banner banner banner
Vampir Öyküleri
Vampir Öyküleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vampir Öyküleri


81º 40’ Kuzey enlemi, 2º Doğu boylamı. Hâlâ devasa buzulların arasında hareketsiz bekliyoruz. Kuzeyimize doğru uzanan parçanın büyüklüğü neredeyse İngiltere’nin büyüklüğüne eşit! Sağımızda ve solumuzda kırılmamış parçalar ufka doğru uzanıyor. Bu sabah, tayfalardan biri güneyde yeni buzulların toplandığını bildirdi. Erzakımız giderek azalıyor, eğer toplanan buzullar geçişimizi engelleyecek kadar kalınlaşırsa, durumumuz tehlikeye girebilir. Mevsimin sonu yaklaştı ve geceler tekrar beliriyor.

Bu sabah, ön serenin hemen üzerinde parıldayan bir yıldız gördüm. Bu, mayıs ayının başından bu yana gördüğüm ilk yıldız. Tayfalar arasında giderek artan bir huzursuzluk var. Çoğu, İskoç kıyılarında oldukça dolgun ücretler alabilecekleri ringa sezonundan önce eve dönmeyi istiyor. Şimdiye kadar bu huzursuzluklarını sadece asık suratları ve karamsar bakışlarıyla belli ediyorlardı, ancak bu öğleden sonra, Kaptan’a sıkıntılarını anlatabilmek için aralarından bir grup göndermeyi planladıklarını duydum. Buna vereceği tepkiden korkuyorum doğrusu, çünkü Kaptan oldukça sinirli biri ve kendi doğrularına yönelik en ufak bir başkaldırıya dahi tahammülü yok. Akşam yemeğinden sonra yanına gidip konuyu onunla konuşmalıyım. Diğer adamların herhangi birinden duyduğunda geri çevireceği bir konuyu, eğer benden duyarsa, biraz da olsa yumuşak davranabilir diye düşünüyorum.

Sancaktan bakıldığında, Spitzbergen’in kuzeybatı köşesi; beyaz buzulların birbirine bağladığı sarp volkanik kayalıklardan oluşmuş Amsterdam Adası görülebiliyor. Grönland’ın güneyinde yaşayan Danimarkalılarla bile aramızda kuş uçuşu en az dokuz yüz mil olduğunu düşünmek ürpertici. Bir kaptan böyle bir risk alıp, gemisini bu duruma sürüklediğinde korkunç bir sorumluluğu da kabul etmiş olur. Hiçbir avcı, mevsimin bu kadar ilerlediği bir dönemde bu kadar yüksek enlemlerde bulunmamıştır.

09:00

Kaptan Craigie ile konuştum. Sonuç pek tatmin edici olmasa da, beni sessizce ve hatta anlayışla dinlediğini söylemeliyim. Sözlerimi bitirdiğimde, yüzünde sık sık beliren o demirden kararlılık ifadesini takınarak, dar kamaranın içinde ileri geri dolanmaya başladı. Başta onu kızdırdığımı düşünerek korktum, ancak kısa bir süre sonra tekrar oturup, yavaşça elini koluma koyarak yanıldığımı gösterdi. Koyu renkli delici bakışlarının derinliklerinde sevecenlikle karşılaştığımda ise, oldukça şaşırdım. “Beni dinle, Doktor,” dedi. “Seni buraya getirdiğim için üzgünüm -gerçekten üzgünüm- ve senin güvenli bir şekilde Dundee Rıhtımı’naçıktığını görebilmek için hemen şimdi elli paunt verebilirdim. Fakat bu kez, bu benim için bir kazan ya da kaybet olayı. Balıklar kuzeyimizde. Nasıl kafanı sallayabilirsin, ha! Onları gördüğümü söylüyorum sana!” Hiçbir şüphe izlenimi göstermemiş olduğumdan emin olsam da, birdenbire öfkeyle parladı. “İki yüzden fazla balık ve her biri de en az üç buçuk metre uzunluğunda! Şimdi, Doktor, sence bu servetle aramda duran sadece ince bir buz parçasıyken, nasıl geri dönmemi beklersin? Eğer yarın rüzgâr kuzeyden esecek olursa, gemimizi doldurup soğuklar bizi yakalamadan önce buradan ayrılabiliriz. Rüzgâr güneyden esecek olursa… Şey, tayfalar hayatlarını riske atmak için para alıyorlar, öyle değil mi? Bana gelince, ikisi arasında çok fazla fark yok, beni öbür dünyaya bağlayan daha çok şey var zaten. Ama senin için üzüldüğümü itiraf ediyorum. Keşke senin yerine bir önceki yolculuğumda bana eşlik eden, yokluğunda kimsenin özlemeyeceği bir adam olan Angus Tait burada olsaydı. Oysa sen… Sen nişanlı olduğunu söylemiştin, değil mi?”

“Evet,” diye cevap verirken, saatimin zincirinden sarkan küçük madalyonu açarak Flora’nın resmini ona doğru uzattım.

“Kahretsin!” diye gürledi hızla sandalyesinden kalkarak. Sakalı öfkeyle kabarmıştı. “Senin mutluluğundan bana ne? Onun fotoğrafını burnumun dibinde sallamanı gerektirecek nasıl bir anlamı olabilir ki benim için?” Bu öfke anında bana vuracağını düşünürken, yeni bir küfür savurarak kamaranın kapısını hızla açıp güverteye doğru fırladı. Onun ardından bu beklenmedik patlama karşısında şaşkın hâlde orada kaldım. Bu, şimdiye kadar bana karşı öfkelendiği ilk seferdi. Ben bu satırları yazarken, hâlâ yukarı aşağı, heyecanlı adımlarla dolaştığını duyabiliyorum.

Aslında size onun karakterini anlatabilmek isterdim, ancak kendi kafamda bile onu tam olarak anlayamamışken, kâğıt üzerinde böyle bir şeye kalkışmak bana küstahlık gibi görünüyor. Birkaç kez onu gerçekten anlamaya başladığımı düşünsem de, karakterinin bambaşka bir özelliğini ortaya çıkarıp, beni şaşırtarak her seferinde bu düşüncelerimi boşa çıkardı. Bu satırları benden başka hiç kimse okumayacak olsa bile, Kaptan Nicholas Craigie hakkındaki fikirlerimi kaydetmeyi kendim için bir görev olarak görüyorum.

Bir adamın dış görünüşü, genellikle içinde sakladığı ruha dair işaretler verir. Kaptan uzun ve sağlam yapılı bir adam! Esmer ve yakışıklı bir yüzü var. Sinirli yapısından dolayı ya da belki içindeki müthiş enerjinin bir sonucu olarak kollarının ve bacaklarının sık sık seğirdiğini gördüm. Çenesiyle yüzü sert ve kararlı bir ifadeye sahip… Oysa gözleri yüzüne tamamen farklı bir anlam katıyor. Koyu ela, parlak ve canlı gözlerinde sürekli bir sabırsızlık görebiliyorsunuz ve bazen de içlerinde diğer bütün duygulardan çok dehşetle bağdaştırdığım bir ifade oluyor. Genellikle ilki baskın görünse de, düşünceli olduğu zamanlarda gözlerindeki bu korku giderek derinleşerek karakterine bambaşka bir özellik getiriyor. İşte bu anlarda öfkesi tüm kontrolünü ele geçiriyor. O da bunun farkında olmalı ki, sakinleşene dek genellikle kendini odasına kilitliyor, böylece ona yaklaşmamızı engelliyor. Rahat uyuyamadığını biliyorum; pek çok gece haykırdığın duydum, ancak kamarası benimkinden uzak olduğu için hiçbir zaman ne dediğini tam olarak anlayamadım.

Bu karakterinin bir yönü, son derece kaba ve itici tarafı… Her gün yan yana olmamızın sonucunda, onu yakından gözlemleyerek ortaya çıkardığım bu tarafının aksine sohbeti keyifli, iyi eğitim almış, bilgili ve bir denizci için fazlasıyla kibar bir adam. Ayrıca nisan ayının başında yakalandığımız fırtına sırasında gemiyi nasıl idare ettiğini de kolay kolay unutmayacağım. Onu daha önce hiç o gece çakan şimşeklerin ve uğuldayan rüzgârın içinde sağa sola koştururken olduğu kadar neşeli ve heyecanlı görmemiştim. Birkaç kez ölümün kendisi için hoş bir düşünce olduğunu söylemişti, bu onun gibi genç bir adam için fazlasıyla üzücü. Bıyıkları ve saçları kırlaşmaya başlamış olsa da, otuzundan fazla olduğunu sanmıyorum. Büyük bir kayıp yaşamış olmalı ve bu acı bütün hayatını ele geçirmiş. Belki Flora’mı kaybedecek olsam, ben de aynı durumda olurdum. Ah, Tanrı biliyor ya, eğer o olmasaydı rüzgârın kuzeyden mi yoksa güneyden mi eseceğini ben de umursamazdım.

Ayak seslerinden aşağı kamarasına indiğini duyabiliyorum, kapısını kilitlediğine göre kızgınlığı hâlâ geçmemiş olmalı. Yaşlı Pepys’in diyeceği gibi; mum sönmek üzere (artık geceler başladığı için gündüz vaktinde bile mum kullanmak zorundayız) ve artık yatma vakti geldi.

12 Eylül

Sakin, aydınlık bir gün… Hâlâ aynı yerde bekliyoruz. Güneydoğudan rüzgâr esiyor, ancak bir etki yaratamayacak kadar hafif. Kaptan’ın ruh hâli bugün daha iyi… Kahvaltıda dünkü kabalığı için benden özür diledi. Ancak hâlâ düşünceli görünüyor ve gözlerindeki o vahşi bakış henüz değişmedi. Bir İskoçyalı ona baktığında “ölümün eşiğindeki” bir adamı görebilir. En azından, gemideki Kelt tayfaların arasında bir tür kâhin gibi görünen baş makinistimiz böyle olduğunu düşünüyor.

Bu sert mizaçlı ve gerçekçi ırkın üzerinde batıl inançların bu kadar etkisi olması şaşırtıcı… Eğer kendim şahit olmasaydım, bunun ne kadar ileri gidebileceğine asla inanmazdım. Bu yolculukta bunun kusursuz bir örneğini yaşadık, ta ki cumartesi içkileriyle beraber adamlara birer doz sakinleştirici vermek zorunda kalana kadar! İlk belirtiler Shetland’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra başladı; dümendeki tayfalar gemi hareket ederken duydukları yaslı haykırışların bizi izlemeye devam ettiğini söylediler ve bir türlü bu düşünceyi üzerilerinden atamadılar. Bu hikâye, yolculuğumuz boyunca adamların arasında anlatılmaya devam etti ve fok avının başladığı karanlık gecelerde tayfalar işlerini yapmakta giderek daha çok zorlanmaya başladılar. Şüphesiz ki, duydukları, ya paslı zincirlerin gıcırtısı ya da yakınlardan geçen bir deniz kuşunun sesiydi. Pek çok gece hikâyelerini dinlemek için uyandırıldım, ancak hiçbir seferinde olağandışı bir ses duymadım.

Ancak adamlar o kadar emindiler ki, onlarla tartışmak mümkün değildi. Durumu Kaptan’a anlattığımda beni şaşırtarak, bunu oldukça büyük bir üzüntüyle karşıladı. Anlattıklarım onu fazlasıyla rahatsız etmiş görünüyordu. En azından onun bu tür saçmalıklara inanmayacağını düşünüyordum.

Tüm bu yersiz batıl inançlar sonunda bizi İkinci Kaptanımız Bay Manson’ın bir hayalet gördüğü dün geceye getirdi. Ya da en azından kendisi gördüğünü söylüyor, bu da aynı anlama gelir elbette. Aylarca sadece ayılardan ve balinalardan bahsettikten sonra, nihayet yeni bir sohbet konumuz olması da ilginç tabii. Manson, geminin hayaletli olduğuna ve eğer gidecek başka bir yer olsaydı, burada bir gün bile durmayacağına dair yemin ediyor. Bir şeyin onu gerçekten korkuttuğu kesin; biraz olsun sakinleşebilmesi için ona bir miktar kloral ile potasyum bromür vermek zorunda kaldım. Bir önceki gece içkiyi biraz fazla kaçırmış olabileceğini söylediğimde çok öfkelendi ve onu yatıştırabilmek için hikâyesini mümkün olduğunca ciddi bir ifadeyle dinledim. İtiraf etmeliyim ki, anlatış biçimi fazlasıyla içten ve gerçekçiydi.

“Köprüdeydim,” diye başladı, “Gecenin o en karanlık saatinde. Ay vardı, ancak önünden geçen bulutlar yüzünden gemiden fazla uzağı görmek mümkün değildi. Üst güvertede nöbet tutan zıpkıncı John M’Leod yanıma gelerek, sancak tarafında tuhaf bir ses duyduğunu söyledi.

Onun peşinden gittiğimde sesi ben de duydum; bazen bir çocuk ağlaması gibiydi bazen de acı içindeki bir kız gibi. On yedi yıldır bu işi yapıyorum ve daha önce genç ya da yaşlı hiçbir hayvanın böyle bir ses çıkardığını işitmedim. Orada durmuş bu sesi dinlerken, bulutların arasından ay çıktı ve ikimiz de sesin geldiği yönde, buzulların üzerinde hareket eden beyaz bir silüet gördük. Bir an onu gözden yitirdik, ancak sonra sancak pruvasının orada tekrar belirdi. Tıpkı buzun üzerinde zorlukla seçilebilen bir gölge gibiydi. Hemen tüfeklerimize uzandık ve gördüğümüzün bir ayı olabileceğini düşünerek aşağı indik. Buza indiğimizde M’Leod’u kaybettim, fakat sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye devam ettim. Bir mil kadar, belki de daha fazla sesin peşinden ilerledim. Sonra küçük bir tepeciğin etrafından dolandım ve onu karşımda, beni beklerken buldum. Ne olduğunu bilmiyorum. Ama bir ayı değildi. Uzun, ince ve beyazdı; ne bir kadın ne de bir erkekti. Ah, denizin dibini boylayayım! Çok daha kötüsüydü. Koşabildiğim kadar hızla geri koştum ve kendimi tekrar gemide bulduğumda Tanrı’ya şükrettim. Sözleşmemi imzaladığımda görevim gemide çalışmaktı ve gemide kalacağım, ancak güneş battıktan sonra buzun üstünde bir daha beni göremeyeceksiniz.”

Bu onun hikâyesi. Mümkün olduğunca kendi sözleriyle anlatmaya çalıştım. Kendisi kabul etmese de, gördüğünün genç bir ayı olduğuna inanıyorum, tehlike hissettiklerinde çoğu kez yaptıkları gibi, arka ayaklarının üzerine kalkmış olmalı. Karanlık bir gecede kesinlikle bir insan silüeti gibi görünebilir, özellikle de sinirleri fazlasıyla yıpranmış bir adama benzerler. Her ne olursa olsun, bu talihsiz olay tayfalar üzerinde son derece olumsuz bir etki yarattı. Yüzleri her zamankinden daha fazla asıktı ve artık memnuniyetsizliklerini çok daha açık şekilde gösteriyorlardı. Ringa balığı sezonunu kaçırmış olmalarının yanı sıra, kendi deyimleriyle “hayaletli” bir gemide sıkışıp kalmaları onları giderek daha sabırsız yapıyor. Aralarında en yaşlıları ve en güvenilirleri olan zıpkıncılar bile bu durumdan etkilenmiş görünüyorlar.

Batıl inançların neden olduğu bu saçma olay dışında her şey biraz daha iyi görünüyor. Güneyimizde birikmeye başlamış olan buz kütlesinin bir kısmı dağılmış durumda. Hava öyle açık ve güzel ki, neredeyse kendimi Grönland’la Spitzbergen arasındaki sıcak su akıntılarından birinin üzerinde sanacağım. Geminin etrafında denizanası ve çok miktarda karides var, bu da “balık” görme ihtimalimizin oldukça yüksek olduğuna işaret ediyor. Hatta akşam yemeği sırasında bir tanesinin su püskürttüğünü gördük, ancak teknelerle takip edilemeyecek kadar uzaktaydı.

13 Eylül

Köprüde Yardımcı Kaptan Bay Milne ile ilginç bir konuşma yaptım. Anlaşılan, Kaptan benim için olduğu kadar, kendi tayfası ve hatta geminin sahibi için bile büyük bir gizem. Milne’nin bana anlattığına göre, yolculuk sona erip ödemeler yapıldıktan sonra Kaptan hemen ortadan kayboluyormuş ve bir sonraki sezon yaklaştığında, ofise gelip kendisine göre iş olup olmadığını sorana dek kimse onu bir daha görmüyormuş. Dundee’de hiçbir arkadaşı olmadığını söyledi, ayrıca geçmişi hakkında bir şey bilen de yok. Şimdiki yerini tamamen güvenilirliği, cesareti ve en zor durumlarda bile soğukkanlılığını koruyabilmesi sayesinde elde etmiş. Onun bir İskoç olmadığı ve gerçek adını kullanmadığı yönünde de söylentiler var. Bay Milne’e göre, Kaptan’ınkendisini balina avcılığına bu şekilde adamasının tek nedeni, ölüme en yakın işin bu olması. Zira Kaptan’ın yapabileceği en tehlikeli işi seçerek her fırsatta ölüme meydan okuduğunu düşünüyor. Hatta bununla ilgili -eğer gerçekse- fazlasıyla ilginç bir hikâyesi de var. Anlattığına göre, bir seferinde, balık sezonu açıldığında ortalarda görünmemiş ve onun yerine geçici bir kaptan seçilmiş. Bu, son Rus-Türk savaşının yapıldığı yılmış. Bir sonraki bahar geldiğinde Kaptan boynunun kenarında, kravatıyla saklamaya çalıştığı derin bir yara iziyle ortaya çıkmış. Yardımcı Kaptan’ın, bu yarayı savaşta edindiği hakkındaki iddiaları doğru mu bilmiyorum. Ancak tuhaf bir tesadüf olduğu kesin.

Rüzgâr doğudan esiyor, ancak hâlâ çok güçsüz. Buzullar, dün olduğundan daha yakınmış gibi görünüyor. Dört yanımız gözün alabildiğine uzanan ve sadece küçük tepeciklerin karaltılarıyla lekelenmiş uçsuz bucaksız bir beyazlıkla çevrili. Buradan tek çıkış umudumuz olan güneydeki ince, mavi çizgi gün geçtikçe daha da daralıyor. Kaptan’ın sorumluluğu fazlasıyla büyük! Duyduğuma göre, patates tankı boşalmış bile. Bisküviler de azalıyor. Ancak o hâlâ kararlı ifadesini koruyor. Günlerinin çoğunu gözcü kulesinde dürbünle ufku tarayarak geçiriyor. Ruh hâli çok değişken ve sanki benden özellikle kaçınıyor gibi. Ama yine de önceki akşam gördüğüm o şiddetli öfke patlamasını bir daha göstermedi.

19:30

Artık çıldırmış bir adam tarafından yönetildiğimizi düşünüyorum. Kaptan Craigie’nin aşırılıklarını başka türlü açıklamak mümkün değil. Bu günlüğü tuttuğum için şimdi seviniyorum, onu engellemek zorunda kalırsak, bu günlük aldığımız kararları doğrulayacaktır, ancak elbette ki bu başvurulacak en son çare. Tuhaf olansa, alışılmamış davranışlarının açıklaması olarak deliliği ortaya atanın kendisi olması. Bir saat kadar önce ben kıç güvertesinde dolaşırken, o da köprüde durmuş her zamanki gibi dürbünüyle ufku tarıyordu. Gözcüler düzenli olarak geç saatlere kadar nöbet tuttuğundan, adamların çoğu çay içip biraz dinlenmek için aşağıda toplanmıştı. Yürümekten yorulunca, küpeşteye dayanarak etrafımızı saran buzullar üzerinde batan güneşin sıcak yansımalarını izlemeye daldım. Beni hayallerimden uyandıran, dirseğimin yanında duyduğum hırıltılı bir ses oldu. Dönüp baktığımda, Kaptan Craigie’in yanıma gelmiş ayakta dikilmekte olduğunu gördüm. Yüzünde korku, şaşkınlık ve neredeyse sevinçle karıştırılabilecek pek çok duygu baskınlık mücadelesi veriyordu. Soğuğa rağmen alnında büyük ter damlaları birikmişti ve korkunç derecede heyecanlı görünüyordu. Tüm vücudu seğirmeye başlamıştı ve ağzının etrafındaki çizgiler beklentiyle gerilmişti.

“Bak,” diye soludu dirseğimi yakalayarak. Gözlerini dikkatle baktığı buzulların üzerinden ayırmamıştı ve kafasını sanki hareket eden bir şeyi izliyormuş gibi yavaşça çeviriyordu. “Bak! İşte orada, orada! Bak! Kar tepeciklerinin arasında. Şimdi uzaktakinin arkasından çıkıyor. Onu görüyor musun? Onu görüyor olmalısın! Hâlâ orada. Benden kaçıyor. Ah, Tanrı’m! Benden kaçıyor. Ve gitti!”

Son iki kelimeyi o kadar büyük bir kederle fısıldadı ki, bir daha asla bu sesi unutamayacağım. Küpeştenin parmaklıklarına tutunarak yukarı çıkmayı denedi, böylece izlediği şey her neyse, onu son bir kez görebilecekti. Ancak gücü bu denemesine yetmedi ve sendeleyerek kamaralardan gelen ışığın altında nefes nefese yere yuvarlandı. Rengi öylesine solgundu ki bir an bayılacağını sandım. Hiç vakit kaybetmeden onu aşağıya, kamaraya indirerek sofaya uzanmasına yardım ettim. Daha sonra da ona biraz brendi verdim. Bu brendi, bembeyaz yüzüne yine renk gelmesini ve titreyen vücudunun biraz sakinleşmesini sağladı. Dirseklerinin üzerinde doğrularak etrafına bakındı ve yalnız olduğumuzdan emin olduktan sonra beni yanına çağırdı.

Onun gibi bir adamın doğasına tamamen yabancı o kederli sesle, “Onu gördün, öyle değil mi?” diye sordu.

“Hiçbir şey görmedim,” diye yanıtladım.

Başı tekrar yastıkların üzerine düştü. “Elbette göremezdi, dürbün olmadan göremezdi,” diye mırıldandı kendi kendine. “Onu göremezdi. Benim görmemi sağlayan dürbündü. Ve aşkın gözleri. Aşkın gözleri… İçeri kimseyi alma, Doktor. Benim deli olduğumu sanacaklar. Sadece kapıyı kilitle. İçeri kimse girmesin.”

Ayağa kalkıp istediğini yaptım. Bir süre sessizce yattı. Derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Sonra dirsekleri üzerinde tekrar doğrularak benden biraz daha brendi istedi.

“Öyle olduğumu düşünmüyorsun, değil mi Doktor?” diye sordu ben şişeyi dolaba yerleştirirken. “Bana söyle. Erkek erkeğe, sen deli olduğumu düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

“Bence aklınızda bir düşünce var,” diye cevap verdim. “Bu düşünce sizi heyecanlandırıyor ve size zarar veriyor.”

“Çok haklısın, evlat!” diye haykırdı heyecanla, gözleri brendinin etkisiyle ışıldıyordu. “Aklımda pek çok düşünce var. Pek çok. Ama enlem ve boylamları hâlâ ölçebilir ve gerekli hesaplamaları hâlâ yapabilirim. Mahkemede benim deli olduğumu ispatlayamazsın, değil mi?” Doğrusu arkasına yaslanmış kendi akıl sağlığını böylesine soğukkanlılıkla tartışabiliyor olması garipti.

“Belki yapamam,” dedim. “Ama yine de bence bir an önce eve dönüp, daha sakin bir hayat yaşamaya başlamalısınız.”

“Eve dönmek, ha?” diye mırıldandı yüzünde alaylı bir gülümsemeyle. “Bu öğüdü kendine sakla, evlat. Küçük, güzel Flora ile sakin bir hayata başla… Kâbuslar deliliğin işareti midir?”

“Bazen.”

“Başka? Deliliğin ilk işareti ne olurdu?”

“Baş ağrıları, kulaklarda uğultu, gözlerinizin önünde parlamalar, sanrılar…”

“Ah! Onlara ne olmuş peki?” diye araya girdi. “Bir sanrıyı nasıl tanımlarsın?”

“Orada olmayan bir şeyi görmek sanrıdır.”

“Ama O oradaydı!” diye inledi. “ORADAYDI!” Böylece ayağa kalkıp kapıyı açarak, yavaş ve kararsız adımlarla bir sonraki sabaha kadar çıkmayacağını düşündüğüm kendi kamarasına gitti. Gördüğünü düşündüğü şey her ne ise, ona korkunç bir şok yaşatmış olmalıydı. Hâlâ gizemini koruyor olmasına rağmen, korkarım kendisinin de kabul ettiği gibi, artık mantıklı düşünemiyordu. Davranışlarının nedeninin suçluluk duygusu olduğunu sanmıyorum. Subayların ve tayfaların çoğu buna inansa da, ben bunu destekleyecek hiçbir şey görmedim. Suçluluk duyan bir adamdan çok, kötü kaderi yüzünden çok acı çekmiş biri gibi görünüyor; bir suçlu değil de asıl kurban oymuş gibi.

Rüzgâr bu gece güneyden esiyor. Eğer tek geçiş yolumuz olan o dar yol kapanırsa, oh, işte o zaman Tanrı yardımcımız olsun! Hapsolduğumuz kuzey kutup dairesinin ya da balina avcılarının deyimiyle “buz engeli”nin sınırındaki bu yerde, kuzeyden esen herhangi bir rüzgâr toplanan buzulları dağıtıp kaçışımıza izin verebilir, aynı zamanda da güneyden esecek rüzgâr arkamızdaki buzulları daha da sıkıştırarak, bizi iki buz kütlesi arasında bırakabilir. Kısacası, Tanrı yardımcımız olsun!

14 Eylül

Pazar günü. Nihayet bir tatil günü… Endişelerimde haklı olduğum ortaya çıktı. Bu arada güney yönündeki ince mavi şerit yok oldu. Artık etrafımızda hareketsiz beyazlıktan, buz kümelerinden ve buzulların muhteşem zirvelerinden başka hiçbir şey yoktu. Bu zirvelerin tepesinde ölümcül bir sessizlik hâkimdi. Dalgaların sesi, martıların çığlıkları ya da gerilmiş yelkenlerin hışırtısı da yoktu. Tayfaların mırıltıları ve geminin parlak güvertesi üzerindeki botlarının sesi, bu evrensel sessizliğin içinde kulağa alışılmadık ve yersiz geliyordu. Tek ziyaretçimiz bir kutup tilkisiydi. O da geminin yakınına gelmedi, belli bir mesafeden bizi inceledikten sonra buzun üzerinde hızla hareket ederek uzaklaştı. Bu da garipti aslında çünkü genellikle, daha önce insanla hiç karşılaşmadıklarından ve doğaları gereği oldukça meraklı olduklarından kolay yakalanmalarıyla tanınırlar.

İnanılmaz görünse de, bu önemsiz olay bile tayfalar arasındaki karamsar havanın artmasına neden oldu. “Bu küçük yaratık bile neler olduğunu anlayabiliyor. Evet ya, ne benim ne de sizin göremediğinizi görüyor o!” diye yorum yaptı zıpkıncılardan biri ve diğerleri de onaylar şekilde başlarını salladılar. Bu boş batıl inançlara dair onlarla tartışmak imkânsızdı. Geminin lanetli olduğuna kendilerini inandırmışlardı ve bunun aksini ispatlamaya çalışmak boşunaydı.

Kaptan, öğleden sonra yarım saatliğine kıç güvertesine çıkması dışında bütün gün boyunca kamarasında kaldı. Dışarı çıktığı bu sürede gözlerinin sürekli dünkü hayalin belirdiği noktada olduğunu gördüm. Her an yeni bir patlamaya hazır gibiydi, ancak hiçbir şey olmadı. Onun hemen yanında durmama rağmen beni fark etmedi bile. Başmühendis her zamanki gibi ilahiyi okudu. Balina avcılarının gemilerinde, ne subaylar ne de tayfalar arasında hiç Protestan olmamasına rağmen, her zaman Protestan kilisesinin bir kitabı olması ilginç. Adamlarımızın çoğunluğu Katolik, geri kalanlar ise Presbiteryen. Seremoni her iki taraf için de yabancı olduğundan, hiç kimse birinin diğerine üstün tutulduğundan şikâyet etmiyor, herkes büyük bir dikkatle okunan ilahileri dinliyor. Sanırım bu izlemek için mantıklı bir yol.

15 Eylül

Bugün Flora’nın doğum günü. Onun deyimi ile “erkeğini”, aklını yitirmiş bir kaptanın yönettiği, buz kütleleri arasına sıkışmış ve birkaç haftalık erzakı kalmış bu gemide onun bulunmaması ne kadar iyi. Hakkımızda haber alabilmek için her sabah “Scotsman” gazetesinin sevkiyat listesini incelediğinden eminim. Adamlara iyi örnek olabilmek için neşeli ve kaygısız görünmeliyim, fakat Tanrı biliyor ya, bazen kendimi fazlasıyla umutsuz hissediyorum.

Termometre bugün 19º F gösteriyor. Çok hafif bir rüzgâr var, o da istenmeyen yönden esiyor. Kaptan’ın keyfi yerinde, gece yeni bir hayal gördüğünü sanıyorum. Zavallı adam, sabah erkenden sessizce yanıma gelip, “Her şey yolunda, Doktor,” diye fısıldadı. “Bu, bir hayal değildi!” Kahvaltıdan sonra gemide ne kadar erzak kaldığını hesaplamamı istedi. İkinci Kaptan’la beraber bu görevi üstlendik. Sonuç beklediğimizden de kötüydü. Toplamda yarım tank bisküvi, üç varil tuzlu et ve çok az miktarda da kahve ve şekerimiz kalmış durumda. Dolaplarda konserve somon, kurutulmuş kuzu eti ve konserve çorba gibi lüks yiyeceklerden oldukça bol miktarda var, ancak elli kişilik bir mürettebat için bunlar uzun süre dayanmayacaktır. Depoda iki varil un ve herkese yetecek kadar da tütün var. Hepsi bu. Herkesin günlük payını yarıya indirsek bile, bunlar bizi en fazla yirmi gün idare edecektir. Daha fazlası mümkün değil. Bunu Kaptan’a bildirdiğimizde bizden herkesi kıç güvertesine toplamamızı istedi. Onu daha önce hiç bu kadar iyi durumda görmemiştim. Uzun, düzgün yapılı fiziği ve esmer, ciddi yüzüyle emirler vermek için doğmuş bir adamın bütün özelliklerini taşıyordu. Adamlarına hitap ederken denizcilere özgü bir dille, tüm tehlikelerin farkında olduğunun ve bunu takdir ettiğinin ancak herhangi bir kaçışa da asla göz yummayacağının işaretini vererek konuştu.