banner banner banner
Vampir Öyküleri
Vampir Öyküleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vampir Öyküleri


Tüm diğer yazarlar gibi, Doyle da hikâyelerinde kendi deneyimlerinden yararlanır. İlk deniz macerası, birkaç ay boyunca geminin cerrahı olarak görev yaptığı balina avcısı The Hope ile yaptığı yolculuktan esinlenilmişti. Kutup Yıldızı buzullar arasında sıkışıp kaldıktan sonra, gemide görev yapmakta olan genç tıp öğrencisi John M’Alister Ray, kaptanları Nicholas Craigie’nin uzun zaman önce kaybettiği büyük aşkının kılığına bürünmüş bir hayalet tarafından gemiden nasıl uzaklaştırıldığını anlatır. Mürettebat, kaptanı kurtarmaya çalışır ancak ona ulaşamadan çok önce donarak hayatını kaybeder. Vampirlerin hepsi kan içmezler. Pek çoğu insanın yaşaması için gereken diğer şeylerle beslenirler. Craigie’in ölümüne neden olan bir hayalet olabileceği gibi, batılı örneklerinin aksine insanın vücut sıcaklığını emen bir Eskimo Vampir de olabilir. (Her iki durumda da John M’Alister Ray, Dr.John H. Watson’ın ilk kez vücut bulmuş hâli olarak yorumlanabilir.)

Doyle, 1890’da yayınladığı ilk derlemesine bu hikâyenin adını vermiştir: “Kutup Yıldızı”nın Kaptanı’.

JOHN BARRINGTON COWLES

BÖLÜM BİR

Zavallı arkadaşım John Barrington Cowles’ın ölümünü doğaüstü bazı olaylara yüklemek kabalık gibi görünebilir. Böyle bir sonuca varmadan önce güçlü kanıtların ortaya konması gerektiğinin de farkındayım.

Bu yüzden, böylesine üzücü bir sonuca neden olan tüm olayları mümkün olduğunca açık ve kesin bir şekilde açıklamaya çalışacağım ve kararı okuyucuya bırakacağım. Belki benim için hâlâ karanlıkta olan bazı noktalara ışık tutacak birileri çıkabilir.

Barrington Cowles’la tıp dersleri almak için gittiğim Edinburgh Üniversitesi’nde tanıştım. Northumberland Sokağı’ndaki ev sahibem, çocukları olmayan dul bir kadındı ve geçimini oldukça büyük olan evinin bazı odalarını öğrencilere kiralayarak sağlıyordu.

Barrington Cowles da aynı evde, benim bulunduğum katta bir oda kiralamıştı ve yemek yediğimiz küçük oturma odasını onunla paylaşıyorduk. Böylece, onunla öldüğü güne dek gölgelenmeden devam edecek sıkı bir arkadaşlık kurduk.

Cowles’ın babası muhafız alayı albayıydı ve yıllarca Hindistan’da görev yapmıştı. Oğluna dolgun bir harçlık vermesinin haricinde nadiren bir ebeveynin ilgisini ve şefkatini gösteriyordu; arasıra kısa mektuplar yazması hariç.

Kendisi de Hindistan’da doğmuş olan arkadaşım bu ilgisizlik yüzünden fazlasıyla incinmiş durumdaydı, annesini de kaybettiği için bu boşluğu dolduracak başka kimsesi de yoktu. Bu yüzden, bütün ilgisini benim üzerimde yoğunlaştırdı ve erkekler arasında sık rastlanmayan bir şekilde bana bağlandı. Hatta çok daha güçlü ve derin bir tutkuyla dolduğunda bile aramızdaki bu bağın etkilenmesine izin vermedi. Cowles uzun boylu, ince yapılı, esmer tenliydi ve koyu renkli gözlerinde duyarlı bir bakış vardı. Bir kadının dikkatini onun kadar çok çekecek pek fazla adam tanımadım. İfadesi genelde dalgın, hatta cansız olmasına rağmen, ilgisini çekecek bir konu açılacak olursa, birdenbire heyecanlanıyor ve hareketleri canlanıyordu. Böyle anlarda yüzü renkleniyor, gözleri parıldamaya başlıyordu. Bir şeyler anlatırken kendisini dinleyenleri de beraberinde sürükleyebilecek kadar iyi bir konuşmacıydı.

Doğuştan sahip olduğu tüm bu avantajlara rağmen, oldukça yalnız bir hayatı vardı, kadınlardan özellikle uzak duruyor ve tüm zamanını okumaya veriyordu. Kendi senesinin en başarılı isimlerinden biri olarak, anatomide üst düzey başarı ve fizikte Neil Arnott Ödülleri’ni almıştı.

O kızı ilk gördüğümüz anı öyle iyi hatırlıyorum ki! Tekrar tekrar o günü düşünüp, onu ilk gördüğümde bende uyandırdığı tam etkiyi bulmaya çalışıyorum. Onu tanıdıktan sonra bütün fikirlerim değişti, bu yüzden tarafsız olarak içgüdülerimin onun hakkında ne söylediğini merak ediyorum. Ancak daha sonradan içimde uyanan önyargıları göz ardı etmek oldukça güç.

1879 baharında İskoç Kraliyet Akademisi’nin açılışıydı. Zavallı arkadaşım sanata aşırı derecede düşkündü, güzel bir nota veya tuvaller üzerindeki nazik fırça darbeleri ona büyük bir zevk veriyordu. Resim sergisini dolaşmak için açılışa gitmiştik ve büyük salonda ayakta duruyorduk; tam bu sırada, odanın diğer ucunda duran son derece güzel bir kadını fark ettim. Bütün hayatım boyunca bu kadar etkileyici bir güzellik görmemiştim. Yunan heykellerinin güzelliğine sahipti; geniş bir alın ve mermer kadar pürüzsüz bir ten, yüzünü çevreleyen ipeksi bukleler, düzgün, zarif bir burun, ince ve belirgin dudaklar, yuvarlak ve yumuşak hatlı, buna rağmen güçlü bir karaktere işaret eden ince bir çene. Ve o gözler. O muhteşem gözler! Değişken ifadeleri hakkında biraz olsun fikir verebilecek olsaydım keşke. Bazen çelik gibi sert, ama aynı zamanda kadınsı bir şefkatle parıldayan, hükmetme gücüyle dolu, ancak bu yoğun gücün birdenbire kadınsı bir zayıflığın içinde eriyip kaybolduğu o muhteşem gözler. Ama bunları daha sonra öğrenecektim.

Genç bayanın yanında uzun boylu, sarışın biri vardı. Onun bir hukuk öğrencisi olduğunu hatırladım, kendisiyle uzaktan bir tanışıklığımız vardı. Archibald Reeves -adı buydu- dikkat çekici, yakışıklı bir adamdı ve bildiğim kadarıyla üniversitedeki her türlü çılgınlığın elebaşı sayılırdı. Onun hakkında son zamanlarda pek fazla şey duymamıştım, tek bildiğim nişanlandığı ve evlenmek üzere olduğuydu. O hâlde, diye düşündüm, yanındaki nişanlısı olmalıydı. Salonun ortasındaki kadife kanepeye oturarak, kataloğumun arkasından gizlice genç çifti izledim.

Ona baktıkça güzelliği beni daha da fazla etkiledi. Boyu biraz kısa olmasına rağmen, güzelliği ve duruşu öylesine kusursuzdu ki onun ortalamadan daha kısa olduğunu düşünmek için ancak başka biriyle kıyaslamanız gerekiyordu. Ben onları izlerken, Reeves başka birilerinin yanına çağrıldı ve nişanlısı yalnız kaldı. Kız, sırtını resimlere dönerek zaman geçirmek için etrafı izlemeye başladı, bu sırada onun güzelliğinden ve zarafetinden etkilenmiş bir düzine meraklı gözün kendisini izlediğini de görmezden geliyordu. Bir eli resimlerin önüne gerilmiş kırmızı ipek kordonda, kendinden emin bir ifadeyle çevresindeki yüzleri tek tek inceliyor, fakat sanki baktıkları duvarlardaki cansız tablolarmış gibi hiçbirine dikkat etmiyordu. Aniden bakışları bir yerde odaklandı ve yoğunlaştı. Böylesine güçlü bir şekilde dikkatini çeken şeyi merak ederek bakışlarını izledim.

John Barrington Cowles asalet ve gökyüzüne dair -sanırım Noel Paton’un bir tablosuydu- bir tablonun önünde duruyordu. Onu daha önce hiç bu kadar etkileyici görmemiştim. Daha önce yakışıklı biri olduğunu söylemiştim, ancak o anda olağanüstü görünüyordu. O anda nerede olduğunu unuttuğu ve kendini tamamen incelediği resmin güzelliğine kaptırdığı belliydi. Gözleri ışıldıyordu ve esmer yanakları hafifçe pembeleşmişti. Kız büyük bir dikkatle ona bakmayı sürdürdü. Ta ki arkadaşım daldığı düşüncelerden uyanıp aniden başını çevirene dek, böylece bakışları karşılaştı. Kız hemen bakışlarını çevirdi ama Barrington bir süre daha ona bakmayı sürdürdü. Tabloyu unutmuştu bile ve ruhu bir kez daha yere inmişti.

Gece boyunca birkaç kez daha onu gördük ve arkadaşımın gözlerinin özellikle onu aradığını fark ettim. Ancak oradan ayrılıp Princess Sokağı boyunca kol kola yürümeye başlayana dek; kız hakkında hiçbir yorum yapmadı.

“Siyah elbiseli, beyaz kürklü o güzel kadını sen de fark ettin mi?”

“Evet, fark ettim.”

“Onu tanıyor musun?” diye sordu merakla. “Kim olduğu hakkında bir fikrin var mı?”

“Onu şahsen tanımıyorum ama onun hakkında her şeyi öğrenebileceğimi sanıyorum,” dedim. “Nişanlısı Archie Reeves ile pek çok ortak arkadaşımız var.”

“Nişanlısı!” diye haykırdı Cowles.

“Ne oldu, dostum,” diye güldüm. “Daha önce bir kez bile konuşmadığın bu kızın nişanlı olmasına üzülecek kadar duyarlı olduğunu söyleme sakın bana!”

Kendini zorlayarak o da güldü; “Şey… Tam olarak üzdüğü söylenemez. Ama itiraf etmeliyim ki hayatımda hiç kimse beni bu kadar çok etkilemedi. Sadece yüzünün güzelliği değil -kaldı ki bu da başlı başına yeterli bir sebep aslında- aynı zamanda bu yüzün karakteri ve taşıdığı zekâ pırıltıları da. Umarım, eğer gerçekten nişanlıysa, onu hak edecek biriyle nişanlıdır.

“Bu kadar içten konuştuğuna bakılacak olursa,” diye belirttim, “Bu ilk görüşte aşk olmalı, Jack. Eğer seni rahatlatacaksa, onu tanıyan biriyle karşılaştığımda senin için birkaç soru sorabilirim.”

Barrington Cowles bana teşekkür etti ve sonra sohbetimiz başka konularda devam etti. Sonraki birkaç gün boyunca ikimiz de bu konudan bahsetmedik, ama arkadaşım her zamankinden biraz daha dalgın ve düşünceli görünüyordu. Bir gün üniversitenin merdivenlerinde ikinci dereceden kuzenim, genç Brodie’ye rastladığımda olayı neredeyse unutmuştum. Brodie’nin yüzünde yeni haberler getirdiğine dair bir ifade vardı.

“Reeves’i tanıyorsun, değil mi?” diye başladı söze.

“Evet. Ne olmuş ona?”

“Nişanı iptal edilmiş!”

“İptal mi?” diye haykırdım. “Daha geçen gün nişanlandığını duymuştum.”

“Oh, evet, ama şimdi tamamen bitti. Bana kardeşi söyledi. Eğer kendisi bundan vazgeçtiyse, gerçekten de iki yüzlülük etmiş çünkü nişanlısı çok tatlı bir kızdı.”

“Onu görmüştüm,” dedim. “Ama adını bilmiyorum.”

“Adı Bayan Northcott. Yaşlı teyzesiyle beraber Abercrombie’de oturuyor. Kimse, akrabalarının kim olduğu ya da nereden geldiği hakkında bir şey bilmiyor. Ama dünyadaki en talihsiz kız olduğu kesin, zavallı şey.”

“Neden?”

“Şey, bu onun ikinci nişanı,” diye anlatmaya başladı Brodie. Herkes hakkında her şeyi bilmekle övünürdü. “Daha önce Prescottile, ölen William Prescott ile nişanlıydı. Çok üzücü bir hikâye! Düğün tarihi bile belirlenmişti ve birden ölüm haberi gelince bu tam bir şok yarattı.”

“Şok mu?” diye sordum, olayı biraz hatırlar gibi olmuştum.

“Evet, Prescott’ın ölümü. Bir gece, Abercrombie’ye onları ziyarete gelmiş ve geç saatlere kadar kalmış. Kimse tam olarak ne zaman oradan ayrıldığını bilmiyor, ancak gece saat bir gibi, onu tanıyan bir arkadaşı hızla Queen’s Parkı’na doğru giderken görmüş kendisini. Ona selam vermiş fakat Prescott onu görmezlikten gelerek yoluna devam etmiş. Son kez, canlı olarak o zaman görülmüş. Bundan üç gün sonra, cesedi St. Anthony Kilisesi’nin aşağısındaki St. Margaret Gölü’nde yüzerken bulunmuş. Kimse tam olarak neler olduğunu bilmese de, son karar geçici delilik olduğu yönündeydi.”

“Çok garip,” diye fikrimi belirttim.

“Evet, üstelik zavallı kız için de son derece korkunç,” dedi Brodie.“Şimdi de bu. Kız gerçekten yıkılmış olmalı. Oysa ne kadar nazik ve duyarlı biri…”

“Onu tanıyorsun, o hâlde?” diye sordum.

“Oh, evet, tanıyorum. Onunla birkaç kez karşılaştım. Seni de onunla tanıştırabilirim.”

“Şey, bu kendim için istediğim bir şey değil. Daha çok bir arkadaşım adına. Ama bu olayın ardından hemen dışarı çıkacağını sanmıyorum. Bir süre sonra teklifini memnuniyetle kabul edebilirim.”

El sıkıştık ve bundan sonra uzunca bir süre konu hakkında düşünmedim.

***

Bayan Northcott ile ilgili anlatacağım bir sonraki olay pek hoş olmamasına rağmen, onunla ilgili her şeyi açıkça ortaya koymak için bunu yapmak zorundayım. Bu anlatacaklarım ileride yaşanacaklara ışık tutacağı için, mümkün olduğunca açık ve ayrıntılı olmaya çalışacağım. Kuzenimle yaptığımız bu konuşmadan birkaç ay sonra, soğuk bir gecede, katıldığım bir toplantıdan eve dönerken, şehrin en ücra sokaklarından birinden geçiyordum. Saat oldukça geç olmuştu ve ben meyhanelerden birinin kapısı önünde toplanmış birkaç ayyaşın arasından geçmeye çalışıyordum. Bu arada biri aralarından fırlayarak önüme çıktı ve sarhoş bakışlarla elini bana uzattı. Gaz lambasının ışığında yüzü tamamen aydınlandığında, büyük bir şaşkınlıkla karşımda duran bu adamın, bir zamanlar okulun en şık giyinen ve en popüler gençlerinden biri olan Archibald Reeves olduğunu fark ettim. Hayrete düşmüş olsam da, bu yüzü tanımamak mümkün değildi. Şimdi alkolün etkisiyle şişmiş olsa da, hâlâ eski etkileyici hatları görmek mümkündü. Sadece bir geceliğine de olsa onu kurtarmaya karar verdim.

“Merhaba, Reeves!” dedim. “Hadi benimle gel, sizin tarafa doğru gidiyorum.”

Durumuyla ilgili tutarsız bir şeyler mırıldanarak benden özür diledi ve koluma girdi. Beraber kaldığı yere doğru yürürken durumunun sadece bir gecelik sarhoşluktan ibaret olmadığını fark ettim. Uzun süredir devam eden bu aşırılık hem sinirlerini hem de aklını etkilemeye başlamıştı. Elleri kuru ve sıcaktı ve kaldırıma düşen her gölgeden irkilerek korkar olmuştu. Konuşurken kendi kendine sayıklıyordu, bu sayıklamalar bir sarhoşunkinden çok, aklını yitirmek üzere olan bir adamın anlamsız sayıklamalarıydı.

Onu evine götürdüğümde giysilerinin bir kısmını çıkarmasına yardım ettim ve onu yatağına yatırdım. Nabzı oldukça hızlı atıyordu ve ateşi çıkmış gibiydi. Kendinden geçmiş görünüyordu; bu yüzden odadan çıkıp ev sahibesiyle konuşmaya, ona göz kulak olmasını istemeye karar verdim. Aniden doğrularak, beni kolumdan yakaladı.

“Gitme,” diye sızlandı. “Burada olduğun zaman kendimi güvende hissediyorum. Sen buradayken O’ndan korkmuyorum.”

“O’ndan mı?” dedim. “Kimden?”