Книга Piramit ve Diğer Wallander Maceraları - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 7
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Piramit ve Diğer Wallander Maceraları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Piramit ve Diğer Wallander Maceraları

“Şimdilik içkiye dokunmayacağım,” dedi. “Ama birkaç hafta sonra başlayacağım.”

Wallander, Jespersen’in denizcilik yıllarından kalma hikâyelerini dinlerken yemeğini yedi. Sekiz buçuktan kısa bir süre önce ayrılmaya hazırdılar.

Wallander, Jespersen’in hesabı kendisine bırakacağını tahmin ettiği için parasının yetmeyeceğinden endişelendi. Ama parası hesabı ödemeye yetti.

Restoranın dışında vedalaştılar.

“Bunu araştıracağım,” dedi Jespersen. “Seninle iletişime geçerim.”

Wallander feribotlara doğru yürüyüp sıraya girdi. Saat tam dokuzda yola çıktılar. Wallander gözlerini kapadı ve neredeyse ânında uyuyakaldı.

Etrafındaki her şeyin çok sessizleştiği gerçeğiyle uyandı. Deniz otobüsünün motorlarının kükremesi durmuştu. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Danimarka ve İsveç arasında yarı yoldaydılar. Ardından deniz otobüsünün hoparlör sisteminden kaptanın anonsu geldi. Deniz otobüsünün motoru bozulmuştu ve Kopenhag’a geri çekilmesi gerekiyordu. Wallander yerinden fırlayıp kamarotlardan birine gemide telefon olup olmadığını sordu. Olumsuz cevap aldı.

“Kopenhag’a ne zaman varacağız?” diye sordu.

“Maalesef birkaç saat sürecek. Ancak bu arada sandviç ve içecek vereceğiz.”

“Sandviç istemiyorum,” dedi Wallander. “Telefon istiyorum.”

Ama ona yardım edebilecek kimse yoktu. Yanındaki yolcu tersleyerek, acil durumundayken geminin telsizinin kişisel aramalar için kullanılamayacağını söyledi.

Wallander tekrar yerine oturdu.

Deniz otobüsü bozuldu, bana inanmayacak, diye düşündü. Bu onun için bardağı taşıran son damla olacak. O zaman ilişkimiz de temelli bozulacak.

* * *

Wallander gece iki buçukta Malmö’ye ulaştı. Ancak gece yarısından sonra Kopenhag’a varmışlardı. O saatten sonra Mona’yı arama düşüncesinden çoktan vazgeçmişti. Malmö’ye ulaştığında sağanak vardı. Taksiye binmek için yeterli parası olmadığından Rosengård’a kadar tüm yolu yürümek zorunda kaldı. Kapıdan içeri adımını atar atmaz birden kendini çok kötü hissetti. Kustuktan sonra ateşi çıktı.

Ah şu midyeler, diye düşündü. Sakın kimse bana şimdi gerçekten midemi üşüttüğümü söylemesin.

Wallander gecenin geri kalanını yatak odasıyla banyo arasında mekik dokuyarak geçirdi. Aslında hastalığını atlattığını söylemek için emniyeti aramamıştı. Bu nedenle hâlâ hastalık iznindeydi. Şafak vakti nihayet birkaç saat uyumayı başardı. Ama dokuzda tekrar tuvalete koşmaya başladı. Tuvaletteyken ve kusarken Mona’yı arama düşüncesi aklından çıkmıştı. En iyi ihtimalle ona bir şey olduğunu, hasta olduğunu anlayacaktı. Ama telefon çalmadı. Bütün gün kimse ona ulaşmaya çalışmadı.

O akşam geç saatlerde kendini biraz daha iyi hissetmeye başladı ama o kadar hâlsizdi ki bir fincan çaydan başka bir şey yapmayı başaramadı. Tekrar uykuya dalmadan önce Jespersen’in ne durumda olduğunu merak etti. Midye yemeyi önerdiği için onun da hasta olmasını umdu.

Ertesi sabah haşlanmış yumurta yemeye çalıştı. Ama bu sadece tekrar tuvalete koşturmak zorunda kalmasına neden oldu. Günün geri kalanını yatakta geçirdi. Midesinin yavaş yavaş normale dönmeye başladığını hissediyordu.

Saat beşten biraz önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.

“Seni arıyordum,” dedi.

“Yatıyorum, hastayım,” dedi Wallander.

“Mide üşütmesi mi?”

“Daha doğrusu midye.”

“Ah tabii, aklı başında kimse midye yemez?”

“Yedim, maalesef ve şimdi de bedelini ödüyorum.”

Hemberg konuyu değiştirdi.

“Jörne’nin işinin bittiğini söylemek için aradım,” dedi. “Düşündüğümüz gibi değilmiş. Hålén, Alexandra Batista boğulmadan önce kendini öldürmüş. Bu, başka bir deyişle, soruşturmayı başka bir yöne çevirmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bilinmeyen bir suçlu var.”

“Belki sadece tesadüftür,” dedi Wallander.

“Batista’nın ölmesi ve Hålén’in kendini vurması mı? Midesinde değerli taşlarla mı? Başka birini buna ikna etmeye çalışabilirsin tabii ama eksik olan, bağlantı sadece. Daha anlaşılır olması için, iki kişilik bir dramanın birdenbire üçlüye dönüştüğünü söyleyebiliriz.”

Wallander, Hemberg’e Hålén’in isim değişikliğini anlatmak istedi ancak bir anda kusacağını hissedip izin isteyerek telefonu kapatmak istedi.

“Yarın kendini daha iyi hissedersen, bana uğrarsın,” dedi Hem-berg. “Çok sıvı tüket. İşe yarayan tek şey sıvı, unutma.”

Alelacele konuşmayı bitirip banyoya bir kez daha gittikten sonra Wallander yatağına döndü. O akşamı ve geceyi kimsesizler diyarında uyku, uyanıklık ve yarı uyku arasında bir yerde geçirdi. Midesi şimdi sakinleşmişti ama hâlâ çok yorgundu. Rüyasında Mona’yı görmüştü. Hemberg’in söylediklerini düşündü ama yataktan çıkacak enerjisi yoktu, ciddi ciddi düşünecek gücü kendinde bulamıyordu.

Sabah kendini daha iyi hissetti. Birkaç ekmek kızartıp bir fincan kahve yaptı. Midesi iyiydi. Kötü kokmaya başlayan dairesini havalandırdı. Yağmur bulutları gitmiş, hava ısınmıştı. Öğle arasında Wallander kuaförü aradı. Cevap veren yine Karin oldu.

“Mona’ya onu bu gece arayacağımı söyler misin?” dedi. “Hastaydım.”

“Haber veririm.”

Wallander, sesinde alaycılık olup olmadığına karar veremedi. Mona’nın kişisel hayatı hakkında pek konuştuğunu düşünmüyordu. En azından konuşmadığını umuyordu.

Wallander saat bire doğru emniyete gitmek için hazırlandı ama emin olmak için arayıp Hemberg’in yerinde olup olmadığını sordu. Onu yakalamaya ya da en azından nerede olabileceğine dair bilgi almaya yönelik birkaç başarısız girişimin ardından vazgeçti. Alışverişe gitmeye ve öğleden sonranın geri kalanında Mona’yla kolay olmayacak konuşmaya hazırlanmaya karar verdi.

Akşam yemeği için çorba yaptı. Sonra kanepeye uzanıp televizyon izledi. Yediyi biraz geçe kapı çaldı. Mona bir şeylerin ters gittiğini anlayıp gelmiştir, diye düşündü.

Ama kapıyı açtığında, Jespersen karşısında duruyordu.

“Sen ve lanet midyelerin,” dedi Wallander öfkeyle. “İki gündür hastayım.”

Jespersen ona merakla baktı.

“Bende bir şey yok,” dedi. “Midyelerde bir sorun olmadığına eminim.”

Wallander, akşam yemeği hakkında konuşmaya devam etmenin anlamsız olduğuna karar verdi. Jespersen’i içeri aldı. Mutfakta oturdular.

“Burada tuhaf bir şey kokuyor.”

“Neredeyse kırk saatini tuvalette geçirdiğinde böyle olabiliyor.”

Jespersen başını salladı.

“Başka bir şey olmalı,” dedi. “Anne-Birte’nin midyeleri değil.”

“Buraya geldiğine göre,” dedi Wallander. “Bana söyleyeceğin bir şey var demektir.”

“Biraz kahve iyi olurdu,” dedi Jespersen.

“Çıkıyordum, üzgünüm. Her neyse, geleceğini bilmiyordum.”

Jespersen başını salladı. Alınmamıştı.

“Midyeler kesinlikle karın ağrısı yapabilir ama bence seni endişelendiren başka bir şey var.”

Wallander şaşırmıştı. Jespersen onun içini görmüştü, acının tam merkezinde Mona vardı.

“Haklı olabilirsin,” dedi. “Ama konuşmak istediğim bir şey değil.”

Jespersen ellerini kaldırıp teslim oldu.

“Buraya kadar geldiğine göre bana söyleyeceğin bir şeyler olmalı,” diye tekrarladı Wallander.

“Başkanınız Bay Palme’ye ne kadar saygı duyduğumu daha önce söylemiş miydim?”

“Başkan değil, daha başbakan bile olmadı. Ama onca yolu bunu söylemek için gelmedin sanırım.”

“Yine de öyle söyleyebiliriz,” diye ısrar etti Jespersen. “Ama beni buraya başka sebeplerin getirdiği konusunda haklısın. Kopenhag’da yaşıyorsan, yalnızca bir ayak işi seni Malmö’ye getirir. Umarım ne demek istediğimi anlıyorsundur.”

Wallander sabırsızca başını salladı. Jespersen lafı çok uzatan biriydi. Denizcilik hikâyelerini anlattığı zamanlar hariç tabii, o konuda ustaydı.

“Kopenhag’daki bazı arkadaşlarla konuştum,” dedi Jespersen. “Oradan bir şey çıkaramadım. Sonra Malmö’ye geldim ve işler daha iyi gitti. Bin yıl boyunca yedi denizi dolaşan yaşlı bir elektrikçiyle konuştum. Adı Ljungström. Kaldığı yeri unutmuş olmam dışında, bugünlerde bir huzurevinde yaşıyor. İki ayağının üzerinde zar zor duruyordu. Ama hafızası net.”

“Ne dedi?”

“Hiçbir şey. Ama Frihamnen’de bir adamla biraz sohbet etmemi önerdi. Onu bulup Hansson ve Hålén’i sorduğumda, ‘Bu ikisi oldukça popüler,’ dedi.”

“Bununla ne demek istedi?”

“Sen ne düşünüyorsun? Sen bir polissin ve sıradan insanların anlamadıklarını anlayabilmen gerekir.”

“Tam olarak ne dedi?”

“Bu ikisi oldukça popüler.”

Wallander anlamıştı.

“Bana göre bu isimler ya da kendisi hakkında soru soran başka biri daha olmuş.”

“Evet.”

“Kim?”

“Adını bilmiyordu. Ama biraz dengesiz görünen bir adam olduğunu iddia etti. Bunu nasıl çevirebilirim ki? Tıraşsız ve kötü giyinmiş. Ve sarhoş.”

“Ne zaman olmuş?”

“Yaklaşık bir ay önce.”

Wallander, Hålén’in fazladan kilidi taktırdığı sıralarda, diye düşündü.

“Adamın adını bilmiyor muydu? Frihamnen’deki bu adamla kendim konuşabilir miyim? Bir adı olmalı?”

“Bir polisle konuşmak istemiyor.”

“Neden?”

Jespersen omuz silkti.

“Limanda işlerin nasıl olabileceğini biliyorsun. Patlatılan alkol kasaları, kaybolan kahve torbaları…”

Wallander böyle şeyler duymuştu.

“Ama etrafa sormaya devam ettim,” dedi Jespersen. “Yanılmıyorsam, şehrin ortasında adını unuttuğum o parkta bir iki şişe içkiyi paylaşmak için bir araya gelen biraz dökük insanlar olduğunu düşünüyorum. P ile başlayan bir şey miydi?”

“Pildamms Park?”

“Evet, orası. Hålén’i ya da Hansson’u soran adamın bir göz kapağı sarkık.”

“Hangi gözü?”

“Onu bulunca anlamanın zor olacağını sanmıyorum.”

“Yaklaşık bir ay önce Hålén veya Hansson’u mu sormuş? Ve Pildamms Park’ta mı takılıyor?”

“Geri dönmeden önce onu arayabiliriz diye düşündüm,” dedi Jespersen. “Belki yolda bir kahve alacak bir yer de buluruz?”

Wallander saatine baktı, yedi buçuktu.

“Bu gece yapamam. Meşgulüm.”

“O zaman Kopenhag’a dönüyorum. Anne-Birte’yle midyeleri hakkında konuşacağım.”

“Başka bir şeyden olabilir,” dedi Wallander.

“Sadece ne olduğunu Anne-Birte’ye söyleyeceğim.”

Salona geçmişlerdi.

“Geldiğin için teşekkürler,” dedi Wallander. “Ve yardımın için de.”

“Ben teşekkür ederim,” dedi Jespersen. “Sen orada olmasaydın, adamlar kavga etmeye başladığı zaman başıma bela ve para cezasından başka bir şey gelmezdi.”

“Görüşürüz,” dedi Wallander. “Ama bir dahaki sefere midye yok.”

“Artık midye yok,” deyip gitti Jespersen.

Wallander mutfağa gidip az önce duyduğu her şeyi yazdı. Birisi Hålén veya Hansson’u soruyordu. Bu yaklaşık bir ay önce olmuştu. Hålén’in fazladan bir kilit taktırdığı sıralarda. Hålén’i arayan adamın bir göz kapağı sarkıktı. Öyle ya da böyle serseri gibi görünüyordu ve muhtemelen Pildamms Park’ta takılıyordu.

Wallander kalemi bıraktı. Bunu Hemberg’le de konuşacağım, diye geçirdi içinden. Şimdi elde doğru düzgün bir ipucu vardı.

Sonra Wallander, Jespersen’den, çevresinde Alexandra Batista adında bir kadını duyan biri olup olmadığını sorması gerektiğini de düşündü.

Özensiz davrandığı için rahatsız oldu. İyi düşünemedim, dedi kendi kendine. Saçma sapan hatalar yapıyorum.

Saat sekize çeyrek vardı. Wallander dairede bir oraya bir buraya yürüyordu. Gergindi ama midesi şimdi iyi durumdaydı. Löderup’taki babasını yeni telefon numarasından aramayı düşündü ama muhtemelen tartışmaya başlayacaklardı. Mona’yla uğraşmak yeterliydi. Vakit geçirmek için evin etrafında yürüyüşe çıktı. Yaz gelmişti, akşam vakti hava sıcaktı. Planladıkları Skagen gezisine ne olacağını merak etti.

Sekiz buçukta dairesine döndü. Saatini önüne koyup mutfak masasına oturdu. Çocuk gibi davranıyorum, diye düşündü. Ama şimdi daha farklı ne yapacağımı bilmiyorum.

Saat dokuzda Mona’yı aradı. Hemen cevap verdi. “Sen telefonu kapatmadan önce açıklamak istediğim şeyler var,” diye başladı Wallander.

“Telefonu kapatacağımı nereden çıkardın?”

Bu cevap onu hazırlıksız yakalamıştı. Kendini ne söyleyeceğine iyi hazırlamıştı. Sözü Mona devraldı.

“Aslında bir açıklaman olduğuna inanıyorum,” dedi. “Ama şu anda bu beni ilgilendirmiyor. Bence buluşup yüz yüze konuşmalıyız.”

“Şimdi mi?”

“Bu akşam olmaz. Ama yarın. Müsait misin?”

“Tamam, olur.”

“O zaman senin yanına geleceğim ama saat dokuza kadar gelemem. Annemin doğum günü, uğrayacağıma söz verdim.”

“Akşam yemeği hazırlayabilirim.”

“Gerek yok.”

Wallander hazırladığı açıklamalara yeniden başladı. Ama Mona sözünü kesti.

“Yarın konuşalım. Şimdi telefonda değil.”

Konuşma bir dakikadan daha kısa sürede bitmişti. Wallander’in beklediği gibi olmamıştı. Ardından burnuna kötü kokular gelse de hayal etmeye bile cesaret edemediği bir konuşma olmuştu.

Akşamın geri kalanını evde geçirme düşüncesi onu huzursuz etmişti. Henüz dokuzu çeyrek geçiyordu. Pildamms Park’ta yürüyüşe çıkmamı hiçbir şey engelleyemez, diye düşündü. Belki göz kapağı sarkmış bir adamla bile karşılaşabilirim.

Wallander kitaplığındaki bir kitabın sayfaları arasına sıkıştırdığı toplam yüz kronu çıkardı. Paraları cebine koydu, paltosunu aldı ve çıktı. Rüzgâr yoktu, hava hâlâ sıcaktı. Otobüs durağına yürürken bir operadan melodi mırıldandı, Rigoletto. Otobüsün geldiğini görüp koşmaya başladı.

Pildamms Park’a vardığında bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünmeye başladı. Büyük bir parktı. Ayrıca bir cinayet şüphelisini arıyordu aslında. Kendi başlarına hareket eden polislere yönelik uyarıları hatırladı. Ama yürüyebilirim, diye düşündü. Üniformam yok, kimse polis olduğumu bilmiyor. Ben sadece görünmez köpeğini gezdiren bekâr bir adamım.

Wallander parktaki patikalardan birinde yürümeye başladı. Bir grup genç, bir ağacın altında oturuyordu. Biri gitar çalıyordu. Wallander birkaç şişe şarap gördü. Şu anda kaç tane yasayı çiğnediklerini merak etti. Lohman olsaydı kesinlikle çabucak harekete geçerdi. Ama Wallander öylece geçip gitti. Birkaç yıl önce kendisi de ağacın altında oturan insanlardan biriydi. Ama şimdi bir polisti ve halka açık yerlerde şarap içen kişileri gözaltına almalıydı. Bu düşünceyle başını salladı. Ağır ceza soruşturmalarında çalışmaya başlayana kadar zor da olsa bekleyecekti. Bunun için polis olmamıştı. Yazın akşam sıcağında gitar çalıp şarap içen gençleri yakalamak için değil. Gerçekten büyük suçluları yakalamaktı amacı. Şiddet içeren suçlar veya büyük çaplı hırsızlık ya da uyuşturucu kaçakçılığı yapanlarla mücadele edecekti.

Parkın içine doğru yürüdü. Uzaktan trafiğin uğultusu geliyordu. Birbirine sımsıkı sarılmış iki genç yürüyordu. Wallander, Mona’yı düşündü. Muhtemelen işe yarayacaktı. Yakında Skagen’e gideceklerdi ve bir daha asla randevularına geç kalmayacaktı.

Wallander durdu. Birkaç kişi çok uzak olmayan bir bankta oturmuş içki içiyordu. İçlerinden biri, yerinde durmayan bir Alman kurdunun tasmasını çekiştiriyordu. Wallander yavaşça onlara yaklaştı. Ona hiç ilgi göstermediler. Wallander göz kapağı sarkık kimse göremedi. Ama ayakları üzerinde sallanmadan duramayan bir adam birden Wallander’in önüne dikildi. Çok yapılı bir adamdı. Gömleğinin açık düğmesinin altından şişmiş karın kasları görünüyordu.

“Bir onluğa ihtiyacım var,” dedi.

Wallander başta hayır demek istemişti. On kron çok paraydı. Sonra fikrini değiştirdi.

“Bir arkadaşımı arıyorum,” dedi. “Göz kapağı sarkmış bir adam.”

Wallander cevap alabileceğini düşünmemişti ancak beklenmedik bir cevap alarak şaşırdı.

“Rune burada değil. Sadece Şeytan bilir nerede olduğunu.”

“Evet, o,” dedi Wallander. “Rune.”

“Sen de kimsin be?” dedi sallanan adam.

“Benim adım Kurt,” dedi Wallander. “Eski bir arkadaşıyım.”

“Seni daha önce hiç görmedim.”

Wallander ona bir onluk verdi.

“Onu görürsen söyle,” dedi Wallander. “Ona Kurt’ün burada olduğunu söyle. Bu arada Rune’nin soyadını biliyor musun?”

“Soyadı var mı onu bile bilmiyorum. Rune, Rune’dir.”

“O hâlde nerede yaşıyor?”

Adam bir an sallanmayı bıraktı.

“Arkadaş olduğunuzu söylediğini sanıyordum? O zaman nerede yaşadığını da biliyorsundur.”

“Çok yer değiştiriyor.”

Adam bankta oturan diğerlerine döndü.

“Aranızda Rune’nin nerede yaşadığını bilen var mı?”

Devamında konuşma son derece karışık bir hâl aldı. İlk başta hangi Rune’den bahsettiklerini anlamaları uzun zaman aldı. Sonra bu Rune’nin nerede yaşayabileceğine dair birçok öneri sunuldu. Tabii, bir evi varsa eğer. Wallander bekledi. Bankın yanındaki Alman kurdu konuşma boyunca havladı.

Kaslı adam döndü.

“Rune’nin nerede yaşadığını bilmiyoruz,” dedi. “Ama ona Kurt’ün burada olduğunu söyleyeceğiz.”

Wallander başını sallayıp hızla uzaklaştı. Elbette yanılıyor olabilir. Göz kapağı sarkık birden fazla kişi olabilir. Yine de doğru yolda olduğundan emindi. Hemen Hemberg’le iletişime geçip parkın gözetim altına alınmasını önermesi gerektiği aklına geldi. Belki polis kayıtlarında göz kapağı sarkmış bir adam vardır?

Sonra Wallander kararsız kaldı. Yine çok hızlı ilerliyordu. Önce Hemberg’le kapsamlı bir görüşme yapmalıydı. Ona isim değişikliğini ve Jespersen’in söylediklerini anlatmalıydı. O zaman bunun bir ipucu olup olmadığına Hemberg karar verir.

Wallander, Hemberg’le konuşmak için ertesi günü bekleyecekti.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов