Trol Dügünü
Çok uzun zaman önce bir yaz mevsiminde Melbustad halkı sürülerini otlatmak için tepeye tırmandı. Tepeye gelmelerinin üzerinden sadece kısa bir süre geçmişti, öküzler o kadar huzursuzca kıpırdanıyorlardı ki sürüyü bir arada tutmak neredeyse imkansız hale gelmeye başlamıştı. Henüz evlenmemiş birçok genç kız onları bir arada tutmak için çabaladı ancak hiçbiri başarılı olamadı; ta ki yeni nişanlanmış bir genç kız ortaya çıkana kadar. Genç kız ortaya çıktığında öküzlerin hepsi sakinleşti ve kolaylıkla idare edilebildiler. Bunun sonucunda genç kız, köpeğinden başka arkadaşlık edecek kimse olmadan tepede yalnız kaldı. Günlerden bir gün kulübesinde otururken sevgilisi geldi. Birlikte oturdular, sevgilisi bir an önce evlenmeleri gerektiğini söyledi ancak genç kız sessizce oturup dinlemekle yetindi; çünkü sevgilisinde bir gariplik sezmişti. Çok geçmeden birçok insan kulübeye gelmeye, masayı çatal bıçak takımlarıyla süslemeye, sofraya yemekler koymaya başladılar. Nedimeler gelinlik tacı, aksesuarlar ve güzel mi güzel bir gelinlik getirerek gelini giydirip tacı başına koydular. O günlerde gelenek öyle olduğundan parmağına da yüzükleri takıştırdılar.
Genç kıza sanki orada bulunan herkesi tanıyormuş gibi gelmişti; köyden kadınlar ve onun yaşındaki genç kızlar vardı, ancak köpek her şeyin ne kadar tuhaf olduğunun farkındaydı. Köpek adeta uçarcasına zıplayarak Melbustad Köyü’ne indi. Köy halkı onu takip edene kadar en içler acısı haliyle havlayıp uludu. Genç kızla evlenecek olan delikanlı yanına silahını alarak tepeyi tırmandı, kulübeye yaklaştığında sayısız atın kulübenin çevresinde eyerlenmiş ve dizginlenmiş olduğunu gördü. Kulübeye doğru sürünüp duvardaki bir delikten içeriye baktığında bir grup insanın oturduğunu gördü. Yeraltı ahalisinden troller oldukları o kadar barizdi ki hemen çatıya çıkıp silahıyla onlara ateş etti. Tam o anda kulübenin kapısı açıldı ve ardı ardına her biri bir öncekinden daha büyük gri iplik yumakları delikanlının bacaklarına isabet etmeye başladı. Sonrasında kulübeden içeri girdiğinde genç kızın gelinliğiyle oturduğunu gördü. Tek eksik parmağındaki yüzüğüydü, yüzüğü de takıldı mı her şey tastamam olacaktı.
“Tanrı aşkına, burada ne oldu böyle?” diye sordu delikanlı çevreye göz gezdirerek. Gümüş çatal bıçaklar hâlâ masada duruyordu, ancak leziz yemeklerin hepsi yosun ve mantar, kurbağa ve benzeri şeylere dönüşmüştü.
“Bu ne anlama geliyor?” diye sordu delikanlı. “Bütün muhteşemliğinle burada öylece oturuyorsun. Sanki bir gelin gibi…”
“Bunu bana nasıl sorarsın?” diye yanıtladı genç kız, “Sabahtan beri karşımda oturmuş düğünümüz hakkında konuşup duran senken, bunu bana nasıl sorarsın?”
“Hayır, buraya az önce geldim,” dedi delikanlı. “Benim görüntümü taklit eden bir başkası olmalı!”
Bunun üzerine genç kız yavaş yavaş kendine geldi, ancak düşüncelerini toparlayabilmesi uzun zaman almıştı ve nasıl da sevgilisinin, arkadaşlarının ve akrabalarının gerçekten orada oldukları sanısına kapıldığını anlattı. Delikanlı, kızı doğruca köye götürdü, böylece ileride bu gibi şeytanice şeylerden korkmaları gerekmeyecekti. Yeraltı ahalisinin getirdiği gelinlik hâlâ daha genç kızın üzerindeyken düğünlerini yaptılar. Taç ve aksesuarları da Melbustad’a astılar ve rivayete göre bunlar köyde hâlâ asılıdır.
*“Trol Düğünü” hikâyesinde genç kız, uğursuz bir hilebazlık ve aldatmacayla karşı karşıya kalmıştır (Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 50, Hadeland’dan bilge ve şifacı bir kadın olan Signekjarring tarafından anlatılmıştır). Bu hikâyenin karakteristik özelliği, troller tarafından yapılan büyünün veya sihrin, bunu yaptıkları yerin üzerinde silah ateşlemekle ortadan kalkacağı inancıdır. Böylelikle her şey, gerçekte nasılsa o formu geri alır. Ayrıca trollerin rahatsız edildiklerinde ip yumaklarına dönüşmeyi sevdikleri ve yuvarlanarak hızlıca ortadan kaybolmaları inanışı da gerçekten ilginçtir.
Huldres Sapkasi
Günlerden bir gün bir çiftlikte büyük bir düğün düzenlenmiş, bir çiftçi de bu düğün ziyafetine katılmak için evinden yola çıkmıştı. Tarlanın birini geçmeye karar vermişti ki bir süt süzgeci buldu. Bu, ineklerin kuyruğundan yapılan süzgeçlerden biriydi ve eski, kahverengi bir paçavraya benziyordu. Temizleyebileceğini düşünerek süzgeci eline aldı. Süzgeci yıkadıktan sonra karısına verebilir, o da bunu bir bulaşık bezi olarak kullanabilirdi. Düğünün yapıldığı eve geldiği zaman fark etti ki kimse onu göremiyordu. Gelin ve damat diğer misafirlere başlarını sallayarak selam veriyor, onlarla sohbet ediyorlar ve onlara içecek ikram ediyorlardı, ancak çiftçi ne bir selam almıştı ne de bir içecek. Sonra baş aşçı gelerek misafirlere sofraya oturmalarını söyledi ama çiftçiye ne bir şey söylendi ne de çiftçi bir şey yedi. Kimse ondan oturmasını istemediyse o da oturmayacaktı. En sonunda sinirlenerek kendi kendine, “Ben iyisi mi eve gideyim. Burada tek bir kişi bile beni umursamıyor,” diye düşündü. Eve vardığında, “İyi akşamlar, eve döndüm ben,” dedi.
“Tanrı aşkına, geri mi döndün?” diye sordu karısı.
“Oradaki kimse beni umursamadı, hatta lütfedip de bana bakmadılar bile. İnsanlar beni umursamayınca ben de orada bulunmamın anlamsız olduğunu düşündüm,” dedi adam.
“Ama neredesin ki? Sesini duyuyorum ama seni göremiyorum?” diye bağırdı karısı.
Adam görünmez olmuştu, çünkü bulduğu nesne aslında bir huldres şapkasıydı.
“Ne diyorsun sen? Beni göremiyor musun yani? Aklını mı kaybettin be kadın?” diye sordu adam. “Senin için eski bir süzgeç getirdim. Dışarıda, tarlanın orada buldum,” diyerek süzgeci tezgâhın üzerine attı. Karısı artık onu görebiliyordu, tam bu sırada tezgâhın üstündeki huldres şapkası da kayboluverdi, çünkü şapka sadece ödünç alınabiliyordu. Adam şimdi neler döndüğünü anlamıştı ve düğün ziyafetine tekrar gitti. Bu sefer herkes tarafından dostça karşılandı, onlarla içmesi ve sofraya oturması için davet edildi.
*Bu hikâyede yeraltı dünyasının en nadide hazinelerinden birine rastlıyoruz: “Huldres şapkası” (Asbjörnsen, Huldreerentyr, I, s. 157; Eidsvold yakınlarında bir çiftçi kadın tarafından anlatılmıştır). Masallarda genelde avcı şapkası olarak karşılaşılan efsanevi bir masal eşyası, bu masalda daha gösterişsiz bir yer buluyor. Ne efsanevi bir değerle yüceltiliyor ne de masaldaki ana olayın kahramanı olarak farklılaştırılıyor. Bu masalda yaratılan eğlenceli hava da bunu açıkça gözler önüne seriyor.
Meryem Ana'nin Çocugu
Buradan çok uzaklarda, büyük bir ormanda, bir zamanlar fakir bir çift yaşıyordu. Tanrı onları küçük bir kız çocuğuyla kutsamıştı, ancak o kadar fakirlerdi ki küçük kızlarını nasıl vaftiz ettireceklerini bilemiyorlardı. Bu nedenle çocuğun babası vaftizin parasını ödeyebilecek bir vaftiz babası bulup bulamayacağına bakmak için yola çıktı. Bütün bir gün boyunca bir ona bir buna gidip sordu ama hiç kimse kızın vaftiz babası olmak istemiyordu. Akşama doğru, adam tam da dönüş yolundayken çok cana yakın bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımın üzerinde muhteşem kıyafetler vardı ve çok kibar, çok sıcakkanlı biri gibi görünüyordu. Adama, kızının vaftiz olmasına yardımcı olmak istediğini, ancak vaftiz töreni sonrasında kız çocuğunun kendisinde kalması gerektiğini söyledi. Adam, bunu öncelikle karısına sorması gerektiğini söyledi. Eve varıp karısına sorduğunda ise açıkça, “Hayır,” cevabını aldı. Bir sonraki gün adam tekrardan bir vaftiz babası bulmak için yollara düştü ama kimse vaftiz babası olup da vaftiz töreninin ücretini ödemek istemiyordu. Adam ne kadar yalvarırsa yalvarsın, hiçbir sonuç elde edemiyordu. O günün akşamı eve dönerken yine o soylu görünümlü kibar hanımefendiyle karşılaştığında kadın yine aynı teklifi yaptı. Adam olanı biteni yine karısına anlattı ve eğer bir sonraki gün bir vaftiz babası bulamazsa büyük bir ihtimalle kızlarını, bu kibar ve cana yakın görünümlü hanımefendinin almasına izin vermeleri gerektiğini söyledi. Böylelikle adam üçüncü gün de bir vaftiz babası bulmak için yollara düştü, ancak yine bulamadı ve eve dönüş yolunda cana yakın hanımefendiyle karşılaştığında ona, eğer vaftiz töreni masraflarını karşılarsa çocuğun onda kalabileceğini söyledi. Bir sonraki gün hanımefendi ve beraberinde iki adam, çiftin kulübesine geldiler. Sonrasında hanımefendi, kız çocuğunu da alarak kiliseye giderek onu vaftiz ettirdi. Bunun ardından geçen birkaç yıl boyunca küçük kız üvey annesiyle yaşadı, kadın ona karşı daima kibardı.
Küçük kız kendi kendine düşünebilecek ve karar verebilecek kadar büyüdüğünde üvey annesi, bir yolculuğa çıkacağını ve kızın yalnız kalması gerektiğini söyledi. Kıza, “İstediğin odada kalabilirsin ama bu üç odaya girmeni istemiyorum,” dedikten sonra kadın yola çıktı. Küçük kız girmemesi gereken bir odaya girme isteğine karşı koyamadı, kapıyı açmasıyla, puf! Bir yıldız kaydı. Üvey anne eve geldiğinde kadın, yıldızının kaydığını gördüğünde o kadar üzüldü ki üvey kızını uzaklara yollamakla tehdit etti. Üvey kız ağladı durdu, yalvardı durdu; ta ki üvey annesi kalmasına razı gelene kadar.
Bir süre sonra üvey anne tekrar bir yolculuğa çıkmak istediğine karar verdi ve genç kıza henüz hiç girmediği iki odaya girmemesi gerektiğini söyledi. Genç kız bu sefer üvey annesinin isteğine uyacağına dair söz verdi, ancak evde bir süre yalnız kaldığında ikinci odada ne olabileceğine dair onlarca farklı düşünce aklına geldi. İkinci odanın kapısını açma dürtüsüne karşı koyamadı, kapıyı birazcık açıverdi ve puf! Ay uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Ay’ının uçuverdiğini görünce önceki gibi öyle çok üzüldü ki üvey kızına artık burada kalamayacağını ve gitmesi gerektiğini söyledi. Kız yeniden o kadar çok ağladı ve o kadar çok yalvardı ki onu evden kovmak imkânsız bir hale geldi ve bir kez daha evde kalmasına izin verildi.
Bunun sonrasında üvey anne bir yolculuğa daha çıkmaya karar verdi. Artık epey büyümüş olan genç kıza üçüncü odaya kesinlikle girmemesi gerektiğini, kapıyı azıcık açıp içeriye göz atmanın söz konusu bile olmadığını söyledi. Üvey anne bir süre uzaklarda olunca genç kız evde tek başına sıkıldı ve kapıyı açma dürtüsüne daha fazla dayanamaz oldu. “Ah, ah! Üçüncü odanın kapısını aralayıp içerisinde ne olduğunu görmek ne kadar da güzel olurdu,” dedi kendi kendine genç kız. İlk başta gerçekten de kapıyı açmamak için kendi düşüncelerini kontrol etmeye çalıştı, çünkü üvey annesi onu uyarmıştı ama düşüncelerine engel olamayınca kapıyı azıcık aralayıp içeri şöyle bir bakmanın sorun olmayacağını düşündü. Sadece azıcık kapıyı aralamıştı ki puf! Güneş uçuverdi. Üvey anne geri dönüp de Güneş’inin uçup gittiğini gördüğünde çok üzüldü ve genç kıza artık burada kalmasının kesinlikle mümkün olmadığını söyledi. Üvey kız bu sefer öncekilerden de daha acıklı ağlayıp yalvardı ama hiçbir faydası olmadı. “Hayır, seni cezalandırmam gerekiyor,” dedi üvey annesi. “Ancak kararı sana bırakıyorum. Ya bütün genç kızlar arasında en güzeli olur ama konuşma yetini kaybedersin ya da çok çirkin bir genç kız olur ve konuşma yetini kaybetmezsin. Hangisini seçersen seç bu evi terk etmek zorundasın.” Kız şöyle cevap verdi: “Öyleyse dünyanın en güzel kızı olup konuşma yetimi kaybetmeyi seçiyorum.” Böylece dünyalar güzeli bir kıza dönüştü, ancak o günden sonra dili tutulmuş, konuşamaz olmuştu.
Böylece kız üvey annesini terk etmiş ve bir süre etrafta öylece dolanıp durmuştu. En sonunda büyük mü büyük, geniş mi geniş bir ormana denk geldi. Ne kadar ilerlerse ilerlesin ormanın sonu bir türlü gelmiyordu. Akşam olduğunda genç kız yüksek bir ağaca tırmandı ve bir su kaynağının üzerinde durduğunu gördü. Ağacın dalına oturup burada uyumaya karar verdi. Bu ağacın çok yakınında bir kralın kalesi vardı ve sabahın erken saatlerinde hizmetçi kız, Prens'in çayını yapabilmek için su almak üzere su kaynağına gelmişti. Su kaynağında güzeller güzeli bir yüz gören hizmetçi kız, bu yüzü kendi yüzü sandı. Kovasını fırlatarak hemen eve koştu ve başı dik bir ifadeyle şöyle dedi: “Eğer gerçekten de o kadar güzelsem su almak için kova taşımak bana yakışmaz!” Bunun üzerine bir başka hizmetçi kız su alması için yollandığında o da aynı şekilde geri geldi ve bu iş için gereğinden fazla güzel olduğunu söyledi. Sonrasında ise bütün bunlara neyin neden olduğunu görmek amacıyla Prens kendisi gitti. Su kaynağına geldiği zaman o da tıpkı diğerleri gibi suya yansıyan yüzü gördü ve hemen yukarı, ağaca baktı; böylece ağacın dalında oturan güzeller güzeli genç kızı gördü. Tatlı sözler söyleyerek genç kızı ağaçtan indirerek birlikte eve döndüler. Kız o kadar güzeldi ki Prens'in gelini olmasından başka bir şey söz konusu dahi olamazdı. Ne var ki Prens'in annesi hâlâ hayattaydı ve buna itiraz etti. “Kız konuşamıyor, belki de trol ahalisinden biridir,” dedi, fakat Prens'in içi, genç kızın kalbini kazanmadan rahat edemeyecekti. Evlenmelerinin üzerinden bir süre geçmişken Tanrı, Prenses'i bir çocukla kutsadı ve Prens, sevgilisini sıkı bir koruma altına aldı. Bir de ne olsun! Hepsi uykuya daldı ve kızı büyüten üvey annesi geldi. Bebeğin bir parmağını kesip kanın bir kısmını Prenses'in ağzına ve ellerine sürdü ve şöyle dedi: “İşte şimdi sen de en az yıldızımı kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Üvey anne bunu söyledikten sonra çocuğu beraberinde götürerek ortadan kayboldu. Prens'in, Prenses'i korumaları için kapısına diktiği nöbetçiler uyandıklarında Prenses'in çocuğu mideye indirdiğini gördüler ve Anne Kraliçe onun bu nedenle yakılmasını istedi. Ama Prens, Prenses'i o kadar çok seviyordu ki yalvardı, yakardı; sonunda onun ceza almasını engelledi. Tabii bunun için çok uğraşması gerekmişti.
Tanrı Prenses'e ikinci bir çocuk bahşettiğinde çevresindeki nöbetçi sayısı ilkinin iki katına çıkartıldı, ancak her şey yine bir önceki seferki gibi oldu. Tek fark üvey annenin söylediklerinin öncekinden farklı olmasıydı: “İşte şimdi sen de en az Ay’ımı kaybettiğimde benim üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prenses ağladı ve yalvardı (üvey annesi oradayken konuşabiliyordu), ancak bunun bir faydası olmadı. Anne Kraliçe onun yakılması üzerinde diretti durdu ama Prens bu sefer de Prenses'in ceza almamasını sağladı. Tanrı, Prenses'e üçüncü bir çocuk bağışladığında ilkinin üç katı kadar nöbetçi başına dikildi. Nöbetçiler uyuduğunda üvey anne geldi ve çocuğu alıp parmağını kesti. Kanının bir kısmını Prenses'in ağzına sürdü ve “İşte,” dedi, “şimdi sen de en az Güneş’imi kaybettiğimde üzüldüğüm kadar üzülesin!” Prens ne yaparsa yapsın Prenses'i kurtarma imkanı yoktu, bu sefer Prenses yanmaktan kaçamayacaktı. Tam Prenses kazığa götürülürken üvey anne, beraberinde üç çocukla ortaya çıktı. En büyüğünün ve ortancanın ellerinden tutmuştu; küçük olanı ise kucağına almıştı. Genç Prenses'in karşısına geçti ve “İşte, çocukların burada. Şimdilik onları sana geri veriyorum. Ben Meryem Ana’yım ve hissettiğin üzüntü, Yıldız’ımın, Ay’ımın ve Güneş’imin uçmalarına izin verdiğinde benim hissettiğim üzüntünün aynısıdır. Artık yaptığın şeyin cezasını çektin ve bu andan itibaren konuşma yetini geri alabilirsin!”
Bunun üzerine Prens ve Prenses'in yaşadığı mutluluk belki hayal edilebilir, fakat asla ifade edilemez. Sonsuza dek mutlu mesut yaşadılar; o günden sonra Anne Kraliçe bile Prenses'e düşkün biri olup çıktı.
*“Meryem Ana’nın Çocuğu” (Asbjörnsen, ve Moe, N.F.E., s. 34, bölüm 8, Bresemann çevirisinden alınmıştır [1847]), dini motiflerin bulunduğu bir masaldır; ayrıca Almanya’da da herkesçe bilinir. Meryem Ana’nın başkahraman olduğu güzel bir masaldır.
Firtina Büyüsü
Miço çocuk, kaptanıyla beraber yaz boyunca oradan oraya seyahat edip durmuştu, ancak sonbaharda yelken açmaya hazırlandıkları sırada endişeli bir ruh haline bürünüp yola çıkmak istemedi. Kaptan onu seviyordu. Henüz küçük bir çocuk olsa da güvertede sanki evindeymiş gibi rahattı. Uzun ve iri yapılı bir delikanlıydı ve ihtiyaç duyulduğunda her işte yardıma koşuyordu. Ayrıca herhangi bir denizci kadar iş yapıyordu ve o kadar eğlenceli bir kişiliği vardı ki bütün tayfanın moralini daima yüksek tutuyordu. Bu nedenle kaptan onu kaybetmek istemiyordu. Genç adam sonbaharda masmavi denizde olmak istemediğini, ancak gemi yüklenirken ve denize açılmaya hazırlanırken güvertede bulunup yardım edebileceğini söyledi. Pazar günü tayfa hâlâ karadayken kaptan -kendi hesabına- biraz kereste ve kütük almak için ormanın yakınındaki çiftliğe gitti. Genç adam nöbetçi olarak gemide bırakılmıştı ancak bilinmesinde fayda var ki genç adam bir pazar günü doğmuştu ve dört yapraklı bir yonca bulmuştu. İşte bu nedenle çocuğun altıncı hissi kuvvetliydi. Görünmez kimseleri görebiliyordu, tabii onlar çocuğu göremiyorlardı.
Genç adam öndeki kamarada otururken geminin içinde sesler duydu. Duvardaki bir çatlaktan dışarıyı gözlediğinde kömür karası üç karganın güverte kirişinde durduklarını gördü. Kargalar kocaları hakkında konuşuyorlardı, üçü de onlardan bıkmıştı ve onları öldürmeyi planlıyorlardı. Bunların başka bir şekle bürünmüş üç cadı olduklarını herkes tahmin edebilirdi.
“Burada bizi duyabilecek kimse olmadığından eminsiniz değil mi?” dedi kargalardan biri, konuşma şeklinden dolayı genç adam bu karganın kaptanın karısı olduğunu anlamıştı.
“Gördüğün gibi kimse yok,” dedi diğerleri. Onlar da birinci ve ikinci iaşe subaylarının karılarıydı. “Gemide tek bir kişi bile yok.”
“Öyleyse onlardan kurtulmak için çok iyi bir yol bildiğimi size söylersem sorun olmaz,” dedi kaptanın karısı yeniden konuşarak, diğer iki kargaya biraz daha yanaştı. “Kendimizi dev birer dalgaya dönüştüreceğiz, böylece gemiyi batırıp üzerindeki her bir kişiyi denizin dibine postalayacağız.”
Bu fikir diğerlerinin hoşuna gitmişti. Uzun süre orada durup bunu nasıl yapacakları üzerine tartıştılar. Kaptanın karısı bir kez daha, “Bizi duyabilecek kimse yok değil mi burada?” diye sordu.
Diğerleri de, “Gördüğün gibi kimse yok,” dediler yeniden.
“Yapmak istediğimiz şeyi gerçekleştirmemize engel olacak bir karşı büyü var, biliyorsunuz. Eğer olur da biri kullanırsa bunun bizim için büyük bir zorluk oluşturacağını da biliyorsunuz. Hayatımıza mal olabilir!”
“Karşı büyünün ne olduğunu biliyor musun kardeşim?” diye sordu iaşe subaylarından birinin karısı.
“Bizi dinleyen kimse olmadığından eminsiniz değil mi? İlerideki kamarada sanki birisi sigara içiyormuş gibi gelmedi mi size de?”
“Her yere baktığımızı biliyorsun. Sadece mutfaktaki ateşi söndürmeyi unutmuşlar ve o da duman oluşmasına neden olmuş,” dedi iaşe subayının karısı ve “Anlat bakalım,” dedi.
“Eğer huş ağacından üç sicim satın alınırsa,” dedi cadı ve ekledi, “ama bu tam bir ölçü olmalı ve alım sırasında pazarlık yapılmamalı. İlk dalga vurduğunda ilk sicim parça parça suya atılmalı, ikinci dalga vurduğunda ikinci sicim parça parça suya atılmalı, üçüncü dalga vurduğunda üçüncü sicim parça parça suya atılmalı. İşte o zaman hapı yutarız!”
“Evet, kardeşim çok doğru; işte o zaman hapı yutarız!” dedi iaşe subaylarının karıları. “Ama tabii, kimse bunu bilmiyor,” diye haykırdılar ve yüksek sesle güldüler. Sonrasında ise ambarın ağzından uçup gittiler kuzgun gibi gaklayarak.
Yelken açma vakti geldiğinde dünyada hiçbir şey miço çocuğu kararından vazgeçiremezdi. Kaptanın tatlı dili ya da verilen sözlerin artık bir anlamı yoktu, hiçbir şey onlarla gitmeye ikna edemezdi onu. En sonunda sonbahar geldiği için korktuğunu ve annesinin mutfak önlüğüne tutunarak ocağın arkasına saklanmayı tercih edip etmediğini sordular ona. Hayır, dedi genç adam. Korkmuyordu, hiç kimse onun daha önce, karada yaşayan adamlar gibi korku emareleri gösterdiğini söyleyemezdi. Bunu onlara kanıtlamaya da hazırdı, böylece onlarla yelken açmaya karar verdi ancak bazı istekleri vardı. Huş ağacından tam doğru ölçüde üç sicim getirilecek, kendi seçtiği bir günde geminin kaptanlığı ona devredilecekti. Kaptan bunun gerçekten de saçma bir istek olduğunu dile getirerek daha önce hiç kimsenin bir miçoya geminin komutasını devrettiğini duymadığını söyledi. Genç adam şartlarının bunlar olduğunu söyledi. Eğer ki huş ağacından üç sicim bulunmazsa ve sadece bir günlüğüne -ki kaptan ve tayfa o günün hangi gün olduğunu önceden öğreneceklerdi- gemiyi ona emanet edip de kaptan olarak ona biat etmezlerse ne bu gemiye bir kez daha adım atacak ne de katran ve ziftle ellerini kirletip gemiyle alakadar olacaktı. Bütün bunlar kaptana çok garip gelmişti ama sonunda şartları kabul etti, çünkü hiç şüphe yok ki bu genç adamla birlikte yelken açmak istiyordu. Ayrıca bir kez yola çıktılar mı genç adamın bu isteklerinden vazgeçeceğini düşünmüştü. İaşe subayı da kaptanla aynı fikirdeydi. “İstediği şekilde emir vermesine izin verin, eğer bir şeyler yolunda gitmezse ona yardım ederiz,” dedi. Böylece pazarlık edilmeden, tam doğru ölçüde alınmış huş ağacından sicimler getirildi ve yelken açtılar.
Miço çocuğun kaptanlık görevini üstleneceği gün gelip çattığında hava çok güzel, deniz sakindi; ancak genç adam, tayfadan ufak bir yelken bezi dışında bütün yelkenleri indirmelerini istedi. Kaptan ve tayfa ona gülerek şöyle dediler: “İşte böyle bir kaptanla karşı karşıyayız şu an. Gerçekten de bütün yelkenleri indirmemizi mi istiyorsunuz?”
“Şimdi değil,” dedi miço, “fakat yakında.”
Aniden şiddetli bir fırtına patlak verdi, onları öyle bir sarstı ki alabora olacaklarını sandılar. Eğer yelkenleri indirmemiş olsalardı hiç şüphe yok ki gemiye vuran ilk büyük dalgada alabora olurlardı.
Çocuk ilk sicimin parça parça denize atılması emrini verdi; sadece bir sicimin, asla ikisinin değil, ardından çocuk, onların diğer sicimlere dokunmasına dahi izin vermedi. Artık her bir kelimesini sorgusuz sualsiz yerine getiriyorlar ve gülmüyorlardı. Sicimi parça parça denize attılar. Son parça da denize düştüğünde bir inleme sesi duydular, sanki birisi ölümle boğuşuyordu; ardından fırtına geçti.
“Tanrıya şükürler olsun!” dedi tayfa ve kaptan, “Firmaya gemiyi ve beraberindeki yükü kurtardığından bahsedeceğim,” diye de ekledi kaptan.
“Bunları duymak gerçekten çok güzel, ancak işimiz henüz bitmedi,” dedi çocuk ve ekledi, “Daha kötüsü de gelecek.” Her bir küçük yelkeni toplamalarını emretti; pik yelkenler de bu emre dahildi. İkinci fırtına, ilkinden bile daha kötü vurdu onları; fırtına o kadar şiddetli, o kadar korkunçtu ki bütün tayfanın içi korkuyla dolmuştu. Fırtına şiddetinin doruğundayken çocuk onlara ikinci sicimi denize atmalarını söyledi. Onlar da sicimi parça parça denize atıp üçüncü sicimi ellememeye özen gösterdiler. Son parça da denize düştüğünde yine inlemeye benzer bir ses duydular. Sonrasında ortalık sakinleşti. Çocuk, “Şimdi, sadece bir fırtına daha var; bu en kötüsü olacak,” diyerek herkesi bulunmaları gereken görev noktalarına yolladı. Gemideki tek bir halat dahi kendi başına sallanmıyordu.
Son fırtına o kadar kötü bir şekilde vurmuştu ki onları, ilk iki fırtına bunun yanında hiçbir şeydi. Devasa dalga vurduğunda gemi yan yatmış, güvertede ne var ne yoksa dalga tarafından süpürülmüştü. Tayfa geminin tekrardan düzeleceğini sanmıyordu.
Fakat çocuk, huş ağacından yapılmış son sicimi de parça parça, ne bir parça eksik ne bir parça fazla olacak şekilde denize atmalarını söyledi. Sicimin son parçası da denize düştüğünde derinlerden gelen, inlemeye benzer bir ses duydular; sanki birisi acı çekerek ölüyordu. Her şey tekrardan durulduğunda gözlerinin görebildiği en uzak noktaya kadar bütün deniz kan rengine bürünmüştü.
Karaya vardıklarında kaptan ve iaşe subayları karılarına yazmaktan bahsettiler. “Sanırım artık bir karınızın olmadığını fark edip,” dedi miço onlara, “her şeyi oluruna bıraksanız iyi olabilir.”
“Ne saçma sapan konuşuyorsun sen öyle, çokbilmiş seni! Artık karılarımız yok mu?” dedi kaptan. “Yoksa onlardan kurtuldun mu?” dedi iaşe subayları.
“Hayır, hayır. Hepimiz beraber onlardan kurtulduk,” diye yanıtladı çocuk. Tayfanın karada, kaptanın da odun alışverişinde olduğu pazar akşamı gemi nöbetinde neler duyduğunu, neler gördüğünü bir bir anlattı.
Eve doğru yelken açtıklarında öğrendiler ki karıları fırtınanın olduğu gün ortadan kaybolmuşlardı, o günden beri onları ne gören vardı ne de duyan.
*“Fırtına Büyüsü”(Asbjörnsen, Huldreeventyr, I, s. 248. Christiana yakınlarında Rasmus Olsen adında bir denizci tarafından anlatıldı), deniz ve cadılarla ilgili esrarengiz bir masal. “Fritjof Efsanesi”ndeki başkahraman da fırtına olmasını sağlayan iki cadı karşısında benzer bir macera atlatmaktadır. Miço'nun yaptığı karşı büyünün kaynağını bilmek ve neden huş ağacının seçildiği, ayrıca parça parça denize atıldığında nasıl cadıları yok edebildiğini öğrenmek ilginç olacaktır.
Dört Silinlik Parça
Bir zamanlar köyden çok uzakta, köhne görünümlü bir kulübede oturan yoksul bir kadın vardı. Ağzına koyacak azıcık lokması, ondan daha da az odunu olduğundan küçük oğlunu ormana, yakacak odun getirmeye yolladı. Sonbahardı ve gökyüzü griydi. Hava o kadar soğuktu ki ısınabilmek için oğlan bir hopladı bir zıpladı, bir zıpladı bir hopladı. Ne zaman yığına eklenecek yeni bir ağaç kökü veya ağaç dalı bulsa ellerini çapraz yaparak omuzlarına çarpıyordu çünkü elleri, soğuktan dolayı üzerlerinde yürüdüğü dağ mersini çalıları gibi kıpkırmızı olmuştu. El arabasını doldurduğunda eve doğru yöneldi. Daha önce biçilmiş ve üzerinde kökler kalmış bir tarladan geçiyordu ki tam o sırada sivri uçlu beyaz bir taş gözüne ilişti. “Ah, seni zavallı taş, ne kadar beyaz ne kadar da soluk bir renksin! Gerçekten donuyor olmalısın!” dedi delikanlı. Ceketini çıkardı ve taşın üzerine serdi. Yakacak odunlarla birlikte eve döndüğü zaman annesi, nasıl oldu da bu buz gibi sonbahar havasında sadece uzun kollu bir tişörtle dışarıda dolandığını sordu. Annesine sivri uçlu beyaz bir taş gördüğünü söyleyip ekledi, “Taş o kadar beyaz, o kadar solgun görünüşlü bir renkteydi ki ceketimi ona verdim. Hem üzerine kırağı düşmüştü.”