banner banner banner
Jo'nun Oğulları
Jo'nun Oğulları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Jo'nun Oğulları

Jo'nun Oğulları
Louisa May Alcott

Koyu bir feminizm savunucusu olan Louisa May Alcott tarafından kaleme alınan "Jo’nun Oğulları"ında başkahramanımız Bayan Jo, oldukça kültürlü ve kendini bütünüyle evlatlarına adamış yürekli bir annedir. Oğulları ise keşmekeşli hayat mücadelesinde pek çok zorlu sınavdan geçecektir. Ama Bayan Jo’nun evlatlarına olan koşulsuz sevgisi ve bilge yol göstericiliğiyle bu sorunların üstesinden el birliğiyle geleceklerdir. Esasen "Jo’nun Oğulları"nda başkahraman Bayan Jo, günümüz ebeveynlerinin de kendisinden faydalanabileceği bir karakterdir. Çünkü onun annelik anlayışı, her koşulda ve her zaman evlatlarını sevgi ile kucaklamaktan geçer… "İyi birer örnek olun. Sizi rahatsız ettiğim için beni affedin sevgili oğullarım ama verdiğim öğütleri asla unutmayın. Belki bu söylediklerimin sonuçlarını asla öğrenemeyeceğim ama size yararlı olacağını düşünüyorum. İyi niyetle söylenen birkaç gelişigüzel söz, bazen çok şaşırtıcı biçimde yararlı olabiliyor. Zaten biz yaşlı insanlar, bunun için varız. Yoksa bizim deneyimlerimizin hiçbir faydasını göremezsiniz. Elimden geldiğince oğullarımı ve kızlarımı güvende tutmaya çalışıyorum, burası ahlaka önem veren bir yer, eskiden beri burada erdemli bir hayat yaşanır, aynı zamanda öğretilir de…"

Louisa May Alcott

Jo’nun Oğulları

Louisa May Alcott, Amerikalı yazar, tanınmış eğitimci Amon Bronson Alcott’un ve Abigail May Alcott’un kızı olarak dünyaya geldi. Dayısı Samuel Joseph May, köleliğin kaldırılması için mücadele veren ünlü isimlerden biriydi. Bir ablası, Anna Alcott Pratt ve iki de küçük kız kardeşi, Elizabeth Sewell Alcott ve Abigail May Alcott vardı. Özellikle üç kız kardeşi ile birlikte geçirdiği çocukluk yıllarından biyografik izler taşıyan Küçük Kadınlar romanı ile tanınır. Ailesi New England kökenliydi. Louisa sekiz yaşındayken ailesi Boston’dan geçim sıkıntısı nedeniyle kırsal kesime taşındı. Bir süre komünal yaşam sürdüler. Daha sonra annesine kalan bir mirasla Boston’a geri dönüp bir ev aldılar. Bostan’a geri taşındıktan sonra babası kendi dershanesini açtı ve ünlü edebiyatçıları bir araya getiren özel bir kulübe katıldı. Louisa May Alcott eğitimini hem babasından hem de babasının arkadaşları olan Henry David Thoreau, Ralph Waldo Emerson, Nathaniel Hawthorne ve Margaret Fuller gibi isimlerden aldı.

Gençlik dönemlerinde kadın hakları ve köleliğin kaldırılması için mücadelelere katıldı. Bir taraftan aile bütçesine katkıda bulunabilmek için öğretmenlik, hemşirelik, dadılık, temizlikçilik gibi işler yapıyor, bir yandan da yazarlık denemeleri ve fikir mücadeleleri sürdürüyordu. Çeşitli fabl denemelerini bir araya getiren ilk kitabı 1854’te yayımlandı. 1860’ta tanınmış edebiyat dergisi Atlantic Monthly’de yazıları yayımlandı. Alcott bu arada didaktik çocuk hikâyeleri de yazdı. 1868’te yayımlanan Küçük Kadınlar romanı büyük bir edebî başarı kazandı ve ismini klasik eserler yazarları arasına soktu.

Aslında Louisa May Alcott, Küçük Kadınlar’ı yazmayı pek istememişti. O zamana kadar genellikle yetişkinler için romanlar kaleme alıyordu. Ama Küçük Kadınlar’ın ilk yayıncısı, ona küçük kızlar için kitap yazmayı ve babasıyla bir anlaşma yapmayı önerdiğinde bu teklife sıcak bakmıştı. Bu öneriye göre babası da kendi yazdığı hikâyeleri yayımlatma fırsatı bulacaktı. Yazar o sırada otuz beş yaşındaydı ve bu kitabı yazmak sadece on haftasını aldı. Bu kitap bir bakıma yazarın otobiyografik bir romanıydı ve karakterleri yaratırken genelde kız kardeşlerinden ve çocukluk anılarından yola çıkmıştı. Dört kız kardeşin -Meg, Jo, Beth ve Amy- çocukluk yıllarını anlatan bu romanı ertesi yıl, aynı karakterlerin ailelerini kurmalarını ve çoluk çocuğa karışmalarını anlatan İyi Hanımlar izledi. 1871’de yayımladığı ve Jo’nun kocasıyla birlikte bir okul kurmasını anlatan Küçük Erkekler ve 1886’da yayımladığı Jo’nun Oğulları roman dizisini tamamladı. Aradaki dönemde yazdığı Eski Kafalı Kız, Jo Teyze’nin Karalamaları, Sekiz Kuzen ve devamı Gül Açarken ile iyi bir okur kitlesine sahip oldu.

Koyu bir feminist olan Alcott, hikâye kahramanı Jo’yu evlendirmeyi düşünmüyordu ama okurlardan evlenmesi gerektiğine dair tepkiler alınca -bu kitap ilk olarak iki cilt yayımlanmıştı- mecbur kalıp hikâye kahramanı Laurie ile evlendirmişti. Laurie karakterinin Ladislas Wisniewski adlı Polonyalı bir müzisyenden yola çıkarak yaratıldığı düşünülüyordu çünkü Alcott ve Wisniewski 1865’te yazarın Avrupa’da bulunduğu sırada tanışmış ve aralarında bir flört yaşanmıştı. İkisi iki hafta Paris’te bir aşk yaşamış ancak sonra da son bulmuştu.

Louisa May Alcott, hiçbir zaman evlenmedi ama ölen kız kardeşinin çocuğunu evlat edindi. Amerikan İç Savaşı’nda sağlık hizmetini yerine getirirken bu görevin yan etkisi olan cıva zehirlenmesi sonucu hastalığı giderek arttı. 6 Mart 1888 yılında elli beş yaşında iken, babasının ölümünden iki gün sonra, hayata gözlerini yumdu.

Semra Eşlisoy, İlk ve orta öğrenimini Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamladı. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli kurumlarda İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra yine aynı üniversitenin Yabancı Diller Yüksek Okulu, hazırlık bölümünde okutman olarak görev yaptı ve aynı bölümden emekli oldu. Türkçeye kazandırdığı eserler arasında Kazananlar ve Kaybedenler, 4 Kadın, Sherlock Holmes seri kitapları yer almaktadır. Deniz’in annesidir.

BİRİNCİ BÖLÜM

ON YIL ÖNCESİ

“Eğer biri bana on yıl sonra buralarda çok olağanüstü değişikliklerin olacağını söyleseydi asla inanmazdım.” dedi Bayan Jo, Bayan Meg’e bir yaz gününde Plumfield’da verandada oturup gurur ve mutlulukla etraflarına bakınırlarken.

“Bu öyle bir sihir ki sadece para ve iyi kalple elde edilebilir. Eminim Bay Laurence’ın cömertçe bağışladığı üniversite binasından daha asil bir eser olamaz. Ayrıca yıkılmadığı sürece böyle bir ev, March teyzenin anısını hep canlı tutacaktır.” diyerek cevap verdi Bayan Meg. Her zaman yanında olmayanları övmekle mutluluk duyardı.

“Hatırlar mısın eskiden perilere inanırdık ve üç tane dileğimiz olsa neler isteyeceğimizi planlardık. Dileklerimin en sonunda gerçekleştiğine inanıyorum. Sana da öyle gelmiyor mu? Para, şöhret ve çok sevdiğim işim.” dedi Bayan Jo ve genç kızken yaptığı gibi dikkatsizce saçını karıştırıp ellerini başının üzerinde kavuşturdu.

“Benimkiler de gerçekleşti ve ayrıca Amy de kendi isteklerinin tüm kalbiyle tadını çıkarıyor. Keşke Marmee, John ve Beth de burada olsaydı o zaman her şey daha da mükemmel olurdu.” diyerek ekledi Meg, sesi hafif titreyerek. Ne de olsa artık Marmee’nin yeri boş kalmıştı.

Jo elini kız kardeşininkinin üzerine koydu ve ikisi bir süreliğine öylece sessizce oturdular. Hem üzüntülü hem de mutlu düşüncelerin karışımıyla önlerindeki hoş manzaraya bakakaldılar.

Gerçekten sihirli bir değnek değmiş gibiydi çünkü eskiden sessiz sakin bir yer olan Plumfield artık işlek, ufak bir dünyaya dönüşmüştü. Evin ise eskiye göre daha da misafirperver bir havası vardı, yeni yapılmış badanasıyla ferah bir görüntüye sahip olmuş, ek binalar eklenmiş, çimler ve bahçe daha bakımlı bir hâl almış; çok müreffeh bir hava oluşturulmuştu. Huzuru bozan oğlan çocuklarının her tarafta cirit attığı ve iki yakalarını bir araya getirmekte zorlanan Bhaer ailesinden eser kalmamıştı âdeta. Eskiden uçurtmaların uçurulduğu tepede ise Bay Laurence’ın cömertçe bağışladığı o göze çarpan üniversite binası duruyordu. Bir zamanlar küçük çocukların ayaklarıyla ezdiği o patika yollarda artık arı kovanı gibi öğrenciler gidip geliyor; birçok genç erkek ve kadın artık zenginliğin, irfanın, iyilikseverliğin sağladığı avantajların tadını çıkarıyorlardı.

Plumfield’ın giriş kapısının hemen yanında çok sevimli, kahverengi, Dovecote’ye çok benzeyen, ağaçların arasına sıkıştırılmış bir kır evi bulunmaktadır. Batıya doğru uzanan yemyeşil bayırda, güneşin altında pırıl pırıl parlayan beyaz sütunlarla destekli konağı vardır. Laurie’nin hızla büyüyen şehir hayatı da bu evi çevrelediğinden, Meg’in de yuvasını mahvettiğinden ve olanlara çok öfkelenen Bay Laurence’ın burnunun dibine bir sabun fabrikası kurulduğundan beri arkadaşlarımız, Plumfield’a göç etmeye başladı ve bunun üzerine büyük değişikliklere adım atıldı.

Tabii daha güzel şeyler de yaşadık ve kaybettiğimiz yaşlıların arkalarında bıraktıkları hayır dualarıyla taçlandırılarak bizim ufak ahalimizin işleri rast gitmeye başladı. Üniversiteye başkan olarak atanan Bay Bhaer ile din adamı olarak atanan Bay March uzun zamandır üzerine titredikleri hayallerine bir güzel kavuşmuş oldular. Kız kardeşler, her biri kendine uygun rolü üstlenerek gençlerin bakımını kendi aralarında bölüştüler. Genç kadınlar için Meg anne figürüydü, Jo ise bütün gençlerin sırdaşı ve koruyucusuydu ve hayırsever bir kadın olan Amy, yardıma muhtaç olan öğrencilere gururlarını incitmeden yardımlar yapıyordu. Tüm samimiyetiyle onları evinde ağırladığından, öğrencilerin de onun sevimli evine Parnas Dağı adını takmaları şaşılacak şey değildi. Müzik, güzellik ve kültürle o kadar dopdoluydu ki bunlara aç olan genç kalplere çok çekici geliyordu.

Geçen onca yılda tabii ki bizim on iki oğlan dünyanın dört bir yanına dağılmıştı ama hayatta olanlar bizim eski Plumfield’ı gayet iyi hatırlıyor, dünyanın dörtte birini arşınlayarak karşılaştıkları çeşitli deneyimlerini anlatmak, geçmişte yaşadıkları keyif verici anılarına gülmek ve günümüzdeki görevlerini büyük bir yüreklilikle dört elle sarılmak için dönüyorlardı evlerine. Ne de olsa eski ve mutlu günlerin anısına bu eve dönüşler, sadece kalpleri merhametle doldurmuyor; aynı zamanda gençler bu sayede yardım ellerini de uzatıyorlardı. Birkaç kelimeyle her birinin geçmişinden söz edeceğim, sonra da hayatlarının yeni bölümleriyle devam edeceğim.

Franz, Hamburg’da akrabası olan bir tüccarla çalışıyordu, yirmi altı yaşındaydı ve durumu oldukça iyiydi. Emil ise masmavi denizleri aşan çok neşeli bir gemiciydi. Maceraperest hayat tarzından tiksindirmek amacıyla amcası onu çok uzun bir gemi yolculuğuna göndermişti ama eve o kadar mutlu dönmüştü ki bu mesleğin onun için biçilmiş kaftan olduğu aşikârdı. Ayrıca Almanya’da yaşayan akrabası, ona çok iyi bir fırsat sunmuştu. Böylece çocuğun keyfi gayet yerindeydi. Dan ise hâlâ gezgin bir hayat sürüyordu. Güney Amerika’da yer bilimi araştırmaları yaptıktan sonra Avustralya’da kuzu yetiştiriciliği yaptı ve şu an ise Kaliforniya’da maden arıyor. Nat ise konservatuvarda müzik eğitimiyle meşgul oluyor ve eğitimini tamamlamak niyetiyle bir veya iki yıl daha kalmayı planlıyor. Tom ise tıp okuyor ve mesleğini sevmeye çalışıyor. Aklı fikri zengin olmakta olan Jack ise babasıyla ortaklaşa iş yapıyor. Stuffy, Ned ve üniversitede olan Dolly, hukuk okuyor. Aynı Billy gibi bizim zavallı Dick de hayatta değil. Bu yüzden, hayatımız eskisi gibi mutlu olamayacak çünkü bu durum, tüm benliğimize acı veriyor.

Rob ve Teddy’ye “Aslan ve Kuzu” lakabı takılmıştı çünkü Teddy en vahşi hayvanlardan bile daha öfkeliydi. Rob ise meleyen en sakin kuzudan bile daha sakindi. Bayan Jo ona “benim kızım” diye hitap eder ve onu oldukça hayırlı bir evlat gibi görürdü. Tabii sessiz tavırları ve hassas mizacının altında oldukça mert bir erkek yatıyordu. Ancak Bayan Jo kendi gençliğinde yaptığı hataları, yaşadığı geçici hevesleri, tutkuları ve bir zamanlar aldığı keyifleri aynen Ted’in mizacında görüyordu. Her daim darmadağın olan kıvırcık, açık kahverengi olan saçlarıyla, uzun bacak ve kollarıyla, yüksek ses tonuyla ve sürekli hareket hâlinde olmasıyla Ted, öne çıkan bir figürdü Plumfield’da. Tabii zaman zaman kederlenerek hemen hemen haftada bir karamsarlığa düşerdi düşmesine ama böyle durumlarda ya sabır küpü olan Rob ya da annesi tarafından tekrar ayağa kaldırılırdı. Onu ne zaman yalnız bırakmaları gerektiğini ya da bir güzel silkelemeleri gerektiğini bilirlerdi. Annesinin gururu ve neşesiydi belki ama aynı zamanda ona eziyet de çektiriyordu. Yaşına göre çok zekiydi ve sürekli çeşitlilik gösteren marifetlerini sergiliyordu. Annelik duyarlılığı ile bu olağanüstü meziyetlere sahip çocuğun ileride ne olacağı konusunda Jo, sürekli kafa patlatıyordu maalesef.

Demi üniversite hayatı boyunca onur listesine giriyordu ve Bayan Meg, oğlunun papaz olmasını çok arzuluyordu. Değerli, genç papazın vereceği ilk vaazın hayalini sevgiyle kuruyor, aynı zamanda oğlunun uzun, yararlı ve onurlu bir yaşam süreceğini düşlüyordu. Ama John, artık ona öyle hitap ediyordu, kati bir şekilde İlahiyat Fakültesini reddedip bir sürü kitap okumaktan usandığını; insanoğlunun, dünyayı daha yakından tanımak istediğini ve gazetecilik mesleğini denemek istediğini söyleyerek zavallı annesini hayal kırıklığına uğrattı. Annesi için bu büyük bir darbeydi ama gençlerin kolay kolay akıllarına koyduklarından vazgeçmeyeceğini ve deneyimlerle en iyi şekilde öğreneceklerine inananlardandı. Bu nedenle kendi heveslerinin peşinden gitmesine izin verdi ama hâlâ oğlunu vaiz kürsüsünde görmeyi hayal etmeye devam etti. Jo teyze ailede bir gazetecinin olacağını duyunca köpürdü ve anında ona “Jenkins” lakabını taktı. Demi’nin edebî eğilimlerini beğeniyordu ama resmî görevli Paul Pyrs’dan nefret etmek için sebepleri vardı. Daha sonra bu konuya da değineceğim… Diğer taraftan Demi ne yapmakta olduğunun bilincindeydi; kaygılı annelerin söylediklerinden ya da arkadaşlarının şakalarından etkilenmeyerek huzur içinde planlarını yerine getirmekle meşguldü. Teddy amca onu cesaretlendirerek bu muhteşem kariyer ile ilgili umut verici bir tablo çizdi, gazeteci olarak kariyerlerine başlayan Dickens ve diğer ünlülerin sonunda tanınmış roman yazarları veya gazeteciler olarak yollarına devam ettiklerini açıkladı.

Kızların hepsi bu arada serpilip gelişiyordu. Daisy her zamanki tatlılığı ve evcimenliği ile annesinin biricik tesellisi ve arkadaşıydı. On dört yaşındaki Josie’nin kendine özgü bir kişiliği vardı ve bir sürü şakalar yapıp alışılmadık davranışlarda bulunurdu. Sessiz sakin olan annesiyle kız kardeşini, hem endişelendiren hem de eğlendiren en son tuhaflığı ise sahneye olan tutkusu oldu. Bess ise olduğundan birkaç yaş daha büyük gösteren, uzun boylu, çok güzel bir genç kıza dönüşmüştü, bir prenses gibi nazik davranışlı ve ince zevkleri olan biriydi ve hem babasına hem annesine çekmiş olup onların en güzel özelliklerine Tanrı vergisi olarak sahipti. Bunun yanı sıra sevginin ve paranın verebileceği her türlü donanıma sahipti. Fakat hane halkının esas gurur duyduğu kişi Nan’di; yerinde duramayan, inatçı, birçok çocuk gibi enerji dolu ve ümit vadeden bir kadına dönüşüyordu. Tutkulu maceraperest iş, ona en uygun olanıdır. Nan on altı yaşında tıp okumaya başladı ve yirmi yaşına geldiğinde hayatını gayet iyi idare etti. Diğer zeki kadınların, üniversitelerin ve hastanelerin hepsi onunla iş birliği yapmaya hazırdı. Bir gün Daisy ile yaşlı söğüt ağacının altında otururlarken ona “Sürekli endişeleneceğim bir ailem olsun istemiyorum. İçinde bir sürü ilaç şişelerinin ve havanların olacağı bir ofisim olsun istiyorum. Her yere gidip insanları iyileştireceğim.” diyerek Daisy’yi şok etti. Geleceği önceden belirlenmiş bu küçük kız, genç bir kadın olduğunda dileğinin olmasını sağlamıştı. Yaptığı işten öyle büyük bir haz alıyordu ki başka hiçbir meslek onu bu isteğinden caydıramazdı. Birkaç saygın genç erkek, onun fikrini değiştirmeye çalışmış ve “ufak, sevimli bir ev ve bakmakla yükümlü bir aile” seçmesini istemiş, tıpkı Daisy’nin seçtiği gibi. Ama Nan bu tekliflere sadece gülüp geçmiş ve çılgınca sevmekten söz eden aşk meraklılarına dillerini muayene etme önerisinde bulunmuş ya da hayranlıklarını kabul etmesi için yiğitçe ellerini uzatanların nabızlarını profesyonelce ölçmüştü. Bütün bunlar olup biterken sadece ısrarcı bir genç dışında hepsi kafasını eğip yanından ayrılıyordu. Bu genç, kendini Traddles’a öylesine adamıştı ki onun aşkını söndürmek olanaksızdı.

Bu delikanlının adı Tom idi ve Tom çocukluk aşkına ne kadar sadıksa Nan de “havaneli şeylerine” bir o kadar sadıktı, ayrıca bu çocuk sadakatini kanıtlayacak öyle bir şey yaptı ki Nan’i bile duygulandırabilmişti. Çok önceleri verdiği bir kararla ticaret hayatına atılmak yerine hiç sevmediği hâlde sadece Nan’in hatırına gidip tıp okudu. Ne var ki Nan, ne kadar kararlıysa Tom da bir o kadar azimliydi. Sadece bu mesleği gerçekten ifa etmeye başladığı zaman çok fazla insanı öldürmemeyi ümit ediyordu. İlginç olan, her ikisi de çok iyi arkadaştılar ve onların sevimli aşk oyunları dostlarının çok eğlenmesini sağlıyordu.

Bir gün öğleden sonra Bayan Meg ve Bayan Jo verandada sohbet ediyorlarken Nan ve Tom da Plumfield’a doğru yol alıyorlardı. Yan yana yürümüyorlardı, Nan o sevimli yolda tek başına hızlıca ilerliyor, ilgisini çeken bir vaka üzerinde düşünüyordu. Şehrin varoşlarını arkalarında bıraktıklarında Tom ise ona yetişip geçmek istercesine, sanki rastlantı sonucu karşılaşmış gibi yaparak peşine takılmıştı. Tom’un bir huyuydu bu, kendince eğleniyordu.

Nan çok hoş bir kızdı, canlı yüz ifadesiyle, berrak gözleriyle hep gülmeye hazırdı ve hayatlarında hep bir amacı olan genç kadınlarda olduğu gibi kendine hâkim bir duruşu vardı. Sade ve ortama uygun şekilde giyinir, rahat bir şekilde dolaşır, geniş omuzlarını dikleştirerek ve kollarını serbestçe sallayarak çok enerjik görünürdü. Yaptığı her hareketinde gençliğin ve sağlıklı yaşamın izini rahatlıkla görebilirdiniz. Karşılaştığı birkaç kişi ona dönüp baktı, o güzel günde taşraya doğru ilerleyen mutlu, canlı ve zinde bir kızı görmek hoş bir görüntüydü onlar için. Şapkasını çıkarmış, saçının her buklesini sabırsızlıkla sallayarak arkasından koşuşturan delikanlı da belli ki onlarla aynı fikirdeydi.

O an yumuşak bir ses tonuyla “Merhaba!” dedi Tom püfür püfür esen rüzgâra karşı, onu gördüğüne şaşırmış gibi yapma çabası tam anlamıyla bir başarısızlık örneğiydi. Nan ise dostane bir tavırla, “Ah sen misin Tom?” dedi.

“Öyle görünüyor. Bugün dolaşmaya çıkmış olabileceğini düşündüm.” dedi ve Tom’un neşeli yüzü sevinçle parladı.

“Dolaşmaya çıktığımı biliyorsun. Boğazın nasıl oldu?” diye sordu Nan profesyonel ses tonuyla. Bu şekilde konuştuğunda yersiz heyecanlarını bastırabiliyordu.

İKİNCİ BÖLÜM

PARNAS DAĞI

Adına yakışır bir yerdi ve o gün Müzler[1 - Müzler veya Musalar, Yunan mitolojisinde kardeş tanrıçalardır. Geleneksel olarak dokuz tanedirler. Çoğunlukla ilham perisi olarak tanımlanırlar. Başlangıçta muhtemelen sadece şiir tanrıçasıyken zamanla bilim ve diğer sanatlarla da ilişkilendirilmiştir. Efsaneye göre Zeus, Mnemosyne ile tam dokuz gece geçirmiştir ve her gece için bir Müz doğmuştur. Müzlerin adları hemen hemen her şiirde geçer fakat kendilerine ait bir destanları yoktur. Genellikle Apollo önderliğindeki bir koroda tanrıların bütün şenliklerinde şarkı söyler, dans ederler. (ç.n.)] oraya uğramış gibiydiler çünkü yokuş yukarı yürüyerek gelen yeni misafirleri çok hoş görüntüler ve nağmeler karşıladı. Açık bir pencerenin önünden geçerken kütüphaneye doğru göz attıklarında Kleio, Kalliope ve Urania’nın başkanlık yaptığını; Melpomene ve Thalia ise koridorda eğlendiğini, bazı gençlerin dans edip bir oyunun provasına çalıştığını gözlemleyebiliyorlardı. Erato ise sevgilisiyle bahçede geziniyor ve müzik odasında Apollo’nun bizzat kendisi birbirleriyle ses uyumu içerisinde bir koro yönetiyordu.

Bizim eski arkadaşımız Laurie olgunlaşmış bir Apollo’ya benziyordu çünkü zaman, o garip oğlanı vakti geldiğinde asil bir erkeğe erişmesini nasip etmiş; son derece yakışıklı ve güler yüzlü bir adama dönüştürmüştü. Sorumluluğu ve kaygıyı yaşadığı gibi gevşekliği ve mutluluğu yaşaması ona bu zemini hazırlamıştı, ayrıca büyükbabasının isteklerini karşılamayı görev bilip büyük bir sadakatle görevini yerine getirmişti. Zenginlik bazı insanlara yakışır ve en iyi şekilde güneşin ışınları altında coşarlar; başka insanlar da gölgeyi sever ve ayaza maruz kaldıklarında daha tatlı olurlar. Laurie öncekine benziyordu ve Amy de sonrakine; bu nedenle evlendiklerinden beri hayat onlara şiir gibi geliyordu. Sadece ahenk ve mutlulukla ilgili değildi bu, aynı zamanda içtenlik, haysiyet ve gönül zenginliğiyle ilgiliydi ve bilgeliklerini hayır işleriyle birleştirdiklerinde o muhteşem yardımseverlikleriyle birçok şeyin üstesinden geliyorlardı.

Evleri sade bir güzellikteydi, konforlu şeylerle doluydu ve sanatsever ev sahibi ile ev sahibesi işte burada türlü türlü sanatçıları cezbediyor ve eğlendiriyorlardı. Laurie her türlü müzik eğitimini almıştı, en sevdiği ve koruyuculuğunu üstlendiği sınıfına karşı son derece cömertti. Amy ise hevesli genç ressamları ve heykeltıraşları vesayeti altına almıştı, kızı yeterince büyüyüp harcanan emekleri ve alın teriyle yapılanları onunla paylaşacak yaşa geldiğinde kendi yaptığı sanatın fazlasıyla değerli olduğunu fark etti. Kadınların, kendi gelişimleri ve başkalarının çıkarları için, kendilerine lütfedilmiş özel yeteneklerini feda etmeden de başarılı eş ve anne olunabileceğini kanıtlayan insanlardan biriydi.

Kız kardeşleri onu nerede bulabileceklerini gayet iyi biliyorlardı ve Jo da doğrudan stüdyoya gitti. Orada anne kız birlikte çalışıyorlardı. Bess küçük bir çocuğun büstüyle uğraşıyor, annesi de kocasına ait çok zarif bir kafa büstüne son dokunuşlarını ekliyordu. Zaman Amy için âdeta durmuştu çünkü mutluluğu onu genç tutmuş ve içinde bulunduğu refah düzeyi de ihtiyacı olan kültürü sağlamıştı. Gösterişli ve zarif olan bu kadın şık olmanın sadelikle sağlanabileceğini, kıyafet seçimlerinde olduğu gibi bu giyimleri üzerinde çok hoş taşımasıyla asil karakterini gayet iyi açığa vurabiliyordu. Bir keresinde biri şöyle demişti: “Bayan Laurence’ın ne giydiği hakkında en ufak bir bilgim yok ama bulunduğu odada her zaman en iyi giyinenin o olduğu izlenimi yaratıyor bende.”

Kızına çılgınca taptığı belliydi ve böyle olmakla haksız da sayılmazdı çünkü öyle görünüyordu ki en azından kendi düşüncesine göre, her daim arzuladığı güzellik kendisinin gençlik hâlini kızının temsil ettiğini düşünüyordu. Kalıtımsal olarak Bess annesinden ay gibi vücudunu, mavi gözlerini, açık tenini, aynı tarzda arkadan bağlanan altın sarısı kıvırcık saçlarını almıştı. Ayrıca -ah, Amy’nin asla tükenmeyen neşesiyle- babasının aynı etkileyici burnu ve ağzını almış ama daha kadınsı bir şekilde. Giydiği aşırı sade olan uzun, keten önlük ona çok ama çok yakışmıştı ve gerçek bir sanatçı, bir şeyle meşgul olduğunda kendini nasıl işine veriyorsa Bess de kendini öyle işine veriyordu. Üzerindeki sevgi dolu bakışların farkında bile değildi, ta ki Jo teyze büyük bir şevkle bağırarak içeri koşana kadar.

“Sevgili kızlarım, elinizdeki çamurları bırakın ve benim size anlatacağım haberleri dinleyin!”

Her iki sanatçı da ellerindeki aletleri bir kenara bırakıp heyecan dolu kadını tüm samimiyetleriyle karşıladılar. Yaratıcılıklarının doruk noktalarındayken onun gelişiyle ikisi için çok değerli olan bir saatleri berbat olmuştu aslında. Hararetle dedikodu yapıyorlarken Meg tarafından çağırılan Laurie içeri girdi, hiçbir yerde barikat yoktu, hemen iki kardeşin ortasına oturuverdi ve büyük bir ilgiyle Franz ve Emil hakkındaki haberleri dinledi.

“Artık salgın ansızın patlak verdi sayılır, senin sürünü hiddetlenerek kasıp kavuracaktır. Bundan sonraki on yıl için her türlü romantizme ve gözü karalığa hazır ol, Jo. Oğulların yavaş yavaş adam oluyor ve denizlere baş aşağı dalarak bugüne dek yaşamadığımız kadar başımıza iş açacaklar.” dedi Laurie, Jo’nun mutluluk ve ümidini yitirmişlik hislerinin karışımı olan bakışından keyif alarak.

“Öyle olacağını biliyorum ve tek ümidim onları bu zorlu süreçten ayakları üzerinde dimdik durmalarını sağlamak. Korkunç bir sorumluluk olduğunu biliyorum ama yine de bana gelecekler ve onların zavallı aşk hayatlarını düzene sokmam için bana yalvaracaklar. Ama yine de bu benim hoşuma gidecektir. Ayrıca Meg, öyle acıma duygusuyla dolu ki sanırsın bu özelliğinden zevk alıyor.” diye cevabını verdi Jo. Oğullarından bahsedilince kendisini daha huzurlu hissediyordu, ne de olsa yaşları daha küçük olduğundan onlar hâlâ güvende sayılırlardı. “Bizim Nat onun Daisy’sinin etrafında fır fır dönmeye başlayınca korkarım pek zevk almayacaktır. Tabii bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Onun müzik eğitmeniyim ama aynı zamanda sırdaşıyım. Ona ne tür tavsiyelerde bulunabileceğimi söylemenizi istiyorum.” dedi Laurie ağırbaşlı bir tavır takınarak.

“Sus! Çocuğu unutuyorsun.” diyerek lafa karıştı Jo, tekrar işinin başına dönen Bess’i kafasıyla işaret ederek.

“Tanrı seni korusun! Onun kafası şimdi kim bilir nerelerde. Senin bir tek kelimeni bile duymuyordur. Ama artık buradaki işini sonlandırıp gitmesi gerekir. Sevgilim, bir koşu gidip bebeği yatırır mısın? Meg teyze de oturma odasında. Biz gelene kadar ona yeni resimleri gösteriver.” diye ekledi Laurie ve Pygmalion’ın Galatea’ya[2 - Pygmalion usta bir heykeltıraşmış, eserleri çok gerçekçiymiş. Bir gün fil dişinden bir heykel yapmış ve ona âşık olmuş. Bütün gün eserini hayranlıkla izlermiş. Eserine Galatea adını vermiş. (ç.n.)] bakmış olabileceği gibi uzun boylu kızını süzdü, ne de olsa ona göre, kızı evdeki heykellerin en nadide parçası gibiydi.

“Tamam babacığım, yaptığımın iyi olup olmadığını söyle bana.” Bunun üzerine Bess itaatkâr bir şekilde aletlerini bir kenara bıraktı ama yaptığı büste göz atmak için biraz oyalandı.

“Benim her zaman el üstünde tutulan kuzucuğum, gerçekleri itiraf etmeye kendimi mecbur hissediyorum ve yanaklardan birinin diğerine göre biraz daha şişman olduğunu görüyorum. Ayrıca çocuğun kaşı üzerindeki lüleler mükemmel bir göz ziyafeti sağlamayıp biraz boynuza benziyor ama ne var ki kesinlikle Rafael’in Chanting Cherubs[3 - Raffaello Sanzio De Urbino, kısaca Rafael olarak bilinen Rönesans döneminin İtalyan ressamı ve mimarıdır. 1483-1520 yılları arasında yaşamıştır. Chanting Cherubs onun tablolarından biridir. İki çocuk resmedilmiştir. (ç.n.)] adlı tablosuyla boy ölçüşemez ve senin eserinle gurur duyuyorum.”

Laurie bir yandan konuşuyor, bir yandan da kahkaha atıyordu çünkü kızının bu ilk girişimleri tıpkı Amy’nin ilk yaptıklarına çok benziyordu ve kızının eserini beğeni ile inceleyen annesi gibi ciddi bir yüz ifadesi takınmayı hiç ama hiç beceremiyordu.

“Müzikten başka hiçbir eserde güzellik göremiyorsun.” diye cevap verdi Bess. Doğal ışıkla aydınlatılmış o devasa stüdyonun serinliğinde Bess, altın sarısı saçlarını sallayarak âdeta parlak bir ışık saçıyordu.

“Ben sende güzelliği görüyorum, tatlım. Ayrıca sen sanat değilsen, o hâlde nedir sanat? Seni biraz doğaya çıkartmak niyetindeyim. Bu soğuk hamurlardan ve mermerlerden uzaklaştırıp güneşin altında dans etmeyi, kahkahalarla gülmeyi istiyorum, tıpkı diğer insanların yaptığı gibi. Ben kanlı canlı bir kızım olsun istiyorum. Hamurundan başka her şeyi unutan, gri rengindeki önlüğü ile sevimli bir heykel istemiyorum.”

Konuşurlarken iki tane tozlu el, adamın boynuna atıldı, tüm kelimeler yumuşak bir ses tonuyla ve ağırbaşlı bir şekilde Bess’in dudaklarından döküldü.