banner banner banner
Tarihimizdeki garip olaylar
Tarihimizdeki garip olaylar
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tarihimizdeki garip olaylar


• Sadeyağın okkası 8, zeytinyağının 6, armudun 5, üzümün 2, tuzun 2 akçe[1 - Akçe: İlk dönemlerinde 900 ayar gümüşten üretilmeye başlanan, fakat zaman içinde gümüşün kalitesi yarı yarıya düşürülen bir madeni para. Bazı kaynaklar 3 akçenin 1 ‘para’ya, 120 akçenin ise 1 ‘kuruş’a eşit olduğunu söylese de akçenin değeri her dönemde değişiklik göstermiştir.]… 200 yumurta 23, 1000 limon 70 akçe… Bulgurun kilesi 16, kestanenin kilesi 20 akçe… (Bir kile 8 okkadır)

• Defter o zamanın Türkçesi bakımından da pek ilginçtir. Örneğin balığa, ‘mâhî’; kaza, ‘gerdendiraz’ (uzun boyunlu); tavuğa ‘mâkiyan’ deniliyordu. Soğanın adı ‘piyaz’, lahananın adı ‘kalem’, cevizin adı ‘kirdigân’, karpuzun adı ‘kürbeze’, karabiberin adı ‘fülfül’ idi.

• Bu mevsim ve bu ayda sarayda hemen her gün pişen yemek, saray halkının yediği lahana çorbası idi. Fatih Sultan Mehmet de her gün balık, istiridye, karides ve ıstakoz yemişti.

OSMANLI’DA “DELİLER” BÖLÜĞÜ

15. yüzyılın başından itibaren Osmanlı ordusunda Balkan kökenli “deliler” diye bir bölük oluşturulmuştu. Gözü pek, hiçbir şeyden yılmayan ve akıllarına ne eserse yapan bu askerlere “deliler” denmesinin bir nedeni cesaretleri, bir nedeni de garip giyimleriydi. Başlarına pars veya benekli sırtlan postundan yapılma başlıklar takar, ayı, pars, aslan veya sırtlan postundan yapılmış şalvarlar giyerlerdi. Giysilerinde kullandıkları tüm postlar kılları dışarıya dönük giyildiği için, delileri ilk görüşte gerçek hayvanlardan ayırmak da kolay değildi. Delilerden başarılı olanları ‘ağa’ olur, ağaların en başarılısı da ‘delibaşı’ sıfatı kazanırdı. Törenlerde koruma olarak sadrazamın önünden yürüyen deliler halk tarafından da cesaretleri nedeniyle büyük saygı ve takdir görürlerdi. Bazı Osmanlı padişahlarının, özellikle de III. Selim’in kılık değiştirip halk arasında gezeceği zaman sık sık ‘deli’ kıyafeti giydiği söylenmektedir.

ANAN NE GİYİNSİN SÜLEYMAN?

Yavuz Sultan Selim devlet harcamalarında olduğu gibi kişisel harcamalarında da sadeliği ön planda tutardı. Lüks ve israfa kaçan süslü elbiseleri giymeyi sevmezdi. Süslü elbiselerin kadınlara yakıştığını düşünür ve erkeklerin böyle giyinmelerini de doğru bulmazdı. Günün birinde oğlu Şehzade Süleyman pek süslü ve parlak elbiseler giyinmiş ve pahalı mücevherleri takınmış olduğu halde huzuruna çıktı. Oğlunun bu süslü giyimini gören padişah, şöyle dedi:

“Sen böyle giyinirsen anan ne giyinsin Süleyman? Anana takacak ziynet bırakmamışsın.”

GALATASARAY LİSESİ

Galatasaray Lisesi Türkiye’de kuruluş tarihi en eski olan okuldur. Temeli Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Sultan Bayezit tarafından atılmıştı. Rivayet edilir ki:

O zamanlar, Galata’nın arkasındaki sırtlar, yani Beyoğlu, muazzam bir ormanla kaplı bir kırlıktır. Avcıların gezip dolaştığı yerlerdendir. Bir kış günü Sultan Bayezit da oralarda avlanmağa çıkar. Bugünkü Boğazkesen Caddesi’nin geçtiği vadide tipiye tutulur. Sığınacak bir yer ararken gözüne bacasından duman tüten bir kulübe ilişir ve hemen oraya at sürüp kapısını çalar… Kapıyı beyaz sakallı, yüzü nurlu bir ihtiyar açar, “Buyurun padişahım!” der. Sultan Bayezit içeriye girer. Girer ama şaşırır kalır; kulübenin içi gül saksılarıyla doludur. Fidanların hepsinde taze taze güller açmıştır. Padişah ile münzevi derviş saatlerce sohbet ederler. Sultan Bayezit kalkacağı sırada: “Gül Baba! Benden ne istersin?” deyince münzevi de: “Padişahım, burada bir mektep yaptır. Bu mektepte okuyup yetişenleri de devlet hizmetinde kullan” cevabını vermiş.

Saraya dönen Padişah hemen emir vermiş. Orada şu kadar bin dönümlük arazinin etrafına duvar çekilmiş. İçinde iki yüz çocuğun okuyabileceği üç koğuşlu bir okul yaptırmış. Okula bir camii, her koğuşa birer hamam, çocukların başındaki amirler için daireler yapılmış. Farsça, Arapça, okuma-yazma, musiki hocaları tayin edilmiş. Bu arada Gül Baba da bu yatılı okulun elifba hocası olmuş…

DÜNYANIN İLK BELEDİYE YASASI

Sultan II. Bayezid zamanında, 1502 yılında yürürlüğe giren kanun, Kanunname-i İhtisab-ı Bursa (Bursa Belediye Yasası) dünyanın bu alanda düzenleme yapan ilk ve en önemli yasal metinlerinden biridir. Bu fermanda hayvan ürünleri, türlü sebze-meyve, tuz, ekmek, sanayi ürünleri, tekstil ürünleri, tarım-tahıl ürünleri, orman ürünleri, deri ürünlerinin satışları, konulacak fiyatlar ve kaliteleri bir standarda bağlanmıştır.

Bu standartlardan bazıları şunlardır:

Çörekler: Ekmek ağırlığının yarısı olup, ak undan olacak ve unun bir kilesine bir okka (400 dirhem) yağ konulacak.

Meyveler: Kaplı (yeşil kabuklu) fındığın kaplı olarak bir okkası, bir akçeye olacak. Kapsızın 200 dirhemi, bir akçeye olacak ve mevsimi geçtikten sonra 125 dirhemi, bir akçeye olacaktır.

Sebzeler: Aş kabağına (taze kabak) üç gün narh olmayacak. Üç günden sonra üç okka, bir akçeye olacak. Haftasında 4 okka, ikinci haftasında 5 okka, üçüncü haftasında 6 okka, dördüncü haftada 8 okka, bir akçeye olacak.

Kuyumcular: Kullanılan gümüş 80 ayardan düşük olmayacak. Altının miskali de 60 akçelikten aşağı olmayacak.

İSTANBUL’DA KÜÇÜK KIYAMET

10 Eylül 1509’da İstanbul dünya tarihinin en şiddetli sarsıntılarından biri olduğu tahmin edilen bir depremle adeta yerle bir olmuştu. Halk arasında “kıyamet-i suğra” (küçük kıyamet) denilen depremde o zamanlar 160.000 nüfus ve 35.000 yerleşim birimine sahip olan İstanbul’da aralarında Osmanlı hanedanı üyelerinin de bulunduğu 13.000’den fazla insan ölmüş, on binlerce insan yaralanmış ve 1000’den fazla ev tamamen yıkılmış binlercesi de hasar görmüştür.

Tarihi Yarımada ve Pera’nın bazı bölgelerinde yerde yarılmalar, su ve kum fışkırmaları oluşmuş ve deprem ‘tsunami’ye neden olmuştur. Tsunami şehrin surlarını, Galata ve Suriçi’ndeki birçok duvarı aşmış ve ağır hasara neden olmuştur.

Deprem o kadar büyüktü ki Edirne, Gelibolu ve İznik’te bile önemli hasarlar meydana getirmiş, hatta Yunanistan’dan Nil Deltası’na (Mısır) kadar geniş bir bölgede hissedilmiştir. Depremin artçısı olduğu zannedilen irili ufaklı çeşitli depremler de ta 1512 yılına dek sürdüğü bilinmektedir.

TÜRK VERGİSİ

Osmanlı Devleti’nin 1521’de Belgrad’ı, 1522’de Rodos’u fethetmesi ve 1526’da da Mohaç’ta zafer kazanmasının ardından batı dünyasında büyük bir panik yaşanmış ve çeşitli kentlerde toplanan Alman Meclisleri Türklere karşı ordu toplayıp sefer düzenleyebilmek için “Türk Vergisi” adı altında yeni bir vergi konulmasını kararlaştırmışlardı.

MEZARINDA BAŞI KESİLEN ŞEHZADE

Solakzade Tarihi’nden:

“Yavuz Sultan Selim kardeşi Şehzade Ahmet’in vücudunu ortadan kaldırttığı sırada Ahmet’in Murat ismindeki bir şehzadesi İran’a kaçmıştı. Dört yıl kadar İran’da kalan Şehzade Murat’ın o arada katledildiği ve katilin de bulunamadığı haberi gelmişti. Bir ara bu haberin doğru olmadığı, Şehzade Murat’ın gizlice Anadolu’ya girerek Amasya’ya geldiği ve etrafında bir takım adamlar toplayarak Anadolu’da bir ihtilâl çıkarmağa hazırlandığı söylendi. Yavuz Selim derhal gizli tahkikata girişti ve bu rivayetin ucu Amasya şehrinde bir nalbanda dayandı. Nalbant derhal tevkif edilerek İstanbul’a gönderildi, inkâr etmedi ve şöylece anlattı:

“Bir gün dükkânımda işimle meşgul idim. Bir derviş geldi, karşımda boynunu büküp içini çekti ve ah etti. Devamlı yüzüme bakardı ve bir şey söylemek ister görünürdü, birkaç gün bu manzara devam etti, nihayet acıdım: “Ey âşık! Yoksa bir sevgili yârinden mi ayrı düştün?” diye sordum.

Hemen gözlerinden yaş yerine kan boşandı: “Bir canımdan aziz yârim, munis vefakârım vardı, hastalandı, yatağa düştü, perişan oldum, içimden kan gider, bilmem ki o yârimin yüz parça olmuş yarasına ne çare edeyim. Senin garip dostu, mert bir insan olduğunu söylediler, senden iyilik umarak geldim. Senin Sultan Ahmet merhuma muhabbetin varmış, elbet onun garip düşmüş şehzadesine de acırsın. Yâr-ı vefakârım dediğim Şehzade Murat’tır ki Acem diyarından çıktı geldi, ama ne çare ki gayet hastadır” dedi.

Ben de gittim, o civanı gördüm. Bitkin yatardı, hatırını sordum ve gönlünün dilediği yemekleri yaptırıp o derviş ile gönderdim. Şehzade ayağa kalktı ve memleketimin zenginlerinden Sabuncu İbrahim de çok yardımda bulundu. Benim bildiğim bundan ibarettir.

Nalbandın anlattığı Sabuncu İbrahim de getirildi o da inkâr etmedi: “Yol ihtiyaçlarını tedarik ettim, birkaç adamı ile İstanbul tarafına gitti.” dedi. Nihayet derviş de bulundu, Şehzade Murat’ın yanındaki diğer adamlar da bulundu, onlar da: “Beş on gün evvel, Üsküdar’da vefat etti, filân yere defnettik” dediler. Yavuz Sultan Selim emir verdi, adamlar gönderdi, gösterilen mezarı açtılar ve genç ölünün başını cesedinden ayırarak bir altın tabak içinde huzuruna getirdiler. Yavuz bu kesik başı eliyle muayene etti. Şehzade Murat’ın başında içinde ceviz sığabilecek bir çukur vardı, bu izi buldu ve Şehzade Murat’ın öldüğüne kesin emin oldu. Tutukluların hepsi, Yavuz gibi bir padişahın kendilerini sağ bırakmayacağını zannediyorlardı, hayatlarından ümitlerini kesmişlerdi. Fakat padişah ortada fiilî bir isyan hareketi olmadığına göre, sadece garip bir şehzadeye merhamet etmiş olan bu adamları affetti…”

YAVUZ’UN 1000 ALTINI

Solakzade Tarihi’nden bir alıntı daha:

“Yavuz Sultan Selim babasının zamanında Trabzon valisi iken bir derviş kıyafetine girip İran’a gider. Niyeti o memleketin durumunu kendi gözüyle görmektedir. Tebriz şehrinde misafir olduğu handa satranç oynayıp herkesi yenmeye başlayınca satranç meraklısı Şah İsmail’e haber verilir, o da dervişi huzuruna davet eder. Sultan Selim ilk oyunda hatır sayarak yenilir. Fakat ikinci oyunda Şah’ı mat eder. Şah kızar ve elinin tersiyle dervişin çıplak göğsüne vurarak: “Bre derbeder Âşık! Hiç şah olanlar mat edilir mi? Edebin yok imiş!” der ve Şehzade’ye bin altın hediye verir. Derviş huzurundan çıkıp atına bineceği sırada o bin altını kesesiyle beraber, kimseye göstermeden bir taşın altına saklar. Ertesi gece Tebriz’den kaçıp Trabzon yolunu tutar. Aradan yıllar geçer Yavuz Selim padişah olur. Şah İsmail’i Çaldıran’da mağlup ederek Tebriz şehrine girdikten sonra Şah’ın sarayına gider ve Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’ya: “Osman Ağa! Şu kapı eşiğinde Şah’ın ata bindiği taşın altında kendi elimle koyduğum bin altın vardır, helâl maldır, sana hediye ettim!” der. Herkes hayretle bakışır. Osman Ağa taşı kaldırır, kesesi çürümüş, bin altın bir kor yığını halinde dururmuş…”

HİÇBİR OSMANLI PADİŞAHI HACCA GİTMEMİŞTİR

Yavuz Sultan Selim’den, yani Sultan’ın Mısır Seferi sonucunda Hicaz’ın Osmanlı Devleti’ne katılmasından sonra, Osmanlı padişahları saç ve sakal tıraşı olduklarında kesilen kıllar dikkatle toplanır, bir altın leğen içinde gülsuyu ile yıkanır ve güzel bir çekmece içinde biriktirilirdi. Her yıl Hac zamanında, sürre-i hümayun ile İstanbul hacıları yola çıkarken bu çekmece sürre eminine teslim edilir, o da götürür, Medine’de Peygamberin kabri civarında bir yere defnederdi. İşin ilginç yanı, aynı zamanda bütün Müslümanların halifesi olan Osmanlı padişahları her yıl sakal ve saç kıllarını Hicaz’a gönderdikleri halde kendileri hacca gitmemişlerdir. Osmanlı hanedanından hacca giden tek kişi Fatih Sultan Mehmet’in küçük oğlu Cem Sultan’dır. Hanedan mensubu şehzadelerin de saray denetiminden uzak kalacakları ve siyasi bir etkinlik fırsatı bulabilecekleri endişesiyle hacca gitmelerine izin verilmemişti. Osmanlı padişahları hacca gitmek yerine, kendi yerlerine birden fazla vekil gönderdiler. Örneğin 1573’te hacda Osmanlı hanedanını II. Selim’in kızı Şah Sultan temsil etmekteydi.

Bugünün mantığıyla bakıldığında, eski dönemlerde 8-9 ay süren hac yolculuğu boyunca payitahtın başıboş bırakılması akıl alacak iş olmadığından dolayı, Osmanlı padişahlarının hiç hacca gitmemiş olmaları dinen değilse de, siyaseten çok anlaşılır bir durumdur…

BAZI VEZİRLERİN LAKAPLARI

Sultanlara lakap takılır da vezirlere takılmaz mı! Üstelik Osmanlı döneminde hoşgörü bugünkünden bile iyi olduğu için lakaplarda birçok hinlikler de sezilmektedir. İlginç lakaplı bazı vezir veya sadrazamlara göz atalım:

Öküz Kara Mehmet Paşa, Yemişçi Hasan Paşa, Zurnazen Mustafa Paşa, Tırnakçı Hasan Paşa, Cenaze (Meyyit) Hasan Paşa, Hain Ahmet Paşa, Kavanoz Ahmet Paşa, Güzelce Ali Paşa, Mere Hüseyin Paşa, Tabanıyassı Mehmet Paşa, Boynueğri Mehmet Paşa, Kalaylıkoz Ahmet Paşa, Kabakulak İbrahim Paşa, Bıyıklı Ali Paşa, Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa, Mezomorto Hüseyin Paşa, Yedisekiz Hasan Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Daltaban Mustafa Paşa…

Bu gibi lakaplarla anılan vezirlerin hepsinin de birer hikayesi var. Örneğin Daltaban İbrahim Paşa saraya acemi oğlan olarak geldiğinde, daima yalınayak dolaştığı için kendisine ‘Daltaban’ lakabı takılmıştır. Öküz Mehmet Paşa bir öküz nalbandının oğlu olduğu için, Zurnazen Mustafa Paşa yeniçeri ocağında zurnacı olduğu için, Cenaze (Meyyit) Hasan Paşa sadrazamlığı boyunca hep hasta olduğu için, Hain Ahmet Paşa Osmanlı ordusunu Mısır Hıdivi’ne teslim ettiği için, Kavanoz Ahmet Paşa kısa ve şişman olduğu için, Güzelce Ali Paşa çok yakışıklı ve edepli bir adam olduğu için, Mere Hüseyin Paşa Arnavut olup sürekli Arnavutça “mere” lafını kullandığı için, Tabanıyassı Mehmet Paşa koca ayaklı ve düztaban olduğu için, Boynueğri Mehmet Paşa IV. Murat’ın Bağdat Seferi’nde boynundan zehirli okla vurulduğu için, Kalaylıkoz Ahmet Paşa babası kalaycı olduğu için, Kabakulak İbrahim Paşa koca kulaklı olduğu için, Bıyıklı Ali Paşa sadrazam olana dek sakal bırakmayıp bıyıklı olduğu için, Keçiboynuzu İbrahim Hilmi Paşa çok sıska olduğu için, Mezomorto Hüseyin Paşa Venediklilerle yapılan bir savaşta çok ağır yaralandığı halde ölmediği için (İtalyanca – mezzo morto: yarı ölü), Yedisekiz Hasan Paşa okuma yazması olmadığından imzasını sadece Arap rakamları olan yedi (V) ve sekiz () işaretlerini çizerek attığı için, Kuyucu Murat Paşa da Celali Ayaklanması sırasındaki asileri kuyulara doldurttuğu için bu lakapla anılmışlardır…

OSMANLI SADRAZAMLARININ “EN”LERİ

Yedi yüz yıl boyunca, bütün Osmanlı sadrazamlarının içinde uzun boy rekorunu Sokollu Mehmet Paşa kırmıştır: İki metreyi aşan bu büyük vezirin tarihimizdeki lakabı Tavil (Uzun) Mehmet Paşa’dır.

Osmanlı sadrazamları arasında şişmanlık rekoru da yine Kanunî Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından Semiz Ali Paşa’dadır. O zamanlar bir cihan imparatorluğu olan ülkede Semiz Ali Paşa’yı taşıyabilecek ancak üç at bulunabilmişti.

Osmanlı sadrazamları arasında kısa boy rekoru da 17. yüzyıl ortalarında yaşayıp, IV. Mehmet’in vezirlerinden İpşir Mustafa Paşa ile II. Abdülhamit’in sadrazamı “Şapur Çelebi” lakaplı Küçük Sait Paşa’dadır.

Osmanlı tarihinde en kısa süre sadrazamlık yapan kişi IV. Mehmet dönemi sadrazamlarından Zurnazen Mustafa Paşa’dır. 5 Mart 1656 tarihinde sadrazamlığa getirilen Mustafa Paşa ayak divanındaki sipahilerin şiddetli itirazları sonucu 4 saat sonra sadrazamlıktan alınmış, yeniden Kaptan-ı Derya olmuştur.

PADİŞAHLAR VE ÇOCUKLARI

Osmanlı padişahları arasında en çok çocuğu olan padişah III. Murat’tır. Kız ve erkek çocuklarının sayısını tarihçiler 100 – 130 arasında verirler. Bunun biraz abartılı bir rakam olduğunu belirtsek de Osmanlı sultanlarının eşlerinden ve cariyelerinden çok sayıda çocuk sahibi oldukları bilinen bir gerçektir. Tarihsel kayıtlar eskilere gittikçe çok kesin olmamakla beraber, Osmanlı padişahları ve sahip oldukları çocuk sayıları şöyledir: Osman Gazi: 7 erkek, 1 kız; Orhan Gazi: 5 erkek, 1 kız; I. Murat (Hüdâvendigâr): 4 erkek, 2 kız; I. Bayezit (Yıldırım): 7 erkek, 1 kız; I. Mehmet (Çelebi): 5 erkek, 2 kız; II. Murat: 6 erkek, 2 kız; II. Mehmet (Fatih Sultan Mehmet): 4 erkek, 1 kız; II. Bayezit: 8 erkek, 6 kız; I. Selim (Yavuz Sultan Selim): 1 erkek, 4 kız; Kanuni Sultan Süleyman: 8 erkek, 2 kız; II. Selim: 7 erkek, 4 kız; III. Murat: 20 erkek, 4 kız; III. Mehmet: 4 erkek; I. Ahmet: 11 erkek, 4 kız; II. Osman (Genç Osman): 2 erkek, 1 kız; IV. Murat: 4 erkek, 2 kız; I. İbrahim: 8 erkek, 5 kız; IV. Mehmet (Avcı): 3 erkek, 4 kız; II. Ahmet: 2 erkek, 3 kız; II. Mustafa: 9 erkek, 11 kız; III. Ahmet: 14 erkek, 23 kız; III. Mustafa: 2 erkek, 5 kız; I. Abdülhamit: 7 erkek, 9 kız; IV. Mustafa: 1 kız; II. Mahmut: 15 erkek, 12 kız; Abdülmecit: 18 erkek, 18 kız; Abdülaziz: 7 erkek, 7 kız; V. Murat: 1 erkek, 3 kız; II. Abdülhamit: 9 erkek, 7 kız; V. Mehmet Reşat: 3 erkek; VI. Mehmet Vahdettin: 1 erkek, 3 kız…

Osmanlı padişahlarından I.Mustafa, II. Süleyman, I. Mahmut, III. Osman ve III. Selim’in ise hiç çocukları olmamıştır.