Eğer Beni Ararsan
Alba Arikha
Alba Arikha
Eğer Beni Ararsan
Alba Arikha
1966’da Paris’te doğdu. Ressam Avigdor Arikha ile şair Anne Atik’in kızı olarak sanatçı bir çevrede büyüdü. Uzun yıllar piyano eğitimi alsa da sonunda yazmaya yönelerek ABD ve Paris’te karşılaştırmalı edebiyat üzerine eğitim aldı. Paris’te geçen çocukluğunu yazdığı ve vaftiz babası Samuel Beckett’in de çokça geçtiği ödüllü anı kitabı Major/Minor’ın (2011) yanı sıra Muse (1998), Walking on Ice (2000) ve Two Hours (2024) adlı romanları da bulunuyor. Öyküleri ve yazılarıyla TLS, London Magazine, Tatler, Tortoise Media, Journal of Art, Indian Quarterly gibi pek çok yayına katkıda bulundu. Londra’da yaşayan Alba Arikha çevirmenlik, şarkıcılık ve bestekârlıkla uğraşmakla birlikte yaratıcı yazarlık dersleri de veriyor.
Aylin Ülçer
1974 doğumlu. İÜEF İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenim gördü. Çevbir kurucu üyesi. Yayımlanmış çevirilerinden bazıları: Edward Said, Yersiz Yurtsuz; Flannery O’Connor, İyi İnsan Bulmak Zor; Ursula K. Le Guin, Rüyanın Öte Yakası; David Constantine, Midland Oteli’nde Çay; Steven Hall, Köpekbalığı Metinleri; Grace Paley, İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden.
Tom’a
İşte böyle geri gelir ölüler.
W.G. SEBALD
Si c’était à recommencer, je te rencontrerais sans te chercher.[1 - (Fr.) Yeniden başlansa aramadan bulurdum seni. (“Sevgilimin Bağrında” şiirinden, çev. Sait Maden.) (e.n.)]
PAUL ÉLUARD
Birinci Bölüm
1
Jean benim ilk erkek arkadaşım. On dokuz yaşındayız, Sorbonne’da öğrenciyiz. Boş zamanlarımızda Seine kıyısında bisiklet sürüyor, edebiyattan konuşuyoruz. İkimizin de hayali yazar olup dünyayı değiştirmek. “Bakarsın bir sonraki Proust ben olurum,” diyor Jean.
1939 yazındayız, İngiltere ile Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesinden iki ay önce. Jean benim için otobüs biletlerinin arkasına şiirler yazıyor. Sokak köşelerinde beni öpüp hayatının aşkı olduğumu söylüyor. Jean-Paul Sartre’ı gözucuyla da olsa görebilmek uğruna Montparnasse kafelerinde vakit öldürüyoruz. Bir kere yalnız başına otururken sahiden görüyoruz onu. Üşütmüşe benziyor, bir mendille burnunu birkaç kez siliyor. Yanına yaklaşmaya cesaret edemiyoruz.
Geceleri şişeden ucuz roze şarap içip Gauloises tellendiriyoruz. Dans etmeye gidiyoruz. Kırmızı ruj sürüp başıma siyah bir bone şapka takıyorum. Bekaretimi Jean’a bir caz kulübünün arka odasında veriyorum. O külotlu çoraplarımı çıkarırken bir saksofon şaha kalkıyor. Jean’ın kolları yumuşak ve ılık, sanırım seviyorum onu ama emin de değilim. Belki de duygularımın harlanmasında buluşmalarımızın yasak olduğunu bilmemin de payı var: Jean benden uzak durması için kesin bir dille uyarıldı. Ben bir Yahudiyim, bir esnafın kızı. Jean zengin bir burjuva ailesinden. Babası Almanlara kamyon tedarik eden önemli bir otomobil fabrikasının CEO’su. Eski başbakan Pierre Laval’in yakın arkadaşı. Bu ilişki fazla tehlikeli, bu yüzden ayrılıyoruz. Jean son bir otobüs biletinin arkasına bir elveda şiiri yazıyor. Bir daha ondan haber almıyorum. Ama otobüs bileti hâlâ duruyor.
14 Haziran 1940’ta yağmurlu bir tan sökümünde Alman tankları Paris’e doluşuyor. Hoparlörden aksanlı bir erkek sesi yayılıyor ve başkentin artık açık şehir olduğunu ilan ediyor. O akşam saat sekizden itibaren sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Eyfel Kulesi’nin tepesine kocaman bir gamalı haç bayrağı çekilmiş, Hôtel de Ville de adeta lekelenmiş bir kadın gibi aynı bayrakla örtülmüş. Aynı gün binlerce insan kaçıyor. Trafik levhaları ve sokak isimleri artık Almanca. Paris saati Berlin saatine dönüşüyor. Zafer Takı’ndan geçiyorum ve nöbet değişimi töreninde kaz adımlarıyla yürüyen Alman askerlerini görüyorum.
Bir hafta sonra Hitler Paris’e geliyor ve Eyfel Kulesi’nin önünde objektiflere poz veriyor. “Sadece ziyarete geldi,” diye açıklıyor babam. “Yakında gider. Hitler düşecek.”
Düşmeyecek ama. Bunu hissedebiliyorum. Şehrimiz tanınmaz halde. Başımıza korkunç bir şey gelmek üzere.
“Gitmeliyiz,” diyorum babama. “Burada kalmamalıyız.” Ama bu fikrime katılmıyor ve beni zayıf olmakla itham ediyor. “Cesaret düşmanla yüzleşmektir, ondan kaçmak değil,” diyor. “Ne olursa olsun hiç kimsenin sana nasıl yaşayacağını söyleme hakkı yok. Hiçbir insan bir başkasının kaderini tayin edemez.”
Yanılıyor ama o benim babam, onun sözünü dinlemeliyim.
Tasfiyenin belli belirsiz çisentisi. Böyle başlıyor işte. Önce küçük damlalar, şüpheci bir halkın endişelerini gidermeye yönelik yatıştırıcı imgeler: ip atlayan mutlu okul çocukları, Alman subaylarla flört ederken objektiflere poz veren şık genç kadınlar, pazar ayini için en şık kıyafetlerini kuşanmış kilise müdavimi aileler. Bunların hayatın gerçekçi enstantaneleri olduğuna inanmamız gerekiyor. Sanki hiçbir şey değişmemiş, hayat normal seyrinde devam ediyormuş gibi yapmamız gerekiyor, oysa sessiz sokaklar devasa gamalı haçlarla kuşatılmış. Araç trafiği yok, inşaatlar yok, mallarını satan seyyar satıcılar yok. Onlar yerine polis sirenleri deliyor sessizliği ve kaldırımlarda yabancı askerler devriye geziyor. Yine de Sorbonne’daki derslerime girmeye devam ediyorum. İngiliz edebiyatı okuyorum. Viktorya dönemi yazarlarından, özellikle de George Eliot’tan samimi dostlarıymışçasına söz eden öğretmenim André Stein’ı çok seviyorum. Onun sözlerinde ve tavsiye ettiği kitaplarda kendimi kaybediyorum. Geceleyin küçük odamda onları okuyup daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyorum.
Damlalar çabucak istikrarlı bir akışa dönüşüyor. Sokağa çıkma yasağı artık her gece uygulanıyor. Sokaklar karanlık. Evde kalıyorum. Özgür Fransa Direniş Hareketi’nin yayınladığı Radio Londres istasyonunu dinliyoruz. Babam hiç tasvip etmiyor onları. “Fitneciler,” diye dudak büküyor. “İşleri güçleri nifak tohumları ekmek.” Yine de dinliyor. Bir profesör “işgal” sözcüğüne yepyeni anlamlar yüklendiğini anlatıyor. Artık işgal yakılıp yıkılmış, ele geçirilmiş, kapatılmış demek: kitapçı dükkânları, parklar, apartmanlar, pastaneler, genelevler. Sırada ne var?
“Oyuncakçı dükkânları değil,” diye lafı yapıştırıyor babam. “Asla cesaret edemezler öyle bir şey yapmaya. Hem bu adam ne konuştuğunu bilmiyor.”
Sabahları annem kırmızı rujunu sürüp terzi elinden çıkmış elbiseler kuşanarak işe gitmek üzere yola düşüyor. Yakın zamanda Galeries Lafayette’te külotlu çorap ve tayt bölümünün şefliğine terfi etti, çok da seviyor işini. Bir sabah dudakları solgun, gözleri kıpkırmızı geri dönüyor eve. “Kovuldum,” diyor ağlamamak için kendini tutarak. “Artık çalışmama izin vermiyorlar.”
“İyi ama neden?” diye soruyor babam şaşkınlıkla.
“Yahudi olduğum için Maurice.”
Babam ona bakıyor ve hiçbir şey demiyor.
≈
Babamın dükkânı Maurice Baum’un Oyuncakları Rosiers Sokağı’nda, evimizin hemen bitişiğinde. On sekizinci yüzyıldan kalma bir binanın zemin katına sığışmış, meşhur ve çok sevilen bir mağazadır. Rafları akla gelen her şekilde, her renkte oyuncaklarla doludur ve içinden yayılan koku küflü bir kitabın kokusunu andırır. Çocukluğumda o dükkân, o koku benim sığınağımdı. Şimdiyse güvenli değilmiş hissi veriyor. Ya Almanlar dükkânı kapatırlarsa? O zaman ne yapacağız?
Amcamla çocukları dükkânın üst katında oturuyorlar. Siyasi duruşunu hiç gizlemeyen kuzenim Pierre benimle aynı üniversitede fizik okuyor. Pierre bir pazar sabahı tutuklanıyor ve hepimiz şok oluyoruz. “Görüşlerini sokak köşelerinde bağıra çağıra ilan edeceğine çenesini kapalı tutmalıydı,” diyor babam. “Onu tutuklamalarına şaşmamalı.”
Pierre sonunda salıveriliyor ama her zamankinden de tedirgin hissediyorum kendimi. Tanıdıklarımız arasında tutuklanan daha başkaları da var. Annemin işini kaybetmesi ve babamın Yahudi olmayan müşterilerinin dükkândan ayağını iyiden iyiye kesmesi her şeyi daha beter ediyor. Gel gör ki babamın inadında en ufak bir kırılma yok. Bu durumu genel paniğe, aşırı tepkiye yoruyor, veba gibi sinsice yayılan Yahudi karşıtı propagandaya değil.
Acaba babam akıl sağlığını mı yitiriyor diye merak etmeye başlıyorum. Tanıdığım herkes endişeli ama o değil. Düşüncelerimi annemle paylaştığımda derhal haddimi bildiriyor. “Sakın babanı sorgulamaya kalkışma. O ne yaptığını biliyor. Güvendeyiz diyorsa ona güvenmek zorundasın.”
Konser piyanisti olmak isteyen arkadaşım Françoise’ı ziyaret ediyorum. Panthéon yakınlarındaki geniş bir dairede ailesiyle yaşıyor. Beraber müzik dinliyoruz, bilhassa da Mozart ve Schubert. Benim Fransa’dan gitmek istemem ve evde yaşananlar hakkında konuşuyoruz. “Babamı anlamıyorum,” diyorum ona. “Sanki savaşta olduğumuza inanmak istemiyor. Her şeyin yolunda olduğunu söyleyip duruyor. Oysa değil ve ben korkuyorum.”
“Belki o da farkındadır ama bunu sana itiraf etmek istemiyordur,” diyor Françoise bir cesaret. “Eminim o da senin kadar korkuyordur. Ama fikir ayrılıklarınız olsun olmasın, yine de çekip gidemezsin Flore,” diye ekliyor. “Annenle babana bunu yapamazsın.”
Françoise’ın korkacak bir şeyi yok. O bir Katolik, ünlü bir tarihçinin kızı. “Babama kimse dokunmaz,” diyor bana. “Önemli tanıdıkları var.”
Sonra bir Chopin prelüdü çalıyor. Ona bakıyorum ve önemli bir tanıdığım olmadığını fark ediyorum. Olsaydı fark eder miydi? Evet, ederdi. Ama Yahudilerin artık önemli olmak gibi bir seçeneği yok.
Kısa bir süre gözlerimi kapıyorum ve Françoise’ın icrasını dinliyorum. Nerede olduğumu unutuyorum. Kim olduğumu. Yahudi bir kız değilim. Oyuncakçı dükkânının dışında olup bitenleri görmeyi başaramayan bir adamın kızı değilim. Çünkü babamın gerçekliği çarpılmış durumda. Almanlar onun hayali çocuk bahçesindeki oyuncaklar gibi adeta. Dükkânının vitrininde sergilenen, uygun adım yürüyen asker koleksiyonu gibi.
Yakında tüm zemberekler boşanacak, kimse de onları tamir edemeyecek.
2
Babam bir gün dükkânından getirdiği iki kuklayla eve geliyor. Kuklaların yüzlerindeki boya sıyrılmış. Neye benzediklerini halen hatırlıyorum. Bir tanesi karo desenli kostümü, başında üç köşesi kalkık bir şapka olan bir soytarı. Diğeri de bir cadı. Sivri tepeli siyah bir şapka ve puanlı bir elbise giyiyor, bir de süpürgesi var. Onları biraz ürkütücü buluyorum, babamsa küçük bir çocuk gibi, düpedüz büyülenmiş görünüyor. Onu görebiliyorum, mutfak masasına oturmuş, küçük bir fırçayla yüzlerindeki boyanın üstünden geçiyor. Maharetine ve konsantrasyonuna hayran olmamak elde değil. Ama başka bir şey daha var. Pusuya yatmış bekleyen bir şey. Felaket habercisi olan. Babamın kontrolünü kaybediyor olabileceğine delalet eden bir şey. Oysa konuşması tuhaf bir şekilde tutarlı. “Bunun geçici bir durum olduğunu anlamıyor musun? Sabırlı olmalısın! Bana inanmalısın! Neden bana inanmıyorsun?”
“Yanılıyorsun da ondan!” diye bağırıyorum. “Çevremizde olup bitenlere baksana!”
“Bana karşı gelmeye kalkma sakın!” diye bağırıyor o da bana. “Ben neler olduğunu gayet iyi biliyorum!”
Annem araya giriyor. “Lütfen,” diyor, “bu konuda tartışmayalım.” Babamın elini usulca kavrıyor. “Babandan daha vatansever bir adam daha yoktur,” diyor sesinden okunan bir gururla. “Elinde olsaydı bu ülke uğruna savaşırdı.”
“Ama esnaf Maurice Baum’un ülkesi uğruna savaşmak isteyip istememesi Vichy hükümetinin umurunda değil, anlamıyor musunuz?” diye bağırıyorum. “Bizi kurtarmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar! Kıllarını bile!”
“Saçma sapan konuşmayı kes,” diye çıkışıyor babam. “Hem Charles de Gaulle’ün yeğeninin en iyi müşterilerimden biri olduğunu da unutma. Çocuklarına oyuncak almak için daima gelir dükkânıma. Hanımefendi durumu bir konuşacak. Bana söz verdi. Ben de ona inanıyorum.”
“Kimle konuşacakmış baba? Charles de Gaulle’le mi?”
Babam duraksıyor. “Kimse kim, sözü geçen biri olacak ya sen ona bak,” diye yanıtlıyor nihayet. Ayağa kalkıyor ve birden gözüme küçük görünüyor. Ufalmış. Siyah ayakkabıları boya istiyor, mavi takım elbisesinin yakasında nokta nokta kepekler var. Genelde şefkatli olan yüzü gergin ve ciddi: Belki o da endişeleniyordur. Belki Françoise haklıdır. Belki delirmiş filan değildir, sadece gerçeği kabul etmek istemiyordur, o kadar. Tehlikede olduğumuz gerçeğini. Bütün Yahudiler tehlikede. Gel gör ki salonumuzda oturmuş zaman öldürüyoruz.
Çevremize bakıyorum. Odanın merkezine düşen bir ışık huzmesi kusurları ortaya seriyor. Toz zerrelerini. Sandalyelerin bazılarındaki çatlakları. Rengârenk kilimdeki deliği. Pencere pervazındaki örümcek ağını. Gözden düşmüşüz biz.