Li Jing bu sefer oğluna gerçekten çok kızmıştı. Bu yüzden annesi, Naja’yı babasının gözü önünden uzak tutmak için evin arkalarına gönderdi. Naja ejderha döndüğünde ne yapması gerektiğini öğrenmek için ustasının yanına gitti. Ustası bazı tavsiyeler verdi ve Naja evine döndü. Dört denizin ejderha krallarının hepsi toplanarak Naja’yı cezalandırmak için savaş nidalarıyla Naja’nın ailesini bağladılar. Naja koşarak gelip şöyle haykırdı: “Yaptığım şeylerin cezasını çekeceğim! Ailem suçsuzdur! Bana uygulamak istediğiniz ceza nedir?” “Cana karşılık can!” dedi Ejderha. “Peki, öyleyse kendimi yok edeceğim!” Dediğini yaptı ve Naja’nın annesi gözyaşlarıyla oğlunu gömerken ejderhalar memnun şekilde ayrıldılar.
Gelgelelim Naja’nın ruhu havada dalgalanıp rüzgârla birlikte Yüce Kişi’nin mağarasına savruldu. Yüce Kişi ruhu içeri alıp şöyle dedi: “Annene görünmelisin! Evinizden altmış beş kilometre uzakta yeşil bir dağ yükseliyor. Dağın kayalıklarına senin için bir tapınak inşa etmeli. Üç yıl boyunca insanların ibadet için yaktıkları tütsülerin tadını çıkarınca tekrar bir insan vücuduna sahip olabilirsin.” Naja rüyasında annesine görünüp haberi iletince kadın gözyaşlarıyla uyandı. Fakat Li Jing rüyayı duyunca çok sinirlendi: “Uğursuz çocuk ölerek hak ettiği cezayı buldu! Sürekli onu düşündüğün için rüyalarına girmiştir. Önemsemene gerek yok.” Kadın daha fazla konuşmadı, fakat o günden sonra Naja her gün, kadın gözlerini kapatır kapatmaz ona görünerek isteğinde daha da ısrarcı olmaya başladı. Sonunda kadının Li Jing’den habersiz, Naja için bir tapınak inşa etmekten başka bir çaresi kalmadı.
Naja tapınağında büyük mucizeler gerçekleştirdi. Tapınakta edilen tüm dualar kabul oldu. Çok uzaklardan insanlar tütsüler yakmak için akın akın geldiler.
Böylece altı ay geçti. Bir gün Li Jing büyük bir askeri tatbikat vesilesiyle söz konusu kayalıklara gelince insanların karınca sürüleri gibi dağa üşüştüklerini gördü. Kayalarda ne olduğunu sordu. “Bu yeni bir tanrıdır. O kadar çok mucize gerçekleştiriyor ki uzaktan yakından birçok insan ibadete geliyor.” “Ne tür bir tanrı bu?” diye sordu Li Jing. Tanrının kim olduğunu gizlemeye cesaret edemediler. Li Jing öfkeyle atını kayalıklara doğru mahmuzladı, elbette, tapınağın kapısında “Naja’nın Tapınağı” yazıyordu. Tapınağın içinde de yaşarken göründüğü haliyle Naja’nın resmi bulunuyordu. Li Jing şöyle dedi: “Hayattayken ailene talihsizlik getirdin. Şimdi de ölü halinle insanları kandırıyorsun. Bu iğrenç!” Sözlerini tamamlayınca kamçısını çıkarıp Naja’nın puta benzer resmini parçalara ayırdı ve tapınağı yaktırıp ibadete gelenlere dostane şekilde açıklamalar yaptı. Sonra da eve döndü.
O gün Naja’nın bilinci dışarıdaydı ve döndüğünde tapınağını yıkılmış halde buldu. Dağ ruhundan orada ne olduğunu öğrenince ustasına gidip gözyaşlarıyla başına gelenleri anlattı. “Li Jing’in hatası bu. Bedenini ailene geri verdikten sonra artık onunla bağın kalmamıştı. Adakların tadını çıkarmaktan neden alıkoydu ki seni?” dedi ustası. Ardından lotustan bir beden yapıp ona hayat verdi ve Naja’nın ruhunu içine kapattı. Sonra da “Ayağa kalk!” diye seslendi. Bir nefes sesi duyuldu ve Naja tekrar küçük bir çocuk şeklinde uyandı. Ustasının ayaklarına kapanıp teşekkür etti. Yüce Kişi ona ateşli mızrağın büyüsünü bahşetti ve Naja o andan itibaren ayaklarının altında dönen iki çarka sahip oldu: Rüzgâr çarkı ve ateş çarkı. Bunlarla havada yukarı ve aşağı hareket edebiliyordu. Ustası ayrıca kolluğunu ve ipek kıyafetini koyması için panter derisinden bir torba verdi.
Naja, Li Jing’i cezalandırmaya kararlıydı. Gözetlenmediği bir andan yararlanıp dönen çarkları üzerinde gürüldeyerek Li Jing’in evine gitti. Li Jing ona direnemeyip kaçtı. İlahi Puhain’in öğrencisi olan ikinci oğlu Muja, Ak Turna Mağarası’ndan yardımına geldiğinde tükenmek üzereydi. Kardeşler arasında şiddetli bir kavga gerçekleşti ve savaşmaya başladılar. Naja, Muja’nın üstesinden gelip Li Jing’in peşine bir kez daha düştü. Gazabı had safhadaydı; fakat Li Jing’in en büyük oğlu Jinja’nın ustası olan, Beş Ejderha Tepesi’nden kutsal Wençu öne çıkıp Li Jing’i mağarasına gizledi. Naja öfkeyle babasının kendisine teslim edilmesini talep etti, ancak Wençu şöyle dedi: “Yabani tabiatını gönlünün istediğince başka yerlerde şımartabilirsin, ama burada değil.”
Naja muazzam bir öfke içinde ateşli mızrağını adama yönelttiğinde, Wençu bir adım geri çekilip yeninden yedi yapraklı lotusu çıkarıp havaya fırlattı. Bir kasırga oluştu, bulutlar ve sisler etrafı kapladı, kum ve toprak yerden savruldu. Sonra da kasırga, büyük bir gürültüyle yere çarptı. Naja bayıldı ve bilinci tekrar yerine geldiğinde kendini hareket edememesi için üç altın sırımla altın bir sütuna bağlanmış halde buldu. Ardından Wençu, Jinja’yı yanına çağırdı ve ona asi kardeşine güzel bir sopa atmasını emretti. O da yaptı. Buna katlanmak zorunda olan Naja da dişlerini sıkıp bekledi. Bu sıkıntılı anında Yüce Kişi’nin yanından süzülerek geçtiğini görüp bağırdı: “Ey Usta, kurtar beni!” Ancak ustası onu fark etmedi. Hatta mağaraya girip Naja’ya verdiği ağır ders için Wençu’ya teşekkür etti. En sonunda Naja’yı yanlarına çağırıp ona babasıyla uzlaşmasını buyurdular. Ardından ikisini de gönderip satranç masasına geçtiler. Gelgelelim Naja serbest kalır kalmaz tekrar öfkeye kapılıp babasının peşine düştü. Li Jing’i yakaladığında başka bir aziz babayı kurtarmaya geldi. Bu kez gelen Parlak Işığın Yaşlı Budası’ydı. Naja onunla savaşmaya kalktığında Buda kolunu kaldırdı ve kırmızı, dönen bulutlar Naja’yı çevreleyen bir Budist tapınağı oluşturdu. Sonra da Parlak Işık, iki elini tapınağa koydu ve içeride Naja’yı yakan bir yangın çıktı. Çocuk merhamet etmesi için bağırmaya başladı. Babasından af dileneceğine ve ileride daima ona itaat edeceğine söz verdi. Tüm bu sözleri verdiğinde Buda, çocuğun tapınaktan çıkmasına izin verdi. Tapınağı da Li Jing’e vererek ona Naja’nın üzerinde egemenlik sağlayabileceği büyülü bir söz öğretti. Bu sebeple Li Jing, Göklerin Tapınak Taşıyan Kralı olarak bilinir.
Li Jing ve üç oğlu Jinja, Muja ve Naja daha sonra Zhou Hanedanı’ndan Kral Wu’nun, zalim hükümdar Zhou Şin’i devirmesine yardım ettiler.
Kimse onların gücüne direnemezdi. Yalnızca bir defa büyücünün biri Naja’nın sol kolunu yaralamayı başarmıştı. Başkası olsa o yaradan ölebilirdi. Fakat Yüce Kişi onu mağarasına taşıyıp yarasını iyileştirdi ve ona tanrıların şarabından üç kadeh içirip ateş hurmalarından üç tanesini yedirdi. Naja bunları yiyip içtiğinde birden sol tarafında bir çatırtı duydu ve başka bir kolu çıkmaya başladı. Korkudan konuşamadı ve gözleri yuvalarından fırladı. Fakat her şey başladığı gibi devam etti; sonunda üç kafa ve sekiz kola sahip olana dek vücudundan altı kol ve iki kafa daha çıktı. Ustasına şöyle seslendi: “Tüm bunlar ne anlama geliyor?” Ustası yalnızca gülüp şunları söyledi: “Her şey olması gerektiği gibi. Bu donanımla gerçekten çok güçlü olacaksın!” Ardından ona istediği şekilde kollarını ve kafalarını görünür-görünmez yapabileceği büyülü sözleri öğretti. Zalim hükümdar Zhou Şin öldürüldüğünde Li Jing ve üç oğlu hâlâ yeryüzünde oldukları halde göklere alınıp tanrıların arasına oturtuldular.
Göklerin Tapınak Taşıyan Kralı Li Jing’in kökeni Hinduların şimşek ve yıldırım tanrısı Indra’ya kadar uzanabilir. Tapınak, Indra’nın şimşek şeklindeki silahı Vajra’nın hatalı bir yorumu olabilir. Böyle bir durumda Naja gök gürültüsünün kişileştirilmiş hali olurdu. Yüce Kişi (Taiyi) yaratılanların etken ve edilgen ilkelere ayrılmadan önceki halidir. Zhou Hanedanı Kralı Wu’yla zalim Zhou Şin arasındaki savaşa katılan azizlerin ve kutsal kişilerin tüm şecereleri mevcuttur. Azizlerin büyük kısmı yeniden şekillendirilmiş Budist-Brahminik figürlerdir. Doğu Denizi’nin Ejderha Kralı ayrıca Sun Wukong’un hikayesinde de ortaya çıkar “Ejderha’nın kas teli” omurilik anlamına gelir, sinirler ve kas telleri arasındaki ayrım çok da gözetilmez. İnsanın başının üstünde üç bilinci ve yedi hayvan ruhu bulunur. “Naja’nın bilinci o gün dışarıdaydı” ifadesinden putun yalnızca tanrının koltuğu olduğu ve istediği zaman oturup kalkabileceği anlaşılır. Bu nedenle dualar edilirken çanlar ya da tütsüler aracılığıyla tanrı koltuğuna çağrılmalıdır. Tanrı orada olmadığında put yalnızca bir odun ya da taş parçasıdır. Buda’nın Aslanı olan Puhain, Tantra 1 Okulu’nun dört büyük Bodhisattvası’ndan 2 biri olan Hintli Samantabhadra’dır 3 . Altın Yeleli Dağ Aslanı üzerindeki Buda olan Wençu, Hintli Manjushri’dir 4 . Parlak Işığın Yaşlı Budası ise Hintli Dipamkara’dır 5.
Ay Tanrıçası
İmparator Yao döneminde güçlü bir kahraman ve iyi bir okçu olan Houyi adında bir prens yaşardı. On güneş gökyüzüne hep birlikte yükselip o kadar çok parlar ve kızgın ışıklar saçarlardı ki yeryüzündeki insanlar buna dayanamazlardı. Bu sebeple imparator, Houyi’ye onları vurmasını emretti. Houyi de dokuz tanesini vurup gökten düşürdü. Houyi’nin yayı dışında rüzgârın bile yetişemeyeceği kadar hızlı bir de atı vardı. Avlanmaya gitmek için atına bindiğinde at kaçıp gitti ve bir türlü durmadı. Böylece Houyi kendini Kunlun Dağı’nda bulup orada Yeşim Denizi’nin Ana Tanrıçası’yla karşılaştı. Tanrıça ona ölümsüzlük bitkisi verdi. Bitkiyi eve götürüp odasına sakladı. Ancak karısı Çange, Houyi’nin evde olmadığı bir an gizlice bitkiyi yedi ve anında bulutlara doğru yükseldi. Ay’a ulaştığında orada gördüğü kaleye girip o günden itibaren Ay Tanrıçası olarak orada yaşamaya başladı.
Sonbaharın ortalarında bir gece Tang Hanedanı’ndan bir imparator, iki büyücüyle birlikte şarap içiyordu. Büyücülerden biri bambu değneğini alıp havaya fırlattı ve değnek üçünün birlikte Ay’a tırmandığı göksel bir köprüye dönüştü. Orada üzerinde “Saf Serinliğin Geniş Salonları” yazılı büyük bir kale gördüler. Kalenin yanında, açtığı çiçeklerle tüm havayı dolduran kokular yayan bir sinameki ağacı duruyordu. Ağaçta ise küçük dalları baltasıyla budayan bir adam oturuyordu. Büyücülerden biri dedi ki: “Bu kişi Ay’daki adamdır. Sinameki o kadar bereketli şekilde büyür ki zamanla Ay’ın tüm ışığını gölgeler. Bu yüzden her bin yılda bir kez kesilmelidir.” Sonra da geniş salonlara girdiler. Kalenin gümüş katları birbiri üzerinde yükseliyor, duvarları ve sütunları tümüyle sıvı kristalden oluşuyordu. Duvarlarda, içinde ba lıklar ve kuşların canlıymış gibi hareket ettiği kafesler ve göletler vardı. Tüm Ay diyarı camdan yapılmış gibi görünüyordu. Onlar hâlâ etrafa bakınırken beyaz bir manto ile gökkuşağı renginde elbise giymiş olan Ay Tanrıçası onlara doğru yürüdü. Gülümseyerek imparatora “Sen fani maddi âlemin bir prensisin. Servetin o kadar büyük olmalı ki buranın yolunu bulabilmişsin!” dedi. Beyaz kuşlara binip uçarak gelen refakatçilerini sinameki ağacının altında şarkı söyleyip dans etmeleri için buyur etti. Ardından saf bir müzik havada süzüldü. Ağacın yanında, yeşim bir tavşanın içinde ot öğüttüğü beyaz mermerden yapılmış bir havan duruyordu. Bu ayın karanlık yarısıydı. Dans bittiğinde imparator, büyücülerle birlikte dünyaya geri döndü. Ayda duyduğu şarkıları kâğıda döktürüp yeşim taşından flütler eşliğinde armut ağacı bahçesinde söyletti.
Bu, geleneksel bir masaldır. Okçu Houyi (veya Kont Yi, Okçu Prens) farklı çağlardaki efsanelere de yerleştirilmiştir. Bir masalda okları sayesinde tutulma sırasında ayı nasıl kurtardığını anlattığı için ayla ilgili efsanelerle bağlantılı olarak da karşımıza çıkar. Ana Tanrıça Şiwangmu’dur. Tang Hanedanı 618-906 yılları arasında hüküm sürmüştür. “Saf Serinliğin Geniş Salonları”; Buz Tanrıçası’nın da Ay’da bir evi bulunur. Ay’daki tavşan çok yaygın bir tasvirdir. Olgun tahılları ya da yaşam iksirini yapan otları öğütür. Üç bacaklı yağmur kurbağası Çan da Ay’da yaşar. Hikâyenin başka bir yorumuna göre Çange bu kurbağanın şeklini almıştır.
Sabah ve Akşam Yıldızları
Bir zamanlar Göklerin Altın Kralı’nın oğulları olan iki yıldız varmış. Birinin adı Chen diğerinin Shen’miş. Bir gün kavga etmişler ve Chen, Shen’e yumruk atmış. Bunun sonucunda bir daha birbirlerinin yüzüne bakmamaya yemin etmişler. Bu yüzden Chen yalnızca akşamları Shen de sabahları ortaya çıkar ve Chen ortadan kaybolmadan Shen tekrar görünmez. İşte bu sebeple insanlar “İki kardeş birbiriyle huzur içinde yaşamıyorsa onlar Chen ve Shen gibidir,” der.
Chen ve Shen, sabah ve akşam yıldızları olan Hesperus ve Lucifer’dir. Masal, geleneksel biçimiyle anlatılmıştır.
At Başlı Kız veya İpekböceği Tanrıçası
Geçmişin karanlık çağlarında, bir gün yaşlı bir adam yolculuğa çıktı. Evde tek kızı ve beyaz bir aygırı haricinde kimse yoktu. Kız her gün atı besliyordu ancak yapayalnızdı ve babasını özlüyordu.
Kız bir gün şaka olarak ata şöyle dedi: “Eğer babamı geri getirirsen ben de seninle evlenirim!”
At bu sözleri duyar duymaz bağını koparıp kaçtı. Babasının bulunduğu yere kadar durmadan koştu. Babası atı görünce hem mutlu oldu hem de şaşırdı ve atı tutup sırtına bindi. At da durmadan kişneyerek geldiği yola geri döndü.
“Atın sorunu ne olabilir?” diye düşündü baba, “Evde kesinlikle yanlış giden bir şeyler olmalı!” Böylece atın dizginlerini salıp eve geri döndü. Zeki biri olduğu için ata bol bol yiyecek verdi ancak at hiçbir şey yemedi. Kızı gördüğünde de kızı ısırmaya ve ona toynaklarıyla vurmaya kalkıştı. Buna şaşıran baba, kızını sorguya çekti; kız da gerçekleri olduğu gibi anlattı.
“Bu konu hakkında kimseye tek kelime etme,” dedi baba, “yoksa insanlar arkamızdan konuşurlar.”
Sonra tatar yayını alıp atı vurdu ve derisini de kuruması için bahçeye astı. Ardından yolcuğuna devam etti.
Günün birinde kız, komşularından birinin kızıyla yürüyüşe çıktı. Bahçeye girdiklerinde atın derisini ayağıyla itip şöyle dedi: “Ne kadar da akılsız bir hayvandın; bir insanla evlenmek istemek ha! Hak ettiğini buldun!”
Kız sözlerini bitirmemişti ki atın derisi kımıldadı, havaya yükselip kızın etrafını sardı ve kaçıp gitti.
Dehşete kapılan arkadaşı evine koşup olan biteni babasına anlattı. Komşular her yerde kızı aradılar ancak kız bulunamadı.
Nihayet birkaç gün sonra kızı bir ağacın dallarına asılı halde gördüler. Kız hâlâ at derisine sarılıydı ve yavaş yavaş ipekböceğine dönüşüp bir koza örmüştü. Eğirdiği iplikler güçlü ve kalındı. Kız arkadaşı kozayı alıp içinden kızı çıkardı ve ipeği eğirip büyük bir kâr elde ederek sattı.
Gelgelelim kızın akrabaları onu çok özlüyorlardı. Bu yüzden günlerden bir gün arkasında büyük bir yardımcı topluluğuyla birlikte kız, bulutların üzerinde atıyla göründü ve “Gökte ipekböceklerinin gelişimine göz kulak olmakla görevlendirildim. Artık beni özlememelisiniz!” dedi. Bunun üzerine doğduğu topraklarda onun için tapınaklar inşa ettiler ve her yıl ipekböceği mevsiminde ona kurbanlar sunup himayesini talep ettiler. Ayrıca İpekböceği Tanrıçası, At Başlı Kız olarak da bilinir.
Bu masal, İmparator Hao döneminde geçmekte ve efsane Sichuan’da ortaya çıkmış gibi görünmektedir. Aygır, ipekböceklerinin yetiştirildiği mevsim olan ilkbaharı yöneten burcun simgesidir. Bu sebeple kıza At Başlı Tanrıça denir. Efsanenin kendisi farklı bir masal anlatır. Bu tanrıçanın yanında “Kutsal Çiftçi” Shen Nung’un eşine de ipekböceği yetiştiriciliği tanrıçası olarak tapınılmaktadır. At Başlı Tanrıça, ipekböceğinin daha ziyade ongunsal bir temsilidir; oysa Shen Nung’un eşi ipek yetiştiriciliğinin koruyucu tanrıçası sayılır ve onun kadınlara yetiştiriciliğin ayrıntılarını öğreten ilk kişi olduğu düşünülür. Aynı bağlantıda Toprak Tanrısı’nın eşinin de adı geçer. Halk inancı ipekböceği mahsulünü sırayla koruyan üç tanrıçayı birbirinden ayırır. Üçü arasından en iyisi ikincisidir ve onun yılı geldiğinde ipek iyi kalitede olur.
Gök Tanrıçası
Kutsal Ana olarak da bilinen Gök Tanrıçası fani yaşamı sırasında Fujian’da yaşamış Lin isminde bir bakireydi. Kendince saf, saygılı, dindar bir kızdı ve on yedi yaşında hayatını kaybetmişti. Gücünü denizlerde gösterdiği için denizciler ona taparlar. Beklenmedik bir şekilde rüzgâra ve dalgalara yakalanırlarsa ona seslenirler, o da daima denizcilerin taleplerini dinlemeye hazırdır.
Fujian’da birçok denizci bulunur ve her yıl denizde insanlar kaybolur. Büyük olasılıkla bu sebepten Gök Tanrıçası yeryüzündeki hayatı boyunca halkının haline üzülmüştür. Zihni sürekli boğulmakta olanları sefaletinden kurtarmaya odaklanmış olduğundan, şimdilerde sıklıkla denizlerde ortaya çıkar.
Denize açılan her geminin kamarasında Gök Tanrıçası’nın bir resmi asılıdır ve ayrıca kâğıttan yapılmış üç tılsım da gemide tutulur. Tılsımlardan ilkinde taç ve asa taşıyan, ikincisinde sıradan elbiseler içinde bir kız olarak ve üçüncüsünde dalgalı saçları, yalın ayaklarıyla elinde bir kılıç tutarken resmedilmiştir. Gemi tehlikedeyse ilk tılsım yakılır ve yardım gelir. Eğer bu fayda etmezse, ikincisi ve en son üçüncüsü yakılır. Hâlâ yardım gelmemişse yapılacak bir şey kalmamıştır.
Denizciler rüzgâr, dalgalar ve kara bulutlar arasında rotalarını kaybettiklerinde Gök Tanrıçası’na ciddiyetle dua ederler. Sonra suların karşısında kırmızı bir fener belirir. O feneri takip ederlerse tüm tehlikelerden korunurlar. Gök Tanrıçası sıklıkla gökyüzünde durmuş, kılıcıyla rüzgârı dağıtırken görülebilir. Bunu yaptığında rüzgâr kuzey ve güney yönlerine doğru hareket eder ve dalgalar durulur.
Ahşap bir asa daima kamaradaki kutsal resmi önünde bulundurulur. Balık şeklindeki ejderhaların denizde oynadığına sık sık rastlanır. Bunlar, güneş gökyüzünde batıp denizler derin karanlığa gömülene kadar birbirlerine su fışkırtan iki devasa balıktır. Sıklıkla, uzaklarda ve karanlıkta parlak bir açıklık görülebilir. Eğer gemi o açıklığa doğru düz bir rotada seyrederse kurtulur ve derhal tekrardan sakin sularda ilerlemeye başlar. Geriye dönüp bakıldığında bu iki balığın hâlâ su fışkırttığı görülebilir. Gemi doğrudan ağızlarının altından geçmiştir. Ancak balık-ejderler yüzerken daima bir fırtına yaklaşmakta olur; bu sebeple ejderhaların gemiyi derinliklere doğru çekmemesi için kâğıt ya da yün yakmak iyi olacaktır. Bunun yerine Asa Ustası kamaradaki asa önünde tütsü de yakabilir. Sonrasında asayı alıp daire şeklinde üç kez suyun üzerinde sallamalıdır. Eğer bunu yaparsa ejderhalar kuyruklarını kıstırıp kaçacaktır.
Buhurluktaki küller hiçbir sebep yokken havaya doğru uçup dağıldığında, bu büyük bir tehlike altında olduklarının habercisidir.
Yaklaşık üç yüz yıl önce Formosa Adası’nı zapt etmek için bir ordu kuruldu. Kaptanın sancağı beyaz bir atın kanıyla kutsanmıştı. Gök Tanrıçası birdenbire sancağın ucunda göründü. Hemen ardından da gözden kayboldu, fakat işgal başarılı oldu.
Bir keresinde de Qianlong’un hükümdarlığı sırasında, bakan Chou Ling’e Ryukyu Adaları’na yeni bir kral ataması emredildi. Donanma, Kore’nin güneyinde ilerlerken bir fırtına çıktı ve gemi kara girdaba doğru sürüklendi. Su mürekkep rengindeydi, güneş ve ay parlaklığını kaybetti ve mürettebat arasında kimsenin canlı çıkamadığı kara girdaba kapıldıkları söylentisi dolaşmaya başladı. Denizciler ve gezginler ağıtlarla sonlarını bekliyorlardı. Aniden su yüzeyinde kırmızı fenerler gibi sayısız ışık belirdi. Bunun üzerine denizciler çok mutlu olup kamaralarında dua etmeye başladılar. “Hayatlarımız kurtuldu!” diye bağırdılar, “Kutsal Ana yardımımıza geldi!” Gerçekten de altın küpeli güzel bir kız ortaya çıkmıştı. Elini havada salladı ve rüzgâr kesilip dalgalar duruldu. Gemi çok güçlü bir el tarafından çekiliyormuş gibiydi. Dalgaların arasından sıyrıldı ve birden kara girdabın sınırlarının ötesine geçti.
Chou Ling dönüp olan biteni rapor etti ve Gök Tanrıçası için bir tapınak inşa edilmesini, isminin de tanrılar listesine eklenmesini istedi. Hükümdar bu isteği uygun buldu. O günden beri tüm liman kentlerinde Gök Tanrıçası’nın tapınakları bulunur. Doğum günü ise dördüncü ayın sekizinci gününde oyunlar ve kurbanlar eşliğinde kutlanır.
Adı Tian Hou ya da daha doğru şekliyle Tien Fe Niang Ni-ang olan “Gök Tanrıçası” genellikle liman kentlerinde tapınılan Taocu bir tanrıçadır. Masalları esas olarak Fujian vilayetinin yerel efsanelerinden oluşur. Tian Hou, Mançu Hanedanı’nın kuruluşundan bu yana resmen tanınan tanrılardan biridir.
Ateş Tanrısı
Fu Şi’den çok önceleri, Büyülü Kaynakçı Chu Yung insanların hükümdarıydı. Ateşin kullanımını keşfetmişti, sonraki nesiller yemeklerini pişirmeyi ondan öğrendiler. Bu nedenle torunları ateşi korumakla görevlendirilirken, kendisi de Ateş Tanrısı olmuştu. Dünyanın başlangıcında beş tanrıdan biri olarak ortaya çıkan Ateş Tanrısı’nın vücut bulmuş halidir. Ateş Tanrısı’na, Kutsal Güney Dağı’nın Efendisi olarak ibadet edilir. Gökyüzünde Kızıl Yıldız, göğün güney çeyreği ve Ateş Kuşu onun egemenliği altındadır. Yangın tehlikesi olduğunda Kızıl Yıldız kendine has bir ışıltıyla parlar. Sayısız ateş kargası bir eve uçtuğunda, içeride kesinlikle yangın çıkacaktır.
Dört ırmak diyarında çok zengin biri yaşıyordu. Bir gün at arabasına binip uzun bir yolculuğa çıktı. Yolda kendisini de yanına alması için yalvaran, kırmızı giysiler içindeki bir kızla karşılaştı. Arabaya binmesine izin verdi ve yarım gün boyunca kızın oturduğu yöne bile bakmadan yoluna devam etti. Daha sonra kız arabadan indi ve veda ederken şöyle dedi: “Siz gerçekten iyi ve dürüst bir insansınız, bu yüzden doğruları anlatacağım. Ben Ateş Tanrısı’yım. Yarın evinizde bir yangın çıkacak. İşlerinizi yoluna koymak ve eşyalarınızın kurtarabildiğiniz kadarını kurtarmak için bir an önce eve gidin!” Dehşete kapılan adam atlarını tam tersi yöne döndürüp olabildiğince hızlı bir şekilde eve döndü. Sahip olduğu hazine, kıyafet, mücevher türünden ne varsa hepsini evden çıkardı. Tam uyumak üzere uzanacağı sırada, ocaktan tüm yapı toz ve küle dönüşüp çökene kadar söndürülemeyen bir yangın çıktı. Neyse ki adam, Ateş Tanrısı sayesinde tüm taşınabilir eşyalarını kurtarmıştı.
Kutsal Güney Dağı, Hunan vilayetindeki Songshan’dır. Kızıl Yıldız Mars’tır. Göğün güney çeyreğindeki takımyıldızları Çin’de “Ateş Kuşu” adı altında gruplandırılır. “Dört ırmak diyarı” günümüzde Çin’in batısındaki Sichuan’dır.
Üç Hükümdar Tanrı
Biri gökyüzünde, biri yeryüzünde ve diğeri sularda bulunan üç hükümdar vardır, bunlara Üç Hükümdar Tanrı denir. Bu üçü kardeştir ve Yangzi Jiang Keşişi’nin babasının soyundan gelirler. Babaları bir gün ırmağın üzerinde seyrederken bir soyguncu tarafından suya atılmıştı; fakat önüne çıkan bir deniz tanrısı onu beraberinde ejder kalesine götürdüğü için boğulmadı. Ejderha Kralı, adamı gördüğü an onun sıradan biri olmadığını anlayıp kızıyla evlendirdi.
Erken gençlik dönemlerinden itibaren oğullarının üçü de gizli bilgeliğe özel bir eğilim göstermekteydiler ve birlikte denizdeki bir adaya gittiler. Oturup meditasyon yapmaya başladılar. Hiçbir şey duymadılar, hiçbir şey görmediler, tek kelime konuşmadılar ve hareket etmediler. Kuşlar gelip saçlarına yuva yaptı, örümcekler gelip yüzlerine ağlar ördü, solucanlar ve böcekler gelip burunlarında ve kulaklarında bir içeri bir dışarı süründü. Ama hiçbirine aldırış etmediler.
Birkaç yıl meditasyon yaptıktan sonra gizli bilgeliğe ulaşıp tanrı oldular. Büyük Tanrı onları Üç Hükümdar Tanrı olarak atadı. Varlıkları gökler oluşturur, yeryüzü tamamlar ve sular yaratır. Üç Hükümdar Tanrı bu amaçla var olan esas güçlerinin hepsini düzenin sağlanması için hizmete sunmuşlardı. Bu nedenle ilk tanrılar olarak da bilinirler ve dünyanın her yerinde onlar adına tapınaklar inşa edilmiştir.
Bir tapınağa girerseniz Üç Hükümdar Tanrı’yı tek bir kaide üzerine yerleştirilmiş halde bulursunuz. Kafalarına kadın şapkası takmışlardır, ellerinde krallarınkine benzer asalar tutarlar. En sağda duran sert bakışlara ve öfke dolu bir görünüme sahiptir. Sebebini soracak olursanız size şöyle denecektir: “Bu üçü kardeşti ve Büyük Tanrı onları Hükümdar Tanrılar yaptı. Böylece hangi sırayla oturacaklarını konuş tular. En genç olan dedi ki: ‘Yarın sabah güneş doğmadan önce burada buluşalım. İlk kim gelirse ortadaki onur koltuğuna, ikinci gelen kişi ikinci yere, üçüncü de üçüncü yere otursun.’ İki ağabey de öneriden memnundu. Ertesi sabah en genç olan erkenden gelip ortaya oturdu ve suların tanrısı oldu. Ardından ortanca kardeş gelip sola oturdu ve göklerin tanrısı oldu. En son gelen, en büyük olan kardeşti. Kardeşlerinin çoktan gelip yerlerine oturduğunu görünce öfkelendi ancak tek kelime edemedi. Sinirden yüzü kıpkırmızı kesildi, gözbebekleri mermi gibi yuvalarından fırladı ve damarları şişti. Gelip sağa oturdu ve yeryüzü tanrısı oldu.” Tanrıların heykelini yapan zanaatkârlar bunu fark ettiler, bu sebeple onu daima o şekilde betimlerler.