banner banner banner
Tarihimizdeki garip olaylar
Tarihimizdeki garip olaylar
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tarihimizdeki garip olaylar


OSMANLI’NIN İKİZ BEBEKLERİ

Osmanlı hanedanında (bildiğimiz kadarıyla) on kez ikiz doğum gerçekleşmiştir. 7 Ekim 1692 tarihinde II. Ahmet ve Rabia Hatun’un çocukları olarak dünyaya gelen İbrahim ve Selim hanedanın ilk ikizleri, 2 Aralık 1904’te Şehzade Mehmet Seyfettin Efendi ve Nervaliter Hatun’un çocukları olarak dünyaya gelen Ahmet Tevhit ve Fatma Gevheri hanedanın son ikizleridir. II. Mustafa, II. Mahmut, II Abdülhamit ikiz babası olan diğer padişahlardır. Ancak I. Abdülmecit’in iki kez, II. Ahmet’in ise üç kez ikiz babası olması gerçekten dikkate değerdir.

ZEMBİLLLİ ALİ EFENDİ

Sekizinci Osmanlı şeyhülislâmı olan Zembilli Ali Efendi dede soyu nedeniyle Ali Cemâlî ismiyle tanınmıştır. Zembilli Ali Efendi evinin penceresinden bir zembil[2 - Zembil: Hasırdan örülmüş, sepet benzeri saplı torba] sarkıtır, dinî konularda soruları olanlar, sorularını bir kağıda yazıp zembile koyardı. O da akşamları zembilini çekip soruların cevaplarını yazar, zembili tekrar sarkıtırdı. Bu nedenle “Zembilli Ali Efendi” namıyla meşhur oldu. Doğum tarihi bilinmemektedir, 1526 (Hicrî: 932) yılında İstanbul’da öldü, türbesi Zeyrek Yokuşu’ndadır.

YAVUZ SULTAN SELİM

Ataları hep sakal uzattıkları halde, Yavuz Sultan Selim sakalını keserdi. Bunun sebebini soranlara “Sakalımı ele vermemek için kesiyorum” dediği rivayet edilir. Bir kulağına da küpe takardı. Son dönemlerde Yavuz’un küpeli göründüğü resimlerin aslında Şah İsmail’e ait olduğu da iddia edilmektedir; ancak Yavuz’un küpe taktığını iddia edenler de, tersini iddia edenler de çok sağlam kanıtlara sahip değildir. Yavuz 22 Eylül 1520’de “aslan pençesi” denen bir çıban yüzünden, henüz 50 yaşında iken vefat etti.

Yavuz Sultan Selim (Çizen: Erhard Schön – 1534)

BAKÎ KULLARI

Yavuz Sultan Selim döneminde kurulan “Bakî Kulları” adlı ekibin asıl görevi devlete borcu olanları gözaltına alarak, borcunu vermeye zorlamak, hatta gerekirse tutuklamaktı. Ekip ‘Başbakî Kulu’nun başkanlığında altmış kişiden oluşurdu. Tanzimat dönemine dek süregelen bu ekibin vergilerini ödemeyenleri hapsettikleri özel hapishaneleri bile vardı.

PARGALI’NIN ÇOCUKLARININ SÜNNET DÜĞÜNÜ

Kanuni şehzadelerini muhteşem bir törenle sünnet ettirir. Kısa bir süre sonra da veziri Makbul İbrahim Paşa’nın (Pargalı İbrahim) oğlu sünnet olur. Törene Kanuni de davetlidir. Bir ara Kanuni, vezirine der ki: “Söyle bakalım İbrahim Paşa, senin tören mi daha muhteşem, benimki mi?”

Kanuni övgü beklerken gelen yanıt şaşırtıcıdır: “Elbette benimki sultanım.”

Kanuni şaşırır, nedenini sorunca vezir: “Sizin düğününüzün başmisafiri fakir bendenizdi, benim oğlanın düğününün başmisafiri ise cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dı” der…

MİMAR SİNAN’IN GEMİLERİ

Van Gölü’nde yüzen ilk Türk gemisi 16. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. 1533 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Seferi sırasında Van Gölü’nde karşı kıyıya gitmek için Mimar Sinan iki haftada üç adet kadırga yapıp donatarak büyük itibar kazandı. Büyük sanatkâr o zaman yeniçeri ocağında dülgerlikteki hünerleriyle tanınmış basit bir neferdi.

İNTİHAR EDEN VEZİR PAŞA

İstanbul’da Yenibahçe civarında Mimar Sinan eseri olan Hüsrev Paşa Türbesi, Türk yapı sanatının çok güzel eserlerinden biridir. Türbede yatan Hüsrev Paşa, Kanunî devrinde kubbe vezirliği yapmış, ağırbaşlı ve haysiyet sahibi bir kişiymiş. Divanda Sadrazam Süleyman Paşa ile birbirlerine hançer sıyırmaya kadar varan şiddetli bir tartışma yüzünden azledilince kendisini derin bir üzüntüye kaptırmış. Sarayına kapanarak bir açlık grevine başlamış ve sonunda da ölmüştür. Hüsrev Paşa, Osmanlı tarihi boyunca bu suretle intihar eden tek simadır.

BİZ SENİ UYANIK BİLİYORDUK!

Kanuni devri Osmanlı döneminin en kıymetli zamanıdır. Hem maddi, hem de manevi anlamda Osmanlı Devleti doruk noktasındaydı. Böyle huzur dolu bir ortamda, bir gün kadının biri Kanuni’ye müracaat ederek evinin soyulduğunu belirtmiş ve hırsızın yakalanmasını istemişti. Padişah:

“Bre kadın, bu nasıl uyku ki evin soyuluyor da hiç haberin olmuyor?”deyince, kadın sakin ve rahat bir şekilde:

“Biz seni uyanık biliyorduk Sultanım, onun için bu kadar derin uyuduk” der. Yanındakiler Sultan’ın bu yanıt karşısında küplere bineceğini düşünse de, Kanuni bir anlık sessizlikten sonra, “Haklısın kadın” der ve kadının zararını kendi cebinden öder.

BU DA OSMANLI HERKÜL’Ü!

16. yüzyılın namlı ok atıcı pehlivanlarından Miriâlem Ahmet Ağa 75 yaşındayken bir gün okçular başına gidip ok ısmarlamıştı. Esnaftan bir delikanlı: “Pehlivan! İhtiyarladın artık! Kolunda yay çekecek kuvvet kaldı mı ki?”diye takılınca Ahmet Pehlivan da atını çarşının kapısına sürmüş, kapıdaki zincirlere kollarıyla asılmış ve bacaklarını atının karnına sarmıştı. Sonra kollarını kısınca kendisiyle beraber koca atı da yerden havaya kaldırmış ve gülerek: “Eh oğul, pazularımda azıcık bir şey kalmış gibi!” demişti. Ahmet Ağa’nın daha gencecik bir delikanlıyken memleketi olan Manisa’da odun yüklü bir eşeği bacaklarından tuttuğu gibi havaya kaldırdığı, yeni kesilmiş iki koyunu birer koluyla havada tutarak iki kasaba yüzdürdüğü bilinirse, bu yaptığı da şaşırtıcı olmasa gerek!

‘AVRAT PAZARI’ NE DEMEK OLA Kİ?

Bir zamanlar İstanbul’da satıcıların da müşterilerin de sadece kadınlardan oluştuğu ve “avrat pazarı” denen pazarlar kurulurdu. Cerrahpaşa’da, Kocamustafapaşa Caddesi boyunca, Arkadius Sütunu önünden Taşmektep’e, oradan da Bayrampaşa Medresesi ve Türbesi’ne çıkan Yağhane Sokağı’ndan Haseki Caddesi’ne kadar olan kocaman araziye avrat pazarı kurulduğu için sonraları o bölgenin adı da Avratpazarı olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan kendi adına hayrat yaptıracağı zaman da özellikle bu bölgeyi seçmişti.

OSMANLI DÖNEMİNDEN BİR İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ

Kanuni Sultan Süleyman 1389 yılında Kosova Savaşı ile fethedilen Arnavutluk’a bağlı Belgrad Bölgesi’nde yaşayan halkın haklarının korunması için, 1558 yılında Belgrad Kadısı’na gönderdiği “Ferman”da şöyle buyurmaktadır:

“Devlet askerleri (Sipahiler), biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler ev yakınında bulunan bağ, bahçe ve bostanlardan yemeklik için üretim yapanlardan para almak isterler imiş, almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara götürülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler ‘boyunduruk hakkı’ diye vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen askerlerden ‘gerdek hakkı’ diye vergi alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş esnasında bile askerler eve girip arı kovanlarına dokunmasınlar. Ve yerleştiği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettikleri arı kovanından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka kovanlık olmayıp, evleri yanında ve sancakları altında olan kovandan dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esnasında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için şikayet ettirmeyesin.”

ESKİ ZAMANLARDA ESİR TİCARETİ

Osmanlı, esirliği ve esir ticaretini kaldıran uluslararası anlaşmayı tanıyıncaya kadar, İstanbul’da ki büyük Esir Hanı ve Esir Pazarı, Nuruosmaniye Camii’nin Tavukpazarı tarafında idi. Daha doğrusu, bu cami 18. yüzyılın ikinci yarısında Esir Hanı yanında inşa edilmişti. Oğlan ve kız, köle ve cariye alım satımı türlü uygunsuzluklara, fuhşa müsait olduğu için, esircilik kefalete bağlanmış, esirciler sıkı devlet kontrolü altında tutulmağa çalışılmış, buna rağmen çeşitli edepsizlikler olmuş ve zaman zaman şiddetli tembihler, yasaklar çıkmıştır. Kadın veya erkek esirciler ile esir tellallarının edepsizleri tarafından yapılıp da 16., 17. ve 18. yüzyıllarda İstanbul Kadılığı’na gönderilen fermanlardan öğrendiğimiz başlıca uygunsuzluk, sahibi tarafından satılan köle ve cariyeleri ucuza kapatmaktı, fakat asıl korkunç yanları mesleklerini fuhşa vasıta yapmalarıydı. Kendi ellerindeki taze dul cariyelerle sakalı bıyığı bitmemiş köleleri yüksekçe bir para karşılığında bekâr odalarına götürüp birkaç gün kapattırırlar, haber alınıp da zabıtaca sorguya çekildiklerinde: “Esire talip oldu, pey akçesini[3 - Pey akçesi: Peşinat parası.] verdi, beğenmedi, peyden geçip geri getirdi, günahımız yoktur, usul budur” derlerdi.

Bazı kadın esirciler ve özellikle esir tellalları da evleri ve konakları dolaşırlar, güzel ve bakımlı cariyeler için değerinden kat kat üstün bir fiyat vererek; “Bir zengin efendi cariye ister, satıverelim” diye sahip veya sahibesinin tamahını tahrik ederler, bir miktar pey akçesine kızı alırlardı. İstanbul’da ticaretle meşgul zengin Hristiyanlara, Polonya ve Boğdan elçilerine götürürler, büyük bir ücret karşılığında kızı birkaç gün kapatırlar, kıza da sus hakkı bir küpe veya yüzük alıverirler, sonra yerine iade edip: “Huyunu veya kaşını gözünü beğenmedi, peyinden vazgeçti, kıza da bir küpe aldı” derlerdi.

1559 (Hicrî: 967) yılında, gayrimüslimlerin esir ve azatlı köle kullanması kesin olarak yasak edildi. Bu yılın Safer[4 - Safer: Arabî ayların ikincisi.] ayında İstanbul Kadılığı’na gönderilen bir ferman ile gayrimüslimlerin yanında bulunan azatlı veya esir köle cariyelerin tespiti emredildi. Sonra aynı yılın Cemaziyel Ahir’inde[5 - Cemaziyel Âhir: Arabî ayların altıncısı.] çıkan ikinci bir fermanla gayrimüslimler yanındaki esirlerin bedeli karşılığında sahiplerinden alınarak Müslümanlara satılması ve azatlıların da Müslümanlar yanında çalışmalarının temini emredildi. Bu tarihten itibaren gayrimüslimler köle ve cariye kullanamadılarsa da, yukarıda anlatılan uygunsuz esirciler ve esir tellâlları aracılığıyla nihayet birkaç gece için meşreplerine uygun ve kendi kalplerini hoş edecek köle ve cariye bulmakta sıkıntı çekmediler.

KANUNİ’NİN CENAZE NAMAZLARI

Kanunî Sultan Süleyman’ın cenaze namazı üç defa kılınmıştır: ilk namazı Macaristan’da Zigetvar Kalesi önündeki Türk ordugâhında bulunan otağ-ı hümayunda, büyük padişahın ölümü askerden saklandığı için, gizli olarak kılınmıştı. İkinci namaz babasının cenazesini Belgrad’da karşılayan yeni padişah II. Selim’in de katılımıyla Belgrad sahrasında kılınmıştı ve bu namaza 25.000 kişi katılmıştı. Üçüncü namaz da İstanbul’da, Süleymaniye Camii’nin musalla taşı önünde kılındı. Bu namaza bütün İstanbul halkı katıldı. Gerilere doğru bütün sokaklar, Süleymaniye’den Fatih’e kadar cemaatle dolmuştu… Bu namazın beş yüz imamla kılındığı rivayet olunur. Asrın büyük şairi Bâki’nin de meşhur “Sultan Süleyman Mersiyesi”ni ilk defa bu cenaze töreninde okuduğu, şairi dinleyenlerin hıçkırıklarının gökyüzünü tuttuğu söylenir.

MİMAR SİNAN VE YUMURTALI HARÇ

Dönemin padişahı Sultan II. Selim, Mimar Sinan’a şanına yakışır bir camii inşa etmesini buyurmuş. Sinan hemen kolları sıvamış Selimiye Camii’ni yapmaya başlamış. Temeller kazılmış, iskeleler kurulmuş… Çalışmalar sürerken Mimar Sinan bir gün elinde bir yumurtayla çıkagelmiş. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyormuş, aklından hesap yapıyormuş gibi bir hali varmış. Sonra eğilmiş ve yumurtayı inşaat kumuna kırmış ve başlamış karıştırmaya… Görenler şaşırmış tabii. Bir müddet sonra: “Tüm inşaatta bu harcı kullanacağız.” diye buyurmuş. Sırf bu harç meselesi için Edirne Karaağaç’ta bir çiftlik kurdurtmuş. 30.000 tavuğun her gün düzenli olarak yumurtaları toplanıp kumla ve kille karıştırılıp camide kullanılmış.

Osmanlı’da inşaat ustalarının çalışması

YOKSA HÜRREM BİR İTALYAN SOYLUSU MUYDU?

Vatikan Gizli Arşivi’ne araştırmalar yapan Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu’nun Resmi Tarihçisi Dr. Rinaldo Marmara dört yıl süren araştırmalarının sonucunu 2012 yılı Nisan ayı başında şöyle açıklamıştır:

Belgede çıkartılan soyağacının en tepesinde Hürrem Sultan’ın annesi olduğu iddia edilen İtalyan asilzadesi Hanne Marsilli’nin adı bulunuyor. Hanne Marsilli’nin çocukları Leonardo Marsilli ve Margherita Marsilli isimlerinin Yazılı olduğu soyağacında daha sonra her iki kardeşin de soyunun devamı ayrı ayrı belirtiliyor. Leonardo’nun ağacında Cesara Marsilli, Alessandro Marsilli, Laura Marsilla ve Fabio Chigi isimleri yazılı. Dr. Marmara bu soyağacına kısa bir not düşmektedir: “Laura Marsilli’den sonra soyadı Chigi’ye dönüşüyor. Görülen o ki Laura Marsilli, Vatikan’ın en önemli ailelerinden olan Chigi ailesinden birisiyle evlenmiş ve bu evlilikten de Fabio Chigi yanı Papa 7. Alessandro dünyaya gelmiş”

Soy ağacının diğer ucunda ise tanıdık iki isim görülmektedir: Sultan Süleyman ve La Rossa (Kızıl) lakaplı Margherita Marsilli. Bu iki ismin hemen altında Selim, İbrahim ve Mehmet isimleri yazılıdır. Dr. Marmara’ya göre: “Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın oğlu Selim, 11. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Soyağacında Selim’den sonraki diğer padişahların adı belirtilmemiş ve 18. Osmanlı padişahı 1. İbrahim ile 19. Osmanlı Padişahı 4. Mehmet’in adı yazılmış. 4. Mehmet’in adının altına da “Hükmeden Padişah” notu düşülmüş. Demek ki bu belge hazırlandığında Osmanlı tahtında 4. Mehmet oturuyordu.”

Rinaldi’nin araştırmalarında bulduğu bir belgeye göre de “Hürrem Sultan bugüne kadar sanıldığı gibi yoksul bir Ukraynalı köle değil, hem İtalyan hem de zengin bir ailenin kızı. Hatta ailesinin şatosu var. Ancak bu belge Hürrem Sultan ile ilgili hazırlanmamış. Bu belgenin üçüncü sayfasında bir soyağacı çıkartılıyor. Bu soyağacına göre ise Hürrem Sultan’ın soyundan gelen Padişah 4. Mehmet ile erkek kardeşi Leonardo’nun soyundan gelen Papa 7. Alessandro akrabadır.”

KOL VE SAKAL MESELESİ

Osmanlı donanmasının ilk defa bozguna uğradığı İne-bahtı Deniz Savaşı’ndan sonra, II. Selim’in emriyle yeni bir donanma kurulur. Donanmayı kurmakla görevlendirilen Kılıç Ali Paşa bahar ayında donanmayı her şeyi ile hazırlamıştı. İnebahtı Savaşı bozgunundan sonra Sokollu[6 - Bazı ciddi kaynaklarda bile “Sokullu” yazılışına rastladığımız bu sadrazamın asıl adı “Bajo Nenadić”tir ve Sırp Ortodoks olarak doğmuş, 1516 yılında devşirme olarak Osmanlı’ya alınmıştır. Doğduğu yerin adı Sırpçada “Sokolovići”, Osmanlıcada “Sokol” olduğu için “Sokollu” lakabını almış olması çok doğaldır… (Bu konuda Prof. Mustafa İmamović’in makalesi okunmaya değer: http://web. archive.org/web/20091027141616/http://www.geocities.com/famous_bosniaks/MEHMED_PASA_SOKOLOVICH.html )] Mehmet Paşa 7 Mart 1573’de Venedik Büyükelçisi Barbaro’ya:

“Biz sizden Kıbrıs’ı alarak kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı İnebahtı Savaşı’nda yenmekle bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal daha gür biter!”

SUMATRA’DAKİ TÜRK ÇANI

Sumatra adasındaki en büyük kilisenin çanı eski bir Türk topundan yapılmıştır ve üzerinde II. Selim’in tuğrası vardır. 1570 yılında Sumatra’dan gelen bir istek üzerine oraya gönderilen silahlar arasında Açe elçisinin II. Selim’e hediye olarak verdiği bir torba Sumatra biberine ithafen, ‘lada seçupak’ (bir torba biber) adlı dev top da bulunmaktaydı. Bu top 16’ıncı asırda Sumatra Müslümanlarına yardım için İstanbul’dan gönderilen Türk döküm ustaları tarafından orada dökülmüş, üzerine de bu ada Müslümanlarının Osmanlı’ya tabiiyetinin alâmeti olarak bu padişahın tuğrası konmuştu.

II. Selim’in Tuğrası

GARİP HUYLU BİR VEZİR

16. yüzyılın en namlı vezirlerinden Gürcistan Fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa (1528 – 1585) geceleri yatakta yatmazdı. Her akşam saz, söz ve köçek oyunlarıyla eğlenirdi. Önünde kurulmuş bir işret sofrası bulundurmazdı; el çırpar saki içkisini getirir, diğer içoğlanları da ellerinde tabaklarla önünde diz çökerek çeşitli mezeleri sunarlar ve sonra edeple çekilirlerdi. İçki, saz ve köçek faslı bitince, Osman Paşa, mutemet hizmetkarı olan sakisini çağırır, başını bu gencin omzuna dayar öylece birkaç saat uyurdu, sonra kalkar, abdest alır, teheccüd namazına durur, hüngür hüngür ağlayarak ibadet ederdi. Öyle ki seccadeden kalktığı zaman seccadenin gözyaşlarıyla bir bardak su dökülmüş gibi ıslanmış olduğunu görürlerdi.