretle tanınıp sevilmiş olan Kara Aygud’un münakaşa mevzusu üzerinde lüzumu kadar tesir yaptığını gördükten sonra söz söylemek için izin istedi.

“Bir sınayın.” dedi. “Zararı yok ya. Kara Aygud’la İnce Balaban ve ben karşıya geçelim. Ne var ne yok anlayalım, size haber getirelim. Ona göre son sözü söylersiniz.”

Süleyman Paşa bu müzakere sırasında ağzını açmamıştı, sade dinlemişti. Kara Abdurrahman’ın bu teklifi üzerine başını kaldırdı, Rumeli yakasına doğru meyleden on dört günlük olgun ayı, bütün arkadaşlarına gösterdi.

“Bakın…” dedi. “Ay bile Türk’e yol gösteriyor. Artık durmak olmaz. Bu işte de biz, gençlere uyalım. Besmele çekip karşı yakaya geçelim. Bununla beraber Abdurrahman’ın dediğini doğru buluyorum. Lakin etrafı kollamak gerek!”

Rumeli’ne geçmek meselesi esas itibarıyla kabul olunmuş demekti. Şimdi gençler, elde ettikleri neticeden dolayı seviniyorlar ve beylerin şapır şapır ellerini öperek sevinçlerini açığa da vuruyorlardı. Meclis, üç arkadaşın karşıya geçip incelemelerde bulunmalarını kararlaştırmıştı. Öbür gençler bu vazifeye kendilerinin de ortak edilmesini istiyorlardı, sağa sola başvurup yalvarıyorlardı. Süleyman Paşa, hayli güçlükle onları kandırabildi.

“Önümüz geniş.” dedi. “Üç gün sonra siz de at oynatacak, mızrak sallayacak meydan bulursunuz. Bu işi ilk düşünen bu genç yiğittir, önde yürümek de kendilerinin hakkı!..”

Ve dağılırlarken Ace Bey’le Fazıl Bey’e endişelerini anlattı:

“Gönülleri kırılmasın diye şu üç aslan yavrusunun karşıya geçmesine rıza verdik. Ya bir kazaya uğrarlarsa?”

İki bey biraz düşündüler ve aynı zamanda aynı cevabı verdiler:

“Biz onları boş koymayız, iznin olursa artlarından gideriz.”

“Hoş olur. Sizin gidişiniz hem onlara kuvvet verir hem maslahata yarar. Ne kadar olsa güngörmüşlerin görüşü başkadır, anlayışı başkadır.”

Tarihî roman, tarihi tahrif etmek değildir. Bu sebeple Türklerin zaman zaman Rumeli’ne geçtiklerini, Bizans İmparatorluğu’nu himaye için Bulgarlara ve Sırplara karşı harp ettiklerini burada kaydetmeye mecburuz. Bizzat Süleyman Paşa, İstanbul kayserlerini şimal komşularına karşı korumak maksadıyla yapılan bu harplerde kumandanlık etmişti. Hikâyemize zemin yaptığımız geçiş, tabir caizse, millî geçiştir. Kayserlerin davetiyle ve onların gönderdiği gemilere binerek müttefik sıfatıyla Rumeli’ne geçen Türklerin orada gördükleri güzellikleri, feyz ve bereketi ballandıra ballandıra hikâye etmeleri genç Türklerde derin bir iştah uyandırmış ve son geçiş işte o iştahtan doğmuştur.

O sırada ordudaki siyasetçilerin kabul ve müdafaa ettikleri iki büyük “noktainazar” vardı. Bir zümre, Anadolu yakasında kuvvetlenip karşıya atılmak, bir zümre de Rumeli yakasında kuvvet kazanıp onunla Anadolu’daki küçük beylikleri kaldırmak fikrini müdafaa ediyordu. Rumeli’ne geçilmesini geri bıraktırmak isteyenler oraya geçilir geçilmez bütün Orta ve Cenubi Avrupa’nın Türkler aleyhine ayaklanmasından ve Türk kuvvet kaynaklarının bu büyük hareket önünde kifayetsiz kalacağından endişe ediyorlardı. Bu sebeple de Selçuk Devleti enkazını birleştirerek dağınık Türk kuvvetlerini bir bayrak altında toplamayı ve sonra Avrupa yakasına geçmeyi münasip görüyorlardı. Öbür tarafsa Türk’ün Türk’e kılıç çekmesini istemeyen milliyetperverlerdi. Onlar Rumeli yakasında kazanılacak toprak, kazanılacak halk ve sonunda elde edilecek kuvvetle Anadolu’daki Türk hükûmetleri üzerinde manevi bir tazyik yapılmasını, kardeş kanı dökülmeden bir Türk birliği kurulmasını istiyorlardı. Gençlik, siyasi mülahazalarla değil, fakat kan coşkunluğuyla işte bu fikre iştirak ediyordu.

Aydıncık harabelerinde ve parlak bir ay altında yapılan müzakere, gençliğin galebesini temin etmişti. Bu, şüphe yok ki, tabii bir neticeydi. Çünkü onları hırslandıran, heyecanlandıran siyaset olmayıp harp aşkı, gaza aşkı ve zafer aşkıydı. Ace Bey gibi, Fazıl Bey gibi ihtiyat taraftarı olan büyükler de halis birer Türk olmak haysiyetiyle, nihayet Kara Abdurrahmanların, Kara Aygudların ağzında canlanan gaza ve zafer aşkına karşı siyasi akidelerini sevine sevine feda etmişler ve zaferin siyasetten doğmasını istedikleri hâlde genç Türklerin ateşli sözlerine kapılarak siyasetin zaferden doğmasını kabul eylemişlerdi.

Sık sık Rumeli’ne geçmiş, o toprakların güzelliğine hayran kalmış olan Türklerin bütün bu geçişlerinde ve dönüşlerinde istifade ettikleri nakliye vasıtaları Bizans kayıkları, Bizans gemileriydi. Bu sefer aynı yola çıkmak isteyenlerin o vasıtalardan istifade etmelerine imkân yoktu. Çünkü dönmek için değil, yerleşmek için geçeceklerdi. Fakat ne yapmalıydı?.. İzmit Körfezi’nde minimini bir tersane kuran Karamürsel Bey’in kayıklarını mı kullanmalıydı, yoksa başka vasıtalar mı aramalıydı?

Kara Abdurrahman’la iki arkadaşı bu meseleye hiç de alaka göstermiyorlardı. Onlar karşı yakaya ilk geçip yerleşen Türk olmak şerefini düşünüyorlardı. Bir kıtadan başka bir kıtaya geçerek Türk ordularının kılavuzu olmak!.. İşte üç delikanlıyı şevke ve hatta raksa getiren ruhi amil buydu.

Delikanlılar, Aydıncık’tan ayrıldıktan sonra sahilin bir köşesine uzanarak müzakereye girişmişlerdi. Marmara kıyısının muhafız kumandanlarından olup Süleyman Paşa’nın daveti üzerine memur oldukları yerlerden Aydıncık’a gelen genç muharipler, İzmit’ten Karaburun’a kadar uzayan üç yüz kilometrelik sahilin bütün girintilerini, çıkıntılarını çoktan bellemişlerdi. Nerenin sığ, nerenin derin olduğunu eksiksiz gediksiz biliyorlardı. Şimdi nemli kumlar üzerinde, karaya yaslanmak ve sakin bir gece geçirmek ister gibi cilveli hareketler yapan denize baka baka planlar çiziyorlardı. Yatağanlarını dizlerine yatırarak baş başa veren bu üç delikanlı nefes almak için sahile çıkmış deniz ejderlerini andırıyordu, durumlarında öyle bir heybet vardı.

Kara Abdurrahman bir aralık sordu:

“Söz yine senin Aygud. Suyu nasıl geçeceğiz?”

“Yüzerek!”

“Bu, Nilüfer Çayı, Sakarya Irmağı değil, deniz be. Yüzerek geçmek kolay mı? Başka bir yol düşün.”

“Yol birdir, o da yüzmektir!”

İnce Balaban, söze karıştı:

“Aygud Alp hem yüzer hem yüzdürür. Bize göre hava hoş. Onun bacaklarına yapışırız. Kayabaşı ırlaya ırlaya karşıya geçeriz.”

Bununla beraber onlar da -Kara Abdurrahman’la İnce Balaban da- yüzerek geçmekten başka bir yol bulamıyorlardı. Bulundukları noktadan cenuba doğru bütün sahil boyunca ve ta Ege denizine çıkıncaya kadar tek bir kayık bulmak imkânı yoktu. Bulunsa da kullanmak güçtü. Öbür yakadaki Bizans harp gemilerinin bu yakadan gelecek büyük ve küçük gemileri muayene, hatta müsadere etmeleri yüzde yüzdü. Böyle bir akıbet, kararlaştırılmış olan istikşaf işini güçleştirecek yahut suya düşürecekti. Ondan ötürü Aygud’un fikrini kabul edip yüze yüze karşıya geçmek doğru ve zaruri görünüyordu.

Bu mevzuyla ilgili olarak hatıra gelebilen bütün ihtimaller soğukkanlılıkla sıralandıktan, inceden inceye gözden geçirildikten sonra kati karar verildi ve yüzerek geçilme esasında ittifak edildi. Şimdi sıra nereden geçmenin uygun olacağını düşünmeye gelmişti. Aygud Alp’a göre her taraf müsaviydi. O, beş kilometrelik bir yeri geçmekle seksen kilometre genişliği kulaçlaya kulaçlaya aşmak arasında hiçbir fark göremiyordu. Fakat öbürleri bu fikirde değillerdi, en dar bir noktadan geçmeyi ve fayda alınacak bir noktaya varmayı istiyorlardı.

Kısa bir müşavere neticesinde Korucuk (şimdiki Çardak) mevkisi hareket noktası olarak kabul edildi. Ertesi gece tam yatsı vakti oradan denize atılmak kararlaştı. Zamanımızın spor meraklıları Manş Denizi’nden geçmek meselesinin beynelmilel heyecanlı bir ülkü teşkil ettiğini bilirler. Her sene Amerika’dan, Avustralya’dan, hatta Mısır’dan ve Hindistan’dan bir sürü yüzgeç gelir; Fransa’yla İngiltere arasındaki hırçın denizi aşmak tecrübesine girişir. Bu şöhret delisi insanların önünde, ardında, sağında, solunda motorlar, sandallar yürür. İcap ettikçe kendilerine su verilir, ekmek sunulur ve takati kesilenler hemen kurtarılır. Bu külfet, bu yorucu zahmet fâni bir şöhret için ihtiyar olunmaktadır. Ajansların medeni memleketlere uçuracakları kısa bir habere mevzu teşkil etmek, meçhul dudaklar tarafından isimleri -bir kerecik- zikrolunmak için Himalaya eteklerinden, Mississippi kıyılarından, Nil hurmalıklarından Manş sahillerine koşan bu adamlarla bizim yüzgeçlerimizi mukayeseden kalemimiz teeddüp eder.1 Manş’ı geçmek isteyenler zevale mahkûm bir haz için o zahmete katlanıyorlar. Berikiler mensup oldukları milletin âli emellerini omuzlarında taşıyarak Çanakkale Boğazı’nı aşacaklardır. Manş yüzgeçleriyle ilgili olan sade bir “gün”dür. Çanakkale’yi yüzerek geçenleri tarih seyretmiştir.

Üç genç Türk ertesi gece Korucuk’ta bulunuyorlardı. Çimenler üzerinde yürüyerek ve ara sıra kır menekşesi, papatya, gelincik toplayarak, tenezzüh edenler2 gibi üçü de müsterihti. İnce Balaban, boyuna Aygud Alp’a takılıyordu. Bir aralık aralarında şöyle bir muhavere geçti:

“Ayağımı ıslatmamak için ne yapayım? Kuzum Aygud, bir yol göster.”

“Koynuna sok!”

“Cambazlığım yok ki dediğini yapayım. Sırtına otursam nice olur?”

“Ben bu sözün karşılığını yolda veririm.”

“Niyetin kötüye benziyor Aygud. Şimdiden ocağına düştüm. Su içinde ters bir iş yapma.”

“Küçük bir gargara gevezeliğe birebir gelir.”

“Aman kardeş, bana sataşma. Su oynaktır, ayağım kayar, bir yerim incinir.”

“Dedim ya, tek bir gargara!”

O gün de üzerlerinde birer yatağandan başka silah yoktu. Onlar, muazzam bir maceraya atıldıklarını bildikleri hâlde gündelik silahlarından başka bir şey almaya lüzum görmemişlerdi. Fakat üçü de Türk yatağanının, Türk elinde çelikleşmiş bir yıldırım olduğunu biliyordu. Ve bu kayıtsızlık o bilişten ileri geliyordu.

Delikanlılar biraz şakalaştıktan sonra ağırbaşlılıklarını takındılar, kollarını göğüslerine bağlayarak gözlerini karşı sahile diktiler. Ay, hareli ve oynak mantosunu denize bırakıp köpükler içinde yıkanıyordu. Rumeli yakası, gökten uzakta kümeleniyordu. Gök berraktı ve geçilecek deniz, yere süzülmüş koyu esmer renkli bir bulut parçası gibi, yelpazelenen engin bir tarla gibi yavaş yavaş sallanıyordu.

Ufukta leke, denizde karaltı, hiçbir tarafta ses yoktu. Sanki muhit, denizin bu yaya yolcularını nurlu bir sükûn içinde uğurlamaya hazırlanmıştı. Yahut gözlerini, gelecek günlerin ta ruhuna dikmiş gibi enginlere bakan bu üç kahramana saygı göstermek için her şey ve her şey boyun kırıp sükût ediyordu.

Delikanlılar uzunca bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra Kara Abdurrahman dalgınlıktan sıyrıldı.

“Haydi bismillah!” dedi. “Atılalım!”

Şimdi acele acele soyunuyorlar, elbiselerini dağarcıklarına dolduruyorlardı. İki dakika içinde sade bir donla kalmışlar ve dağarcıklarını sırtlarına, yatağanlarını enselerine bağlamışlardı. Kara Abdurrahman “Su…” dedi. “küçüğün, ekmek büyüğündür. Deniz de bir su olduğu için önce Balaban girsin!”

İnce kıyım delikanlı ellerini açtı:

“Allah, Allah, illallah! Baş uryan, göğüs püryan, kılıç al kan. Bu denizde nice balıklar bulunur, soran olmaz. Eyvallah, eyvallah! Kılıcımız düşmana ziyan. Üçler, yediler, kırklar! Aygudlar, Abdurrahmanlar, Balabanlar!.. Şu yüzgeçlerin ruhuna, devranına hu diyelim: Hu!..”

Balaban, yeniçerilerin gülbankını3 taklit ediyordu. O sırada ilk teşekkül devrini geçirmekte olan bu devşirme asker öz Türk muhariplerce o kadar sevilmiyordu. Hele bu delikanlılar gibi alp oğlu alplar, devşirme kışlalarına adım bile atmazlardı. Şimdi de onların marş gibi kullandıkları gülbankla eğleniyorlardı. Fakat Aygud Alp, arkadaşının daha fazla gevezelik etmesine meydan vermedi:

“Gir!” dedi. “Vakit geçiyor.”

Ve eliyle delikanlıyı belinden yakalayarak denize bıraktı. Artık yüzüyorlardı. Yüzücülük maharetten ziyade kuvvet işidir. Mahir olup da kavi olmayan yüzücülerin az zamanda nefesi kesilir, kolları gevşer, ayakları ağırlaşır. Bizim deniz yolcuları hem mahir hem kavi insanlardı. Yüzüşlerinde bir nevi koşu şekli vardı. Her kulaç, kendilerine geniş bir adım kazandırıyor ve arkalarındaki mesafe, saniye başına uzunlaşıyordu.

İnce Balaban’ın takılmaları olmasa bu kudretli yürüyüşün verimi daha enginleşecekti. Fakat o, ikide bir geride kalarak Aygud’un ayaklarına asılıyor, arada sırada da öne geçerek heybetli adamın boynuna sarılıyordu. Aygud, yürüyüşünü bozmuyor, ayağına yapışıldıkça -iki demir küsküye boş bir zembil asılmış gibi- zahmetsizce delikanlıyı sürüklüyor ve boynuna el atıldığı zaman da sırtındaki dağarcık gerdanından düşmüşçesine kayıtsız görünüyordu. Lakin Abdurrahman, İnce Balaban Bey’in ardı arası kesilmeyen sarkıntılıklarını hoş görmedi ve nihayet çıkıştı:

“Gün doğmadan denizi aşmazsak emeğimiz boşa gider. Çocukluğu koy da yoluna yürü!”

Yoluna yürü!.. Bu söz, bu ihtar, Aydos fatihi büyük Abdurrahman’ın mert ve necip oğlunun ağzından ne kadar tabii çıkıyordu!.. O, denizde yüzmüyorlar da karada yürüyorlarmış gibi arkadaşını düz adım atmaya sevk ediyordu. Bu, tamamıyla gösterişsiz ve çok samimi bir sözdü. Cesur delikanlı, gerçekten tabii bir vaziyette bulundukları kanaatindeydi. İnce Balaban da aynı kanaati taşıdığı için hemen cevabı yapıştırdı:

“Hakkın var arkadaş. Artık oyun yetişir. Hızlı gidelim, yol alalım.”

Şimdi şakacı delikanlı, çelik kollarını aça aça ve suları yara yara ilerliyor, bir taraftan da kafiyeli sözler uydurup terennüm ediyordu:

Gönül kerestesiyle bir yeni şehir yap, pazar yapİncitme balıkları da her ne istersen var, yap!

Biraz sonra bu çapkın terane de kesildi. Delikanlılar gittikçe çoğalan bir şevk içinde yüzüyorlardı. Ne başları üstünde pırıldayan ay ne vücutlarını okşayan küçük dalgalar onları ilgilendiriyordu. Gözleri hep ileriye dikili olarak ilerliyorlardı.

Boğaz, şüphe yok ki, birçok hatıralara maliktir. Kim bilir hangi zelzelenin açtığı bu yarık, iki büyük kıta arasındaki bu hicran gediği, on binlerce yıldan beri sayısız hadiselere şahit olmuştur. Hatta İran şehinşahı Dara’nın oğlundan dayak da yemiştir. O büyük hükümdar, milyonluk ordusunu boğazdan geçirmek üzere kurdurmuş olduğu köprünün yıkılmasından gazaba gelerek denize bin değnek vurdurmuştu. İnsanların şu suretle dayağını da yemiş olan boğaz, derinliklerinde taşıdığı bütün hatıraların başına elbette bu yüzücülerin menkıbesini geçirmiştir. Enselerinde yatağan, sırtlarında dağarcık, şanlı bir ülküyü canlandırmaya koşan kahramanların hikâyesini Çanakkale Boğazı’na baktıkça okumak her duygulu Türk gözü için her zaman kabildir.

Zaman, azmin oyuncağıdır. Mesafe, iradenin kölesidir. Bizim kahraman yüzücüler de zaman mefhumunu dileklerine ram etmişler, geniş bir mesafeyi topuklarına çiğnetmişler ve denize girdikleri zaman erişilmez gibi görünen karşı yakayı elle tutulacak hâle getirmişlerdi.

Evet, Rumeli kıyıları artık bütün şekilleriyle görülüyordu. Ay, saatlerden beri seyrettiği bu hamaset4 levhasını başka ufuklara hikâye etmeye gidiyor, son yıldızlar, açıp kapanarak yüzgeçleri alkışlıyor, açığa çıkan sahil, musafaha için açılan bir kucak gibi kahramanları bekliyordu. İnce Balaban, hedefin bu kadar yaklaşması üzerine dayanamadı, kuvvetli bir nara attı:

“Açıl ulu toprak, biz geliyoruz!”

Bu şen naraya denizin yüreğinden kopar gibi akseden gür ve tannan bir ses cevap verdi:

“Biraz yavaş Balaban, ardında yoldaş var!”

Aygud’un, karşı sahili yakalamak için ileri uzanmış sanılan uzun kolları birden geri çekildi. Kara Abdurrahman, yüzmeyi bırakarak başını geri çevirdi. İnce Balaban homurdandı:

“Vay canına. Bu kıyının balıkları konuşuyor. Fakat adımı nereden öğrenmişler?”

Sesin kaynağını anlamak için ellerinden gelse ayağa kalkıp etrafı gözden geçireceklerdi yahut denizin dibine inip araştırmalar yapacaklardı. Üçü de şaşırmıştı. Bulundukları yerde muvazenelerini muhafaza ederek bön bön duruyorlardı. Biraz sonra kuvvetli kolların denize çarpmasından doğma bir seda kulaklarına ve üç büyük gölge gözlerine çarptı. Artık boğazda yüzenlerin kendilerinden ibaret olmadığı ve arkalarından üç Türk’ün daha geldiği anlaşılmıştı. İnce Balaban, yüz kulaç kadar geride bulunan gölgelere bakar bakmaz haykırdı:

“Ay, Oyvad da var! Hem palazıyla5 beraber!”

Doğru söylüyordu. Bizim yüzücülerin izinde yüzen üç yeni yolcudan birinin sırtında bir tümsek görünüyordu. Yarı karanlıkta büyücek bir kamburu andıran bu çıkıntı, İnce Balaban’ın keşfettiği gibi meşhur sipahi Oyvad’ın beş yaşındaki oğluydu. Oyvad, çocuğunu, yürümeye başladığı günden beri yanından ayırmazdı, muharebelere bile beraber götürürdü. Arkadaşları bu hâlinden dolayı kendisiyle şakalaşırlar, çocuk hakkında birçok teşbihler yaparlar ve yavrucağa birçok isimler takarlardı. Palaz tabiri o teşbihlerin, o isimlerin en nezaketlisiydi.