Jerome K. Jerome
AYLAK BİR ADAMDAN AYLAK DÜŞÜNCELER
Bu küçük kitap,
iyi ve kötü günlerimin çok değerli ve sevilen arkadaşına,
tanışıklığımızın ilk zamanlarında benimle sık sık ters düşse de şimdi benim en sıcak yoldaşım olmuş,
keyfini ne kadar çok kaçırmış olsam da benden hiç intikam almamış ve beni üzmemiş,
evimdeki bütün kadınlar tarafından soğuk bir şekilde karşılanan ve köpeğimin şüpheyle izlediği
ama yine de her geçen gün benimle daha çok yakınlaşan ve beni arkadaşlığının kokusuyla saran,
hiçbir zaman hatalarımı yüzüme vurmayan, borç para istemeyen ve kendinden bahsetmeyen,
aylak saatlerimin refakatçisi, üzüntülerimin dindiren, sevinç ve umutlarımın sırdaşı,
benim en eski ve en sağlam pipoma,
minnet ve sevgiyle adanmıştır.
Önsöz
Bu sayfalar henüz bir taslak halindeyken birkaç arkadaşa gösterdiğimde hiç de fena olmadığını söylemeleri ve bazı akrabalarımın çıkarsa satın alacaklarına söz vermeleri üzerine, bu kitabın yayınlanmasını daha fazla geciktirmeye hakkım olmadığını düşündüm. Ama sırf bu kitaba olan talepten ötürü bu basit, “aylak düşüncelerimi” insanlara sunmayı gözüm kesmezdi. Bugünlerde okurların bir kitaptan beklentisi, o kitabın kendilerini geliştirmesi, eğitmesi ve yüceltmesidir. Fakat bu kitap bir ineği bile yüceltemez. Vicdanen bu kitabı hiçbir işe yarar amaca yönelik olarak tavsiye edemem. Tüm söyleyebileceğim şu ki; “en iyi yüz kitabı” okumaktan sıkıldığınızda, bu kitabı yarım saatliğine elinize alabilirsiniz. Değişiklik olur.
Aylak Olmak Üzerine
Şimdi bu gerçekten au fait1 olduğumu düşündüğüm bir konu. Beni daha çok küçük yaşlarda, dönemliği tamı tamına 9 gineye bilgelik suyunda yıkayan beyefendi, daha fazla zamanda daha az iş yapabilecek başka bir erkek çocuğu tanımadığını söylerdi. Hatırlıyorum da zavallı büyükannem dua kitabından nasıl yararlanacağımla ilgili bir ders sırasında tesadüfen, yapmamam gereken şeyleri çok nadir yaptığıma şahit olmuş; yapmam gereken hemen hemen her şeyi ise yapmadan bıraktığıma son derece ikna olmuştu.
Korkarım ki yaşlı kadının kehanetini kısmen yalanlamış oldum. Tanrım beni affetsin! Tembelliğime rağmen yapmamam gereken birçok şey yaptım. Ama ihmal etmem gereken her şeyi ihmal ederek diğer hükmün geçerliliğini sonuna kadar doğruladım. Aylak olmak her zaman için benim güçlü yanımdı. Bu konuda kendime pay biçmiyorum; bu bana bahşedilmiş bir hediye! Çok az insan buna sahiptir. Birçok tembel ve ağırkanlı insan olduğu doğru ama hakiki anlamda aylak nadir bulunur. Aylak kimse, elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine, aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği, onun daima yoğun olmasıdır.
Yapılacak bir sürü iş olmadığı takdirde aylaklığın tadını çıkarmanın imkanı yoktur. Yapılacak hiçbir şey olmadığı zaman, hiçbir şey yapmamanın eğlencesi olmaz. Öyle bir durumda boşa vakit harcamak yalnızca bir uğraşı, hem de yorucu bir uğraşı olur. Aylaklığın tatlı olması için, aynı öpücüklerde olduğu gibi, çalınması gerekir.
Uzun yıllar önce genç bir adamken bir hastalığa yakalanmıştım; hiç öyle büyük bir sıkıntım olduğunu düşünmüyordum. Bana kalırsa sadece çok fena soğuğa yakalanmıştım. Ancak galiba ciddi bir şeymiş ki doktor bana bir ay öncesinden gelmiş olmam gerektiğini ve hastalık (her neydiyse artık) bir hafta daha devam etmiş olsaydı sonuçlarından kendisinin sorumlu olmayacağını söylemişti. Ne ilginçtir ki bir gün daha bekleseymişiz hastalığın tedavisi mümkün olmayacakmış. Tıbbi rehberimiz, filozofumuz ve arkadaşımız bir melodramdaki kahraman gibidir; her zaman sahneye en son anda girer. Bunun adı tam olarak takdir-i ilahi.
Her neyse, dediğim gibi çok hastaydım ve bir aylığına Buxton’a sevk edilmiştim. Orada olduğum süre boyunca hiçbir şey yapmamam konusunda da sıkı sıkıya tembihlenmiştim. “İhtiyacın olan şey istirahat,” demişti doktor, “kusursuz bir istirahat”.
Kulağa güzel geliyordu. “Bu adam belli ki şikayetimden anlıyor,” demiş ve muhteşem bir sürecin hayalini kurmuştum: içine birazcık hastalık serpiştirilmiş dört haftalık huzurlu bir dinlenme dönemi. Çok fazla hasta olmak değil ama yeterli düzeyde hasta olmak: acı çektirecek ve bu süreci şiirsel hale getirecek düzeyde bir hastalık. Geç kalkmalı, çikolatamı yudumlamalı ve kahvaltımı terlik ve sabahlıklarımla yapmalıydım. Bahçede bir hamağa uzanmalı ve kitap bitkin elimden kayıp düşene kadar melankolik sonlu duygusal romanlar okumalı ve orada koyu mavi semaya hayaller kurarcasına bakmalı, beyaz yelkenli gemiler gibi süzülen yumuşacık bulutları izlemeliydim. Kuşların neşeli şarkısını ve ağaçların hafif hışırtısını dinlemeliydim. Ya da dışarı çıkamayacak kadar zayıf düşersem zemin katın penceresinin önündeki yastıklara yaslanıp heba olmuş ve tuhaf bir halde oturmalıydım ki oradan geçen bütün güzel kızlar beni gördükçe iç çeksinler.
Ve günde iki kez Bath2 sandalyesiyle Colonnade’e gidip su içmeliydim. Ah, o sular! O zamanlar o sular hakkında hiç bilgim yoktu ve bu fikir beni oldukça cezbetmişti. “Sulardan içmek” kulağıma hoş gelmişti ve bana Kraliçe Anne dönemini anımsatıyordu. Dolayısıyla da hoşlanacağımı sanmıştım. Ama ilk üç veya dört sabahtan sonra durumun hiç de öyle olmadığını gördüm! Sam Weller’ın onları “sıcak ütü tadında” olarak tanımlaması, iğrençliklerinin yalnızca bir kısmını ifade etmektedir. Hasta bir adamı hemencecik iyileştirecek bir şey varsa o da, iyileşene kadar her gün o sulardan bir bardak dolusu içmesi gerektiğini öğrenmesidir. Altı gün ardı ardına düzenli olarak içtim ve neredeyse ölüyordum ki sonra bütün bu suların üstüne bir bardak konyak ile su içtim ve hemen rahatladığımı gördüm. O zaman bazı tanınmış tıpçılar alkolün, suyun içindeki demir gibi bazı mineralleri tamamen yok etmiş olabileceği bilgisini verdiler. Ne mutlu bana ki doğru fikri yakalayacak kadar şanslıymışım.
Ama “sulardan içmek”, o unutulmaz ay süresince maruz kaldığım işkencenin yalnızca küçük bir kısmıydı. O ay istisnasız bir şekilde hayatımın en acınası ayıydı. O ayın en iyi bölümündeyse doktorun talimatlarına harfiyen uyup evde ve bahçede dalgın dalgın dolaştım ve günde iki saatliğine Bath sandalyesiyle dışarı çıkmak dışında hiçbir şey yapmadım. Bu gerçekten de monotonluğu bir nebze olsun kırıyordu. Bath sandalyesiyle dolaşmak, özellikle canlandırıcı egzersizlere alışkın olmayanlar için, sıradan bir gözlemcinin görebileceğinden daha heyecan vericidir. Yabancı birinin anlayamayacağı türden bir korku hissi daima sandalyenin üstünde bulunan kişinin zihnini meşgul eder. O kişinin bütün derdi karşısına bir çukur ya da yeni bir şose yol çıktığında, bu engelleri nasıl geçebileceğini bilmek olur. Geçen her aracın kendisine çarpacağını sanır ve kendisini asla, hemen kontrolü bırakmaya hazır gibi görünen zayıf dizlerinin böyle yapma ihtimalini düşünmeksizin bir tepeyi çıkarken veya bir tepeden inerken göremez.
Ama bu oyalanma bile bir süre sonra heyecanını yitirdi ve ennui3 dayanılmaz bir hâl aldı. Zihnimin pes edişini hissetmiştim. Kuvvetli bir zihnim yoktur; bu yüzden onu aşırı yormanın mantıklı olmadığını düşündüm. Yaklaşık olarak yirminci günün sabahında erkenden kalktım, iyi bir kahvaltı yaptım ve dosdoğru Kinder Scout’un ayağındaki Hayfield’a yürüdüm. Güzel bir vadiyi geçince ulaşılan Hayfield sevimli, hareketli, küçük bir kasaba olmakla birlikte bünyesinde iki güzel kadını da barındırıyordu. En azından o zamanlar çok güzeldiler. Biri beni köprüden geçirmiş ve sanırım gülümsemişti. Diğeriyse açık bir kapının ağzında bekleyip kırmızı suratlı bir bebeğe öpücükler konduruyordu. Ama bu yıllar önceydi ve sanırım o zamandan bu zamana şişmanlayıp huysuz bir hâl almışlardır. Dönüşte taş kıran yaşlı bir adam görmüştüm ve bu bende kollarımı kullanmam için öyle güçlü bir istek uyandırmıştı ki adama, içecek bir şeyler karşılığında onun yerine geçmeme izin vermesini teklif etmiştim. Kibar bir yaşlı adamdı ve beni kırmamıştı. Taşlara üç haftanın birikmiş enerjisiyle vurdum ve adamın tüm gün yaptığından fazla işi yarım saatte yaptım. Ama bu onun kıskançlık duymasına neden olmadı.
Tehlikeyi göze alarak daha fazla enerji harcıyor ve her sabah uzun bir yürüyüşe çıkıp her akşam pavyondaki grubu dinlemeye gidiyordum. Ama günler yine de yavaş ilerliyordu. Bu yüzden son gün gelip çattığında oldukça mutluydum; damlalı, veremli Buxton’dan sıkı çalışma hayatı ve yaşam tarzıyla Londra’ya gönderiliyordum. Akşam Hendon’dan geçerken at arabasından dışarıya baktım. Büyük kentten yansıyan muazzam görüntünün kalbimi ısıttığını hissettim ve daha sonra arabam, St. Pancras İstasyonu’ndan tıngırdayarak giderken etrafımda duyduğum eski, tanıdık uğultu uzun zaman sonra duyduğum en tatlı müziği dinlettirdi bana.
O ayın aylaklığını kesinlikle sevmemiştim. Aylaklığı, aylak olmam gerekmediği zamanlarda seviyorum, yapabileceğim tek şey oyken değil. Bu benim dik başlı mizacımda var. Sırtımı ateşe vererek beklemeyi en çok sevdiğim zaman, ne kadar borcumun olduğunu hesapladığım, bir sonraki postaya yetiştirilmesi gereken mektupların masamın üstünde birikip en yüksek noktaya ulaştığı zamandır. Akşam yemeğinden sonra en uzun süre oyalandığım zaman, önümde yoğun bir akşam çalışmasının beklediği zamandır. Ve eğer önemli bir nedenden dolayı sabah erken kalkmam gerekiyorsa, işte o zaman diğer bütün zamanların aksine, yatakta bir yarım saat daha uzanmayı seviyorum.
Oh! Ne güzel şeydir diğer yana dönüp tekrar uykuya dalmak: “Beş dakika daha”. Merak ediyorum, erkek çocukları için bir Pazar kursu masal kahramanı dışında gönüllü olarak kalkan kimse var mıdır? Bazı erkekler var ki onlar için doğru zamanda kalkmak imkansız. Eğer ki sekiz, dışarı çıkmaları gereken saatse buçuğa kadar uyurlar. Şartlar değişir de sekiz buçuk yeterince erken bir saat olursa o zaman da dokuzdan önce kalkamazlar; aynı, daima dakikası dakikasına yarım saat geç kaldığı söylenen devlet büyüğümüz gibidirler. Her türlü dalavereye vardırlar! Alarmlı saatler (şeytanca tasarlanmış, yanlış zamanda çalıp yanlış insanları uyandıran icatlar) alırlar. Sarah Jane’e kapılarını çalıp onları çağırmasını söylerler ve Sarah Jane de kapıyı çalıp onları çağırır; onlar da “erken” deyip krallar gibi tekrar uykuya dönerler. Yataktan çıkıp soğuk bir duş alan bir adamla tanışmıştım ama bu da bir işe yaramıyordu, çünkü sonrasında kendini ısıtmak için tekrar yatağa atlıyordu!
Şahsen ben, bir kere çıkmışsam yataktan uzak durabileceğime inanıyorum. Bana zor gelen şey, kafamı yastıktan kaldırması. İşin kötüsü, geceden yapılan hiçbir hazırlık bu işi daha kolay hale getirmiyor. Tüm geceyi heba ettikten sonra kendime “neyse, bu gece daha fazla çalışmayacağım; sabah erken kalkacağım,” diyorum ve o an tamamen kararımı vermiş oluyorum. Ancak sabah olduğunda bu fikir konusunda hevesim kaçmış oluyor ve gece geç saate kadar ayakta olsaymışım çok daha iyi olabileceğini düşünüyorum. Tabii bir de giyinme sıkıntısı var. İnsan bu konuyu ne kadar çok düşünürse, o kadar çok ertelemek istiyor.
Şu yatak dedikleri, üzerinde yorulmuş kol ve bacaklarımızı esnettiğimiz ve büyük bir sükûnetle sessizliğe gömülüp dinlendiğimiz sahte mezar, gerçekten ilginç bir şey. “Ah yatağım, vah yatağım, benim yorgun başıma dünya üzerindeki cennet yatağım,” zavallı Hood’un şarkısında söylediği gibi sen, biz huysuz erkek ve kız çocuklarının nazik ve yaşlı hemşiresisin. Zeki olalım, aptal olalım; yaramaz olalım, uslu olalım; sen hepimizi o anaç dizine kabul ediyor ve sevimsiz ağlamamızı dindiriyorsun. Bakımlı, güçlü adam; acılar içindeki hasta adam; sadakatsiz sevgilisine ağlayan küçük genç kız… Hepimiz ağrıyan başımızı çocuklar gibi senin beyaz göğsüne yaslıyoruz ve sen de nazik bir şekilde bizi uykuya taşıyorsun.
Bize yüzünü dönüp bizi teselli etmediğinde işimiz zor. Uyuyamadığımızda şafak ne kadar da uzak görünür! Ah, o ateşler ve ıstırap içinde bir o yana bir bu yana döndüğümüz geceler! Ah, o ölüler arasında yaşayan adamlar gibi kendimiz ve aydınlık arasında öyle aheste aheste ilerleyen karanlık saatlere baktığımız iğrenç geceler! Ve ah, o bir başkasının yanında acı içinde oturduğumuz, kısık ateşin zaman zaman azalan cürufuyla bizi ürküttüğü ve saat tik-takının her vuruşta başında durduğumuz kişinin hayatını biraz daha söküp alan bir çekiç gibi göründüğü daha da iğrenç geceler!
Ama bu kadar yatak ve yatak odası muhabbeti yeter. Aylak bir adam için bile onlardan çok bahsettim. Yataktan çıkıp biraz sigara içelim. O da aynı şekilde zamandan çalıyor ve o kadar da kötü görünmüyor. Tütün, biz aylaklar için bir nimet. Sir Walter’ın döneminden önceki devlet memurlarının zihinlerini neyle meşgul ettiklerini hayal etmek güç görünüyor. Orta Çağ genç erkeklerinin kavgacı mizaçlarını tamamen rahatlatıcı tütün isteğine bağlıyorum. Yapacak işleri yokmuş ve sigara içemiyorlarmış. Sonuç olarak da daima kavga ediyor, bağrışıyorlarmış. Sıra dışı bir ihtimal de olsa, savaşın olmadığı bir döneme denk gelindiyse yan komşuyla ölümüne bir kan davasına tutulurlar ve buna rağmen hâlâ boş zamanları varsa bu zamanları, kimin sevgilisinin en güzel göründüğünü tartışarak doldururlarmış. Argümanları da savaş baltasından, sopadan, vesaireden oluşurmuş. Zevk tartışmaları o günlerde çabuk sonuçlanırmış. Bir on ikinci yüzyıl genci aşka düştüğünde üç adım geri gidip, kızın gözlerinin içine bakıp ona çok güzel olduğunu söylemezmiş. Dışarı çıkıp icabına bakacağını söylermiş. Ve eğer dışarı çıktığında bir adamla karşılaşıp kafasını (diğer adamın kafasını yani) kırarsa bu, o kızın (yani birinci adamın sevdiği kızın) güzel bir kız olduğunun kanıtı olurmuş. Ama eğer diğer adam kafasını (kendi kafasını değil, diğer adamın kafasını) kırarsa diğer adam, ikinci adama, çünkü elbette ki diğer adam, onun için yalnızca diğer adam olabilir, ilk adam değil ki o da kafasını kırarsa, onun sevdiğinin, diğer adamın değil de öbür adamın… Bak şimdi: A, B’nin kafasını kırmışsa o zaman A’nın sevdiği kız güzel bir kızdır ama B, A’nın kafasını kırmışsa, o zaman A’nın sevdiği kız güzel değildir ama B’nin sevdiği kız öyledir. Sanat eleştirisinde de kullandıkları yöntem buymuş.
Günümüze gelindiğindeyse, biz bir pipo yakıyor ve kızları kendi aralarında kavgaya düşürüyoruz.
Bu işi çok da iyi yapıyorlar. Bizim bütün işimizi onlar yapıyor. Birer doktor, avukat ve ressam olabiliyorlar. Sinema salonu işletip para söğüşlüyor, yayınlamak üzere gazete hazırlıyorlar. Biz erkeklerin on ikiye kadar yatakta uzanmak; günde iki roman okumak; kendimize güzel, sevimli beş çayları hazırlamak; beynimizi pantolonda son modayı ve Bay Jones’un paltosunun neyden yapıldığı ve kendisine yakışıp yakışmadığı konusundaki tartışmalarla yormaktan başka yapacak bir şeyi olmadığı zamanları dört gözle bekliyorum. Bu, aylak adamlar için muhteşem bir gelecek beklentisi.
Âşık Olmak Üzerine
Elbette daha önce âşık olmuşsundur! Olmadıysan da olursun. Aşk kızamık gibidir; hepimizin başına gelir. Yine aynı kızamık gibi, bir kere başımıza gelir. Kişi ikinci kez yakalanmaktan asla korkmamalıdır. Bir kere bunu yaşamış olan bir insan en tehlikeli yerlere gidebilir ve en çılgın numaraları son derece güvenli bir şekilde yapabilir. Gölgelik bir ormanda piknik yapabilir, yapraklı yollardan salına salına geçebilir ve günbatımını seyretmek için yosun tutmuş oturakların üzerinde vakit geçirebilir. Sessiz bir kır evinden, en fazla kendi kulüp ortamından korktuğu kadar korkar. Ren Nehri üzerinde gezintiye çıkmak için bir aile partisine katılabilir. Bir arkadaşının kendi sonunu hazırlayışını görmek için onun evlilik törenine katılabilir. Büyüleyici bir vals dansının getirdiği baş dönmesine dayanabilir ve sonrasında karanlık bir yerde en kötü ihtimalle soğuk algınlığından daha ağır olmayan bir hastalığa yakalanıp dinlenmeye çekilebilir. Ay ışığında hoş kokulu sokaklarda yürümeye cesaret edebilir ya da kasvetli alacakaranlık zamanlarında kendine hâkim olabilir. Bir çit merdiveninin üstesinden sorunsuzca gelebilir, karman çorman bir engelden yakalanmadan geçebilir, düşmeden kaygan bir yokuştan aşağı inebilir. Çıplak gözle güneşe bakabilir ve gözleri kamaşmaz. Siren seslerini duyar ancak dümeninin yönünü değiştirmeksizin su üstünde ilerlemeye devam eder. Eli bembeyaz olan kimselerle tokalaşır ama hiçbir elektrik kuvveti onun bu insanların zarif baskıları altında kalmasına müsaade etmez.
Hayır, aşk hastalığına asla iki kez yakalanmayız. Cupid4 aynı kalp için ikinci bir ok heba etmez. Aşkın hizmetçileri bizlerin ömür boyu dostudur. Saygı, hayranlık ve sevgi için kapılarımız daima açık kalabilir ancak onların göklerdeki efendisi, asil yolculuğunda yalnızca bir kere ziyaret eder ve sonrasında ayrılır. Hoşlanırız, değer veririz, çok ama çok tutkun oluruz ama tekrar asla âşık olmayız. Bir erkeğin kalbi, sadece bir kez gökyüzüne doğru parlayan bir havai fişektir. Göktaşı gibidir; bir an yanıp söner ve ihtişamıyla, altında kalan dünyanın tamamını aydınlatır. Sonra sefil, sıradan hayatımızın gecesi, onun etrafını kuşatır ve dünyaya düşmekte olan sönmüş havai fişek kutusu yavaş yavaş kül olmaya yüz tutarken kullanışsız ve bakımsız bir şekilde yerde kalır. Hapishane zincirlerimizden kurtulduğumuzda biz de bir kere aynı kudretli Prometheus5 gibi Olimpos Dağı’na tırmanıp Apollo’nun6 savaş arabasından tanrıların alevini çalmaya cüret ederiz. Alev sönmesin diye alelacele aşağıya koşturup ellerindeki ateşle dünyevi sunaklarını yakabilenler mutlu olurlar. Aşk, içimize çektiğimiz mide bulandırıcı gazların yanında yakılamayacak kadar saf bir ışıktır ama sönmeden önce onu, sevginin sıcak ateşini yakmak için bir meşale olarak kullanabiliriz.
Hem ne de olsa o insanın içini ısıtan parıltı, dünyamızın küçük, soğuk arka odasına buram buram yanan alevden, aşktan daha uygundur. Aşk, görkemli bir tapınağın cazibeli ateşi olmalıdır; kilise orgunun cenneti anımsatan müzikler çaldığı büyük, loş bir mabedin ateşi… Aşkın beyaz alevi söndüğünde sevgi, mutlu bir şekilde yanacaktır. Sevgi günden güne beslenebilen bir ateştir ve kış dolu seneler yaklaştıkça üst üste, üst üste biriktirilebilir. Yaşlı amcalar ve teyzeler incecik ellerini kenetleyip onun yanında oturabilir, küçük çocuklar önüne yerleşebilirler. Arkadaş ve komşulara ise onun yanında bir “hoş geldin köşesi” ayrılmıştır. Hatta tüylü Fido ve yağlı Titty bile demirler arasından uzatıp burunlarını ısıtabilirler.
İyiliğin kömürlerini o ateşin üstüne yığalım. Hoş sözlerini, nazik dokunuşlarını, düşünceli ve bencil olmayan davranışlarını o ateşin üstüne at. Hoş mizacın, sabrın ve tahammülün ile ateşi yelle. O zaman rüzgarın esmesine, yağmurun yağmasına aldırış etmene gerek kalmaz, çünkü aile ocağın sıcak ve canlı olacak ve etrafındaki yüzler de dışarıdaki bulutlara inat güneşi doğuracaklardır.
Korkarım ki sevgili Edwin ve Angelina, aşktan çok fazla şey bekliyorsunuz. Sanıyorsunuz ki küçücük gönülleriniz bu azılı, sert tutkuyu ömrünüz boyunca besleyebilecek. Ah, şu gençler! O düzensiz ateşe çok fazla güvenmeyin. Aylar geçtikçe alev küçüldükçe küçülecek ve yakıt tazeleme imkanınız da yok. Ateşin sönmesini sinirle ve düş kırıklığıyla izlersiniz. Her iki tarafta da karşı tarafın daha soğuk davrandığı hissi hakim olur. Edwin tatsız bir şekilde artık Angelina’nın kendisini karşılamak için gülücükler ve yüz kızarıklığıyla kapıya koşmadığını görür. Ve artık öksürdüğünde, Angelina ağlamıyor ve kollarını boynuna sararak onsuz yaşayamayacağını söylemiyordur. Büyük ihtimalle en fazla yapacağı şey, pastil önermek olur ve bunu da öyle bir ses tonuyla söyler ki kurtulmak istediği şeyin her şeyden önce, gürültü olduğu anlaşılır.
Zavallı Angelina da içten içe ağlıyordur artık, çünkü Edwin onun eski mendilini, yeleğinin iç cebinde taşımaya son vermiştir.
Her ikisi de bir diğerinde gördükleri soğumayı şaşkınlıkla karşılarlar ama her ikisi de kendilerindeki değişimi görmez. Görselerdi böyle acı çekmezlerdi. Acının kaynağını doğru yerde ararlardı: zavallı insan doğasının küçüklüğünde. Birlikte başarısız olduklarını görüp el ele tutuşur ve evlerini yeni baştan, daha ayakları yere basan ve dayanıklı temeller üzerine kurarlardı. Ama kendi eksikliklerimizi görme konusunda gözlerimiz öylesine kör, başkalarınınkini görme konusunda ise öylesine açık ki… Başımıza gelen her şey her zaman için karşı tarafın suçu. Keşke Edwin o kadar tuhaf olmasa ve değişmeseydi. O zaman Angelina onu sonsuza kadar sevmeye devam ederdi. Keşke Angelina, Edwin’in ona ilk taptığındaki gibi kalsaydı. O zaman Edwin ona ebediyete kadar tapardı.
Aşkınızın lambası sönüp de sevginin ateşi henüz yakılmadığında ve hayatın soğuk, çiğ şafağında onu yakmak için el yordamıyla arandığınızda ikiniz için de keyifsiz bir saat başlamış demektir. Tanrı vere ki günün çoğu heba edilmeden ateş alsın! Birçokları sönmüş kömürlerin yanında gece olana kadar soğuktan donarak oturuyor.
Ama öğüt vermenin ne faydası var? Gençlik aşkının damarlarından hızla aktığını hisseden hangi insan daha sonra onun zayıf ve yavaş bir şekilde akacağını düşünebilir? Yirmi yaşındaki delikanlıya, altmış yaşına geldiğinde o zamanki kadar delice sevmeyeceği fikri imkansız görünür. Tanıdığı orta yaşlı veya ileri yaştaki beyefendiler arasında hummalı bağlılık gösteren kimseyi hatırlayamaz ama bu, kendisine olan inancına engel olmaz. Başkalarının aşkı başarısız olabilir ama onunki asla olmaz. Kimse onun sevdiği gibi sevmemiştir ve bu yüzden de dünyanın geri kalanının deneyimleri onun için rehberlik görevi gösteremez. Yazık ki otuzunda alaycıların mertebesine yükselmiştir. Suç onun değildir. Hem iyi hem de kötü tutkularımız yüz kızarıklığımızla birlikte sona erer. Otuzlu yaşlarımızda, yeniyetmelik dönemlerimizde olduğu gibi nefret etmez, yasa boğulmaz, sevinç duymaz, ümitsizliğe kapılmayız. Umutsuzluk, intihar anlamına gelmez ve başarı meyini alkol zehirlenmesi yaşamadan içeriz.
Yaşlandıkça her şeyi minör anahtarından alırız. Hayatın geç dönem operalarında az sayıda büyük pasaj vardır. Hırs daha az hırslı hedef almaya başlar. Onur daha makul hale gelir ve kendini ortamlara uygun biçimde adapte eder. Ve aşk… Aşk ölür. “Gençlik hayallerini saymamazlık” kısa sürede öldürücü soğuklar gibi kalbimize sokulur. Nazik yapraklar ve büyüyen çiçekler sararıp solarlar ve bir zamanlar filizlerini dünyanın çevresine sarma özlemi taşıyan asmadan geriye cansız bir kök kalır.
Benim önyargısız arkadaşlarım bütün bunları toplumsal değerlere aykırı olarak değerlendireceklerdir, biliyorum. Bir adam delikanlılıktan sonra âşık olmadığını söylediğinde saçında fazlaca gri belirene kadar iddiaları kulak verilmeye değer şeyler olarak görülmez. Genç hanımlar, bizim cinsimize ilişkin görüşlerini yine kendilerinin yazdığı romanlardan alıyorlar ve o kabus literatüründe erkekler için gizlenen gaddarlıklar Pisagor’un yolunmuş kuşu ve Frankenstein’ın ifriti ile kıyaslandığında ikinci grup, insanoğlunun sıradan örnekleri olarak kalıyor.
Bahsi geçen kitaplarda esas oğlanın ya da kendisinden hayranlıkla bahsedilen Yunan tanrısının hangi “Yunan tanrısına” o kadar çok benzediğini söylemezler; kambur Vulcan olabilir, ikiyüzlü Janus olabilir, hatta anlaşılması güç gizemlerin tanrısı, saçmalayan Silenus bile olabilir. Ancak beyefendi bir konuda onların hepsine benzemektedir: hergelelikte (ki belki de kastettikleri de budur). Ancak klasik modellerinin sahip olduğu erkeksilikten biraz bile nasibini almamıştır, çünkü kendisi kırklı yaşların sonlarında, uyuşuk, efemine bir budaladır. Ama bu yaşlı adamın hayat kaynağı olan sıradan bir kız öğrenciye karşı beslediği duyguların derinliğine ve kuvvetine bir bakın! Kendinizden utanın genç Romeo ve Leander’lar, bu her şeyden bıkmış yaşlı âşık, düzgün şekilde tanımlayabilmek için her isme dört sıfat gerektirecek histerik bir coşkuyla seviyor!
Bizim gibi yaşlı günahkarlar için siz sevgili bayanların sadece kitap okuyor olması iyi bir şeydir. İnsanlığı okursanız delikanlının utanarak kekelemesinin bizim cesur hitabetimizden çok daha doğru bir hikaye anlattığını bilirsiniz. Bir oğlanın aşkı sağlam bir yürekten gelir; bir adamınkiyse genelde doymuş bir karnın eseridir. Gerçekten de bir oğlanın cennetten gelen bir çubukla tıkanan yüreğinin hızla akan ve aktıkça biriken çeşmesiyle kıyaslandığında bir adamın ağır ilerleyen akıntısına aşk denemez. Aşkı tadacaksan gençliğin ayaklarına akıttığı o saf nehirden iç. Dalgaları yakalamak üzere eğileceğin zaman onun çamurlu bir nehir olmasını bekleme.
Yoksa onun acı tadını seviyorsun da temiz, berrak suyun tadı sana lezzetsiz mi geliyor? Ardından gelen kirliliğin tadı hoşuna mı gidiyor? Bize genç bir kızın yalnızca utanılacak bir hayatın pisliğiyle kirlenmiş bir el tarafından okşanmaya önem verdiğini söyleyenlere inanmalı mıyız?
Bu, günbegün o sarı sayfaların arasından bize haykırılan öğretidir. Merak ediyorum, o Şeytan’ın Avukatları Tanrı’nın bahçesinde dolanıp çocuksu Havvalara ve saf Âdemlere günahın tatlı ve edebin gülünç ve bayağı olduğunu söylerken ne büyük bir kötülük yaptıklarını durup bir düşünüyorlar mı hiç? Kaç masum kızı art niyetli kadınlar seviyesine çekmiyorlar ki? Ve kaç çelimsiz delikanlıya kirli yan yolların bir kızın kalbine giden en kestirme yol olduğunu göstermiyorlar? Hayatı olduğu gibi yazmıyor değiller. Doğruyu söylersen gerçek kendi başının çaresine bakar. Ama kullandıkları resimler, kendi hastalıklı hayal güçlerinin mide bulandırıcı tahayyülleriyle boyanmış terbiyesiz kaplamalar adeta.