banner banner banner
Yeryüzünün tarihi
Yeryüzünün tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Yeryüzünün tarihi


Şekil 2.4 Steno’nun som kaya içinde bulunan büyük glossopetrae (“dil taşları”) resmi. Prodromus (1669) adlı kitabında Steno bu “fosiller”in gerçekten de o güne kadar yaşadığı bilinenlerden çok daha büyük köpekbalıklarının dişleri olduğunu ve tarihin çok eski bir döneminden kaldığını savunuyordu. Bunlar, kelimenin bugünkü daha dar kapsamlı anlamıyla fosillerdi.

Ağaçların, köpekbalığı dişlerinin ya da kabukların, minik mineral parçacıklarının kayanın içine girdikten sonra derinlere sızıp orijinal organik maddenin içinde çökelti oluşturarak veya tamamen onun yerini alarak, nasıl taşa dönüşebildiğini kolayca hayal edebiliyorlardı. Fosil objelerin etrafını saran som kayalar da Steno’nun başlangıçta olduklarını iddia ettiği yumuşak tortuların birleşmesiyle aynı şekilde oluşabilirdi. Steno’dan çok daha geniş kapsamlı “fosiller” grubunu değerlendirmeye başlayan Hooke da bu arada bazı objelerde neden hiç kabuk maddesi olmadığını çözdü. Tortu kayaya dönüştükten sonra, süzülen su orijinal kabuğu eritmiş ve sadece mücevhercilerin altın veya gümüşe şekil vermek için yaptıklarına benzer boş bir “kalıp” bırakmış olabilirdi. Ama kalıp bile gerçek bir kabuklu deniz hayvanının ürettiği gerçek kabuğun şeklini korurdu.

Karada, hatta çoğu zaman denizden uzakta ve yüksekte bulunan köpekbalığı dişlerinin ve deniz kabuklarının konumunu açıklamak daha zordu. Steno, kaya tabakalarının ya da katmanlarının, denizin şu andaki düzeyinden çok daha yüksekte olduğu bir zamanda –yani büyük Tufan döneminde olabileceğini düşünüyordu– yumuşak, çamur gibi bir tortu halinde bırakıldığını ve daha sonra, sular çekilince öylece kaldığını tahmin ediyordu. Öte yanda Hooke, depremlerin yerkabuğunun bazı kısımlarını denizin zemininden kaldırarak yeni karalar oluşturmuş olabileceğini düşünüyordu. Ancak iki varsayım da başka sorunlar yaratmıştı. Hooke, başka birçok yorumcu gibi Tufan’ı, gözlemlenen etkileri yaratamayacak kadar kısa bir dönem olduğu gerekçesiyle göz ardı etmişti. Ancak depremlerle ilgili görüşleri diğer doğabilimcileri tarafından eleştirilmişti; zira anavatanı fosillerle dolu olmasına rağmen orada genellikle deprem olmuyordu (tam da o dönemde İngiltere’de yaşanan birkaç deprem son derece olağandışı olduğu için çok dikkat çekmişti).

Fosillerle canlı denklerinin şekilleri arasındaki zıtlıkların yarattığı sorunlar, Steno’yla karşılaştırıldığında Hooke için çok daha şiddetliydi. Glossopetrae fosili köpekbalıklarının dişlerine oldukça benziyordu; en iyi bilinen örnekler çok daha büyüktü ama en başta Steno’nun araştırmasını başlatan devasa köpekbalığı ile fark azalmıştı. Ayrıca onun (ve Scilla’nın) İtalyan kayalarında bulduğu fosil kabuklar da canlı kabuklu deniz hayvanlarına çok benziyordu. Oysa Hooke çok daha kapsamlı bir grup halindeki İngiliz “fosilleri”ni inceliyordu.

Şekil 2.5 Martin Lister’in çok resimli [Natural] History of Shells (Historia Conchyliorum, 1685-1692) kitabında gösterildiği haliyle devasa bir ammonit (60 cm genişliğinde). Doktor ve Londra’daki Royal Society’nin ilk üyelerinden biri olan Lister, bu ve benzer “fosil” kabuklarının gerçekten bir zamanlar canlı olan hayvanların kalıntıları olduklarından kuşku duyuyordu. Çünkü şekilleri, yaşayan her türlü kabuklu deniz hayvanından –ki o dönemde onlar hakkında hemen herkesten daha fazla bilgi sahibiydi– çok farklıydı ve bunlar, sadece kayadan oluşuyormuş gibi görünüyorlardı. Kabukları yoktu (günümüz ifadesiyle, yalnızca “kalıp”lardı). Şekil olarak ammonitlere en çok benzeyen kabuklar, Doğu Hint Adaları (bugünkü Endonezya) etrafındaki tropik denizlerden çıkan “incili notilus”un kabuklarıydı.

Örneğin, bilinen hiçbir canlı kabuklu deniz hayvanına benzememesine rağmen, antika koleksiyoncularının çok değer verdiği çeşitli ve şahane “ammonitler”le uğraşmak zorundaydı. Ancak dünyanın ücra köşelerinde yaşayan hayvanlarla bitkiler hakkında ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu anlamıştı. Her uzun mesafeli yolculuk veya keşif gezisi Avrupa’ya birçok yeni ve bilinmeyen şekil getiriyordu. Bu nedenle, sadece fosil olarak bilinenlerin sonunda canlı olarak bulunabileceğini tahmin etmenin mantıklı olacağını düşündü. Alternatif olarak, yeni türde evcil hayvanlar oluştuğu gibi bazı örneklerin zaman içinde şekil değiştirmiş olabileceğini düşündü (bu noktadaki görüşleri, sonradan oluşan evrimsel değişim hakkındaki fikirlere, insanı yanlış yönlendiren bir benzerlik içermektedir). Bu sorunlar, Royal Society’de sonraki otuz yıl boyunca, üyelerinin çok ilgisini çeken konular olmayı sürdüren “fosiller” ve depremler hakkında konferanslar veren Hooke’u şaşırtmaya devam etmişti. O dönemde yaşayan birçok bilgini de şaşırtıyorlardı.

Tarih Hakkında Yeni Fikirler

Ancak, ne Steno’nun glossopetraesi ne de Hooke’un tartıştığı ammonitler ve diğer “fosiller” hakkında bilinenler onları, hemen hemen tüm bilginlerin doğal karşıladığı (ve kronoloji uzmanlarının kesinleştirmeye çalıştığı) yeryüzünün zaman çizelgesi sorununa yaklaştırabildi. Bütün bu zaman diliminin insanlık tarihi olduğundan da kuşku duymuyorlardı. Örneğin Steno, Malta adasında dil taşlarının çok fazla bulunmasının, ne organik kökenlerine ne de kısa ömürlerine karşı bir sav olduğuna, çünkü tek bir canlı köpekbalığının (kullanımda veya yedek) yaklaşık 200 diş ürettiğine işaret etmişti. Ayrıca yerli halk tarafından çıkarılan fosil kabuklarını içeren kaya bloklarının, Romalılar bölgeyi fethedip Etrüsk kültürünü yok etmeden çok önce, Toskana’daki dağlık Volterra kasabasının duvarlarını yapmak üzere Etrüskler tarafından kullanıldığını hatırlatmıştı. Bu hem kayaların hem de fosillerin yalnızca Roma öncesi değil, Etrüsk öncesi dönemden kaldığını ve antik döneme uzandığını gösteriyordu. Bu nedenle Steno, oluşumlarının daha da eski, hatta belki ünlü Tufan döneminde olması gerektiğini savunuyordu. Kanıtlarını rahatsız edecek kadar kısa bir süreye sıkıştırmak zorunda kalmaması bir yana, okuyucularının bu doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış birçok eserin aksine, böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bu kadar iyi durumda kaldığına ikna edilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Hooke da Steno gibi, yeniden canlandırdığı tüm olayların, ne kadar eski olursa olsun, insanlık tarihi içinde gerçekleştiğini varsaymıştı. İngiltere’nin uzak geçmişinde çok güçlü depremlere maruz kalmış ve bu depremlerin, kayalarla fosillerini kaldırarak deniz seviyesinden çok yükseğe çıkarmış olabileceğini ileri sürmüştü (Steno’nun İtalya’sı hâlâ yaşıyordu). Ancak buna ilişkin ilave kanıtların doğada değil, antik çağlarda yaşayan insanlardan kalan kayıtlarda, yani (her zamanki euhemerist yöntemle) mitolojik özelliklerinden arındırılmış efsanelerde ve öykülerde eski depremler ve yanardağ patlamaları hakkında karmaşık anlatılar halinde bulunabileceğini düşünüyordu. Aynı dönemde yaşamış diğer bilginlerin itirazlarına rağmen ammonitlerin henüz bilinmeyen kabuklu deniz hayvanları tarafından oluşturulduğunda ısrar etmişti. Bazıları devasa boyutta olduğundan ve şekil olarak en çok şahane ve çok değerli tropik “incili notilus”a benzediğinden, İngiltere’nin de bir zamanlar tropik iklimin etkisi altında kalmış olabileceğine inanıyordu. Ama bu noktada yine, buna ilişkin kanıtların doğada değil, eski yazılı kayıtlarda bulunacağını öngörüyordu. Ayrıca fosillerden bir “kronoloji oluşturmanın” mümkün olabileceğini iddia etmişti. Bununla yalnızca fosillerin, kronoloji uzmanlarının kullandığı yazılı kaynakları tamamlayabileceğini ya da en fazla onların yerini alabileceğini ve kayıtları, insanlık tarihinin bugüne hiçbir kesin belge kalmamış ilk dönemlerine uzatabileceğini söylemeye çalışıyordu. Çoğu kronoloji uzmanının öngördüğünden çok daha uzun bir tarih içeren Mısır ve Çin kayıtlarının farkındaydı ama bunlar gerçek olsa bile –ki bundan kuşkuluydu– yalnızca birkaç bin yıl geriye gidiyorlardı ve bu süre hâlâ “insanlık tarihi” kapsamındaydı.

“Fosillerin” nasıl yorumlanması gerektiği düşünüldüğünde Hooke’un ve Steno’nun yorumları sınırlı olmadığı gibi karışık da değildi; çünkü ikisi de geleneksel dünya tarihi çerçevesinin genel olarak doğru çizgide ve zaman ölçeğinin doğru boyutta olduğunu varsaymıştı. Ancak ikisi de insanlık tarihi ve doğal ortamı hakkında devam eden tartışmaya yeni ve önemli bir unsur katmıştı. Hem Hooke hem de Steno düşünüp tasarlayarak, kendilerinin ve o dönemde yaşamış diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı küresel tarih süresini önemli ölçüde genişletme gereği duymadan tarihçilerin fikirlerini ve yöntemlerini doğa dünyasına aktarmıştı.

Steno doğal olayların tarihsel sıralamasını yeniden canlandırmak için –yeryüzünün yüzeyine örnek olabileceğini düşündüğü– Toskana’da gözlemlediği kayaları ve fosilleri kullanmıştı. Bunu, kendi gözünde hiçbir tuhaflık olmadan, İncil’deki Yaratılış ve Tufan anlatısıyla eşleştirmişti. Volterra’nın etrafındaki tepelerde, üst üste duran ve katmanları bazı yerlerde paralel, bazı yerlerde de eğimli olan iki farklı kayalık grubu bulmuştu. Hepsinin başlangıçta yatay konumda yerleştirildiği ama bazı yerlerde sonradan çöktükleri ve eğildikleri sonucuna varmıştı. Üstteki tabakada fosil kabukları bulunuyordu, daha eski olduğu bariz olan alttaki tabakada hiç fosil yoktu. Bu nedenle alt tabakanın Yaratılış döneminden, dünyada daha hiç canlı varlığın olmadığı zamandan, üst tabakanın ise daha sonraki bir dönemden, muhtemelen Tufan zamanından kaldığı anlamını çıkarmıştı. Bu doğal eski eserlerin, İncil’deki tarihin ilk dönemleri hakkındaki anlatıyı doğruladığı ya da en azından onunla uyumlu olduğu sonucuna varmakta hiç zorlanmamıştı. Steno’nun belirttiği gibi “kutsal kitapla doğa hemfikirdi” ya da “doğa bunu kanıtlıyordu ve kutsal kitapla çelişmiyordu.” (İki kaya setinin her birinin içindeki katmanların aynı zamanda daha küçük çaplı bir dizi olayı simgelemesi – her tabaka ister istemez üstündekinden önce yerleşmiş oluyordu – o kadar belirgin bir çıkarımdı ki sonradan resmi bir “üstdüşüm ilkesi” konumuna yükselmeyi pek hak etmiyordu. Ayrıca Steno bunu kaçınılmaz sonuç olarak kullandığı için özel bir övgüye de layık değildi.)

Şekil 2.6 Steno’nun Toskana’nın fiziksel tarihini yeniden oluşturmak için kullandığı ve Prodromus (1669) adlı eserinde yayımlanan şekil. Yeryüzünün yüzeyindeki bu altı “bölüm” ya da yatay dilimler iki tamamlayıcı şekilde yorumlanabilirdi. Rakamlar, kayaların şu andaki görünebilir halinden (20), varsayılan orijinal haline (25) inceleme sırasını göstermekteydi. Ancak metin Steno’nun vardığı tarih sonucunu, gerçek zamanda ters sırada izleyerek orijinalden (25), bugüne (20) gelmektedir. Daha eski setin kayaları (sürekli çizgilerle gösterilen katmanlar) fosilsiz olup, yatay tabakalar halinde oluşmuştu (25) ama altı oyulduğundan (24), üstteki tabaka çökerek eğilmişti (23). Daha sonra, benzer ama ayrı bir olaylar dizisi sonucunda, eski tabakanın üstünde, yatay katmanlar halinde (22) daha genç ve fosilli kaya seti (noktalı çizgiyle gösterilmiş katmanlar) oluşmuştu. Bunların da altı oyulmuş (21) ve en üstteki katman çökerek bugünkü konumunu almıştı (20). Bu şekil, Galileo’nun fiziksel araştırmalarını hatırlatan ve Steno’yla Floransa’daki meslektaşlarına esin kaynağı olan bir gelenekle, soyut geometri tarzında çizilmişti.

Steno’nun bu tarihsel silsileyi özetleme şekli, mantık yönteminin kronoloji uzmanlarınınkine paralel olduğunu göstermektedir. Onlar nasıl kanıtların parçalarını, daha yakın ve nispeten iyi belgelenmiş geçmişten (Ussher’ın olayında Roma dönemi) başlayarak birleştirip sonra daha belirsiz eski dönemlere uzandılarsa, Steno da Toskana’nın o günkü durumundan başlayıp mantık yürüterek geriye gitmişti. Kronoloji uzmanları nasıl bundan sonra ters yöne gidip yeniden canlandırdıkları tarihi, doğru tarihler içeren “yıllıklar” halinde gerçek zamanda ileri götürdülerse Steno da Dünya tarihinin ardışık evrelerini –en eski dönemden günümüze kadar– süreleri belirtilmeden ama aynı derecede gerçek zamanlı bir şekilde canlandırmıştı.

Dünyada hiçbir bozuk para bir Antikacıya filanca prensin tebaası olan filanca bir yer olduğu bilgisini bu fosiller kadar iyi anlatamaz. Zira bu fosiller bir Doğa Antikacısına şu şu yerlerin sular altında kaldığını, bu tür hayvanlar olduğunu, Dünya’nın yüzeysel kısımlarındaki Başkalaşımlar ve Değişiklikler öncesinde şöyle şöyle dönemler olduğunu doğrulayacaktır. Ben de Tanrı’nın, Anıtlar ve Kayıtlar olarak bu kalıcı şekilleri, sonraki çağlara geçmişi anlatmak amacıyla tasarlamış olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan, bunlar eski Mısırlıların Hiyerogliflerinden daha okunaklı karakterlerle ve geniş Piramitlerle Obelisklerden daha kalıcı Anıtlara yazılmış.

Şekil 2.7 Hooke’un 1668 yılında Londra’daki Royal Society’de verdiği konferanstan açıklayıcı bir alıntı. Onun görüşüne göre fosilleri inceleyen bir “doğa antikacısının” çalışmaları, insan eliyle yapılmış eserleri inceleyen geleneksel antikacıların çalışmalarına çok benziyordu. Hooke başka bir konferansta fosil kabuklarının en eski “anıtlardan” bile daha eski bir tarihten kalmış olabileceğini ileri sürmüştü ama bunların insanlık tarihinin en eski “mitolojik” veya “efsanevi” çağlardan daha eski olduğunu düşünüp düşünmediği açık değildi.

Steno’nun bu konuyla ilgili olarak Prodromus eserinde yer alan makalesi, kronoloji uzmanları tarafından birleştirilen yazılı kanıtları tamamlamak, bunlara ilave yapmak, hatta yerlerine geçmek amacıyla, kayaları ve fosilleri doğal eski eserler olarak kullanarak yeryüzünün en eski tarihinin nasıl yeniden oluşturulabileceği hakkında çarpıcı bir örnekti ve sonradan da etkili bir örnek olmayı sürdürdü.

Hooke, aynı derecede önemli bir hamleyle, antikacıların yöntemini incelikli bir şekilde yeryüzünün incelenmesine uyguladı. “Doğa antikacısı” kayaları ve fosilleri, coğrafyadaki eski değişikliklerin, hatta yazılı kanıt kalmayan insanlık tarihi dönemlerinden öncesinin bile tarihsel kanıtı olarak kullanabilirdi. Kayalar ve fosiller doğanın anıtlarıydı ve doğanın madeni paralarıydı. Bunlar metafordu ama “yalnızca” metafor olmakla kalmayıp ciddi açıklamalar getiriyorlardı. Hatta kayalar ve fosiller, uzun zaman önce yaşanan olaylar hakkında adeta doğanın kendi tanıkları tarafından yazılmış kendi belgeleri olarak değerlendirilebilirdi. Ama bir yandan da, insanlar tarafından tutulmuş eski kayıtlar gibi bunların da deşifre edilmesi ve anlamlandırılması gerekecekti. Tarihi yeniden canlandırmak amacıyla doğanın eski eserlerinin kullanılabilmesi için “Doğanın Dilbilgisi”nin yani doğanın dilinin öğrenilmesi gerekiyordu, yoksa bunlar da eski Mısırlıların çok bilinen ama deşifre edilmemiş hiyeroglif yazıları gibi aydınlatıcı olmayacaktı.

Fosiller ve Tufan

Steno ile Hooke tek başlarına çalışan çevreden kopuk dahiler değillerdi; aynı dönemde yaşamış olan bilginlerle hararetli tartışmalara girişiyorlardı. Ama onlar aynı zamanda başka doğabilimcilerine, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılda araştırmalara esas olabilecek faydalı modeller sağlamışlardı (Hooke’un fikirleri Steno’nunkiler kadar etkili olmamıştı ve bunun nedeni kısmen, notlarının ancak öldükten sonra hem de sadece İngilizce olarak yayımlanmasıydı). Onlarla aynı dönemde yaşayan en etkin genç bilginlerden biri, her yerden topladığı fosillerle o zamanki en iyi koleksiyonlardan birini oluşturan İngiliz doktor John Woodward idi. Öldüğünde bu koleksiyonun Cambridge’deki üniversiteye bağışlanmasını vasiyet etmiş ve bunlarla ilgili görüşlerini açıklayacak notlarını bağışlamıştı (Fosiller büyük bir jeoloji müzesinin temellerini oluşturdu, doktorsa tanınmış bir bölümün kürsüsüne adını verdi; ben orada, 20. yüzyıl “Woodward profesörü”nden paleontoloji eğitimi aldım). Woodward’un en önemli kitabı An Essay on the Natural History of the Earth (1695), hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, organik kökenli oldukları açıkça belli olan bu fosillere odaklanmıştı. Bunların hepsinin Tufan’dan önceki dünyada yaşadığı yorumunda bulunmuştu. Ama son derece şiddetli bir olay olduğunu düşündüğü tufanın dünyayı tamamen yok ettiğini iddia etmişti. Newton’ın hâlâ çok yeni olan fikri evrensel yerçekimi geçici olarak askıya alınmıştı ve yeryüzünün organik olanlar dışındaki malzemeleri, çalkalanarak bir tür çorba ya da yoğun bir süspansiyon haline getirilmişti. Sonra yerçekimi tekrar devreye girince bu malzemeler çökelerek uçurumlarda veya madenlerde yaygın bir şekilde gördüğümüz ardışık kaya tabakalarını oluşturmuştu. Bu felaketten önceki dünyayla ilgili kanıtları vermek üzere sadece fosiller kalmıştı ama onlar da bunu dolaylı olarak yapabiliyorlardı. Zira Woodward fosillerin, canlıların yaşadığı yerlerde saklanmadığını, hatta o orijinal yaşam ortamlarından en ufak bir iz bile taşımadıklarını, sadece tufan sonrası oluşan çorbadan çıkıp yerleştikleri yerin özelliklerini barındırdıklarını savunuyordu (günümüz ifadesiyle bunların hepsi “türemiş” veya “taşınmış” fosillerdi). Woodward da kendinden öncekiler gibi tüm bunların kronoloji uzmanlarının kısa zaman ölçeği içinde gerçekleştiğinden emindi. Daha geniş bir zaman dilimine ihtiyaç yoktu.

Şekil 2.8 Scheuchzer’ın “Bir adam, Tufan’ın Tanığı ve Kutsal Elçi” gravürü (Homo diluvii testis et theoskopos, 1725). Eğitimli bir doktor olarak Scheuchzer’in bu fosilin, her ne ise, kesinlikle insan olmadığını anlamış olması gerekirdi. Belki de Woodward’un bilimsel yargı yeteneği, tüm fosillerin korkunç Tufan’ın kalıntısı olduğu yorumunu koşulsuz kabul etmesi yüzünden yanlış bir yola sapmıştı (Bir asır sonra önde gelen karşılaştırmalı anatomist Georges Cuvier tarafından bu foslin nesli tükenmiş bir amfibi, devasa bir semender yani kuyruklu kurbağa olduğu belirlendi).

18. yüzyılın başında diğer birçok doğabilimci, Woodward’un Tufan’ın karakteri ve nedeni hakkındaki spekülatif fikirlerini benimsemiş olsalar da olmasalar da, fosillerin artık tarihsel gerçeklik konusunda olağanüstü bir sav oluşturduğunu iddia ederek onu izlediler. Bunların arasında, Woodward’un kitabının Latince tercümesini yayımlayarak uluslararası boyutta erişilebilir olmasını sağlayan İsviçreli doktor Johann Scheuchzer de bulunuyordu. Woodward gibi Scheuchzer de verimli bir şekilde ürettiği yayınlarında, organik kökenli tüm fosilleri İncil’de yer alan büyük olaya bağlamıştı. Yarım asır önce Kircher, Tufan öyküsü hakkındaki yazılı yorumunu Nuh’un gemisine binmiş olması gereken tüm canlı hayvanların resimli anlatımlarıyla süslemişti. Scheuchzer, oldukça benzer bir derlemede aynı olaya değinirken canlı hayvanların değil kendi mükemmel fosil koleksiyonunun resimli listesini kullanmıştı. Bu çok önemli bir değişiklikti. Fosiller, Tufan’ın kalıntıları olan doğal eserler olarak şimdi yeryüzünün kendi tarihiyle ilgili süregelen tartışmanın odak noktası olmuştu. Hatta Scheuchzer örneklerinden birinin, kendi neslini o korkunç olay hakkındaki tarihsel gerçek konusunda uyarmakla görevli bir adamın, “Tufan’a tanık olan kutsal bir elçinin” iskeleti olduğunu bile iddia etmişti. Kendini, bu eşsiz fosilin, çok sayıda bitki ve hayvanın kalıntılarını gömen olayın aslında Nuh’un döneminde yaşayanların da hayatlarını kaybettiği büyük Tufan olduğuna ilişkin daha önce eksik olan belirleyici kanıt olduğuna ikna etmişti.

Fosillerin tufan sonucu oluştuğu açıklamasına tabii ki itiraz edildi. Bu açıklama, Genesis’teki anlatının kelimesi kelimesine yorumundan çok uzaktı. İncil’de belirtildiği üzere yalnızca “kırk gün” devam eden bir tufanın süresi, (sonradan kaya tabakaları halinde birleşen) bütün o kalın tortu tabakalarını oluşturmaya ve bütün bu kabuklu deniz hayvanlarını ve diğer fosilleri bu tortunun içine yerleştirmeye yetecek kadar uzun muydu? Veya her biri, bir tür mega tsunamiyle aniden ve şiddetle karaya savruldularsa bu durum, İncil’de sözü geçen deniz seviyesinin yükselmesi ve geri çekilmesinin Nuh’un gemisinin çok önemli yolculuğunu hiç zarar görmeden tamamlamasını sağlayacak kadar sakin olmasıyla bağdaştırılabilir miydi? Bu tür sorular, ilk defa olmasa da kaçınılmaz bir şekilde, eleştirel İncil yorumlarının gerekliliğini gündeme getiriyordu.

Geriye dönüp bakıldığında Woodward’un, Scheuchzer’ın ve bunlardan esinlenen başkalarının çalışmalarını, İncil’deki Tufan’ın tarihsel gerçekliğini kanıtlama konusunda aptalca bir saplantının değersiz ürünleri diyerek göz ardı etmek çok kolay olurdu. Ancak onların Tufan sonucunda oluşanlarla ilgili teorileri, hâlâ yeni bir fikir olan yeryüzünün, doğal eski eserlerindeki maddi kanıtlarla yeniden canlandırılabilecek gerçek bir fiziksel tarihi olduğu görüşünün oluşturulmasına yardımcı olmuştu. Ayrıca bu çalışmalar, doğabilimcilerinin fosillere odaklanmasını sağlamış ve sonradan yeryüzünün tarihini beklenmeyen derecede verimli bir şekilde araştırılmasına katkı sağlamıştı.

Yeryüzünün Tarihini Çizmek

Ancak o dönemde doğal yeryüzü hakkında –eşsiz ve büyük Tufan olayı dışında yeryüzünün ve canlı varlıklarının olaylara dayanan bir tarihleri olduğunu gösterebilecek çok az şey biliniyordu. 18. yüzyılın başında bile Tufan’dan önce belirgin doğal olaylar veya dönemler dizisi olabileceği fikri, herhangi bir fosil kanıtından çok Yaratılış anlatısından destek ve ilham alıyordu. Bunun çarpıcı bir örneği, Scheuchzer’ın, ilk Yaratılış öyküsünün altı “gününü” anlatan “altı günlük” resimli sahne dizisiydi. Kutsal tarih hakkında hazırladığı ve engin bilimsel bilgilerini tamamen kullandığı devasa resimli yorumunun (Physica Sacra, 1731-1735; bu dönemde “fizik” kelimesi çok genel anlamda kullanılıyordu) başlarında yayımlanmıştı.

Bu resimler, asıl Yaratılış haftasında art arda yaşananlara dair dünyanın hayali görüntülerini sunuyordu. (Çalışmaların büyük bir çoğunluğu, Tufan’dan başlayarak çok daha sonra yaşanan olayları betimliyordu). Örneğin “üçüncü gün”deki cansız bir manzarayı, olgun ağaçlar ve tanıdık canlı bitkilerle dolu bir başka resim izliyordu. Sonra, “altıncı gün”de yine canlı olmak üzere çeşitli hayvanlarla yeni doldurulmuş bir Cennet Bahçesi resmini, Âdem’in idareyi almaya geldiği bir başka resim izliyordu. Scheuchzer gerçekten de bunların her birinin yirmi dört saatlik günler olduğunu mu düşünmüştü? “Günler”in pekâlâ daha uzun süreli, hatta sonsuz uzunlukta olduğu sonucuna varırken başka yorumculardan –kabul gören İncil yorumu ilkelerinden– etkilenmiş olabilirdi. Buna rağmen Scheuchzer’ın muhteşem sahnelerinde, bu uzak dönemlerin olası kanıtları olarak kendi büyük fosil koleksiyonundan hiç eser yoktu. Daha önce de belirtildiği gibi bütün fosillerini, eserin daha sonraki bölümlerinde, Tufan öyküsünde kullanmıştı.

Zaman çizelgesinden bağımsız olarak, Scheuchzer’ın sahnelerinin en önemli özelliği, bunlara ilham veren Genesis öyküsü gibi, yaşamsız bir dünyayla başlayıp sırasıyla bitki yaşamının, deniz yaşamının, daha üst düzey karasal yaşamın ve sonunda insan yaşamının eklenmesiyle tutarlı bir sıra oluşturmalarıydı. Bu sahneler görsel olarak doğa dünyasının kendine özgü anlaşılabilir bir tarihi olduğu duygusunu güçlendiriyordu, gerçi bir yandan da bunun uzun insanlık tarihi içinde yalnızca kısa bir başlangıç olduğu hayal ediliyordu. Bu tarihin başlangıcı insanlık öncesiydi ve en eski aşaması yaşam öncesi olmuştu. Ancak böyle bir silsile fikri ve bunun kanıtı, neredeyse tamamen Genesis’ten alınmıştı, doğa dünyasının kendisinden değil.

Şekil 2.9 Yaratılış öyküsünün canlandırılması: Scheuchzer’ın hayali tarih sahnelerinden biri, İncil hakkındaki birkaç ciltlik resimli yorum kitabı Physica Sacra’nın (1731-1735) başlangıcına yakın bir yerde basılmış. Bu gravür, “altıncı gün yapılan iş” hakkında olup, Adem’in yaratılışından hemen önceki yeryüzünü göstermektedir. Altyazı, hem uluslararası hem de daha yerel Almanca konuşan okuyuculara hitap etmek için Latince ve Almanca’dır. Sahne süslü Barok çerçeve içinde yağlıboya bir resim gibi gösterilmektedir; sanki zamanda yolculuk yapan bir doğabilimcisi tarafından betimlenebileceği şekilde geçmişin resmini oluşturmaktadır. Scheuchzer’ın tüm resimleri kutsal veya dindışı tarihten sahneleri anlatmak için kullanılan sanatsal gelenekleri benimsemişti. Burada da Cennet Bahçesi’nden sahneler kullanılmıştı. Hayvanlar ve bitkiler için canlı örnekler model alınmıştı ama bu tür resimler sonradan, o zamanda yaşayanlar, bugün bilinen canlı türlerinden çok farklı olabilecek olsa da, yeryüzünün çok daha derin tarihiyle ilgili hayali sahnelere model oluşturmuştu.

Ama bu, gereken doğal kanıt bulunursa veya bulunduğu zaman, kolaylıkla genişletilerek çok daha geniş bir zamanı kapsayacak şekilde doldurulabilecek bir yeryüzü tarihi taslağıydı. Ne var ki, bu bölümün odaklandığı 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başında, Ussher gibi kronoloji uzmanlarının özenle nicel hale getirdiği geleneksel kısa zaman ölçeğinin bu şekilde uzatılmasını gerektirecek bir olay yokmuş gibi görünüyordu. Sadece bu tartışmaların uç noktalarında ve sadece arada sırada birkaç bilgin, birkaç bin yılın artık bilinmeye başlanan her şeye yetip yetmediğinden kuşku duyduklarını ifade etmişlerdi. Örneğin, büyük İngiliz doğabilimci John Ray, birçok fosilin aslında gerçekten organik olduğuna ikna olmuş olsa da Woodward’un Tufan açıklamasını tatmin edici bulmamıştı ve bir başka bilgine yazdığı mektupta, buradan “yeryüzünün yeniliği konusundaki kutsal tarihi şaşırtacak bir dizi sonuç çıkabilir,” demişti. Ancak o yola girmekte tereddüt ettiyse bunun nedeni, kutsal kitabın tarih olarak güvenilirliğini sorgulamayı gerektirmesi gibi görünüyordu. Oysa o ve o dönemde yaşayanların çoğu buna kesin gözüyle bakıyordu. Bu tür kuşkuların pek rahatsız etmediği Hooke, fosiller gibi doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış antika eserlerin çoğundan çok daha eski olabileceğini ileri sürmüştü. Ancak onun bile fosillerin, insanoğlunun en eski veya “mitolojik” çağından daha eskiye uzanabileceğini düşünüp düşünmediği kesin değildir.

Çok daha uzun bir zaman dilimi olasılığı hakkındaki birkaç spekülasyon örneğinden biri, artık adını taşıyan kuyrukluyıldızın yörüngesini ve dönüşünü hesapladığı için çok ünlü olan İngiliz bilgin Edmund Halley’e aitti. Halley yeryüzünün toplam yaşını hesaplamak amacıyla, nehirlerin halen okyanusların tuz içeriğini ne oranda artırdığını tahmin etmeye dayanan bir yöntem geliştirmeye çalışmış ve “belki bu şekilde yeryüzünün birçok kişinin bugüne kadar düşündüğünden çok daha yaşlı olduğu bulunabilir,” sonucuna varmıştı. Ancak Londra’daki Royal Society’de okunan makalesinde bu noktayla ilgili açık hedefi, tarihinin ne kadar uzak olursa olsun (diğer birçok kişi gibi o da Yaratılış günlerinin uzun zaman dilimleri olabileceğini ileri sürüyordu) zamanda bir noktada başlangıcının olduğunu kanıtlayarak, yeryüzünün sonsuz olduğuna ilişkin her türlü iddiayı reddetmekti. Zira 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılın başında bilginlerin çoğu için asıl tehdit, uzun bir zaman dilimi değil, sonsuz ve yaratılmamış bir dünyaydı.

Bu bölümde kısaca anlatılan tartışmalar, özellikle fosillere odaklanmış olsa da çok daha kapsamlı konuları etkilemişti. Bunlar, bu anlatının ana teması olan yeryüzünün kendi tarihinin detaylı bir şekilde yeniden canlandırılması konusuna dönmeden önce, 17. yüzyıldan 18. yüzyılın sonuna kadar izlenmesi gereken çok daha azimli türde bir teorileştirme sürecine dahil olmuştu.

3

Büyük Resimleri Çizmek

Yeni Bir Bilimsel Tarz

Eğer fosiller –bundan sonra bu kelime günümüzdeki anlamıyla kullanılacaktır– gerçekten doğanın kendi antika eserleri idiyse insan eliyle hazırlanmış belgeleri ve diğer eski eserleri tamamlayarak insanlık tarihinin ilk aşamalarına ve fiziksel ortamına ışık tutabilirdi. Steno, Hooke ve 17. yüzyılın sonuyla 18. yüzyılın başında yaşamış diğer birçok bilginin savunduğu bu sonuç, aynı zamanda oldukça farklı bir yeryüzü araştırmasına denk gelmişti. Yeryüzünün tarihinde belirli bir yer tutan olaylar dizisini birleştirmek yerine, bu olayların altında yatan nedenleri çözmeye çalışabilirlerdi. Kronoloji uzmanlarından, antikacılardan ve diğer tarihçilerden kavramlar ve yöntemler almak yerine, doğa filozoflarının (bu bağlamda kabaca günümüzdeki fizikçilerle eşdeğer) çalışmalarından yararlanabilir ve temel “doğa kanunları”nı Dünya’nın fiziksel özelliklerine uygulamaya çalışabilirlerdi. Prensipte bu iki proje birbirini tamamlıyordu. Örneğin sadece kutsal metinde değil, doğanın eski eserlerinde de kayıtlı olan Tufan’ın gerçek bir tarihsel olay olduğunu iddia etmek, bu kadar dramatik bir olayın neden oluştuğunu anlamaya çalışmakla oldukça uyumluydu. Steno ile Hooke fosil deniz kabuklarının suyun dışında, karada olmalarına dair fiziksel nedenler ileri sürdüklerinde iki konuyla da ilgileniyorlardı. Ama aslında yeryüzünü doğal nedenler bağlamında anlama girişimi, tarihini yeniden canlandırma girişiminden farklı bir tür teorileştirmeye dönüştü.

Nedensellik teorileri önerenler genellikle yeryüzünü bir bütün olarak açıklayabilecek büyük resmi oluşturmayı hedefliyordu: Sadece bugüne gelmesine neden olan geçmişi değil, doğanın değişmeyen yasalarının devam eden sürecini dikkate alarak, önünde ister istemez uzanan geleceği de çizmeye çalışıyorlardı. Hem geçmiş, hem de gelecek senaryolarını içeren bir model, daha önce 17. yüzyılda yayımlanan çok tanınmış bir eserde yer alıyordu. René Descartes’ın Felsefenin İlkeleri adlı 1644 tarihli kitabı, Fransız filozofun ifadesiyle bütün evrenin “doğanın temel yasalarıyla” yönetilen tahmini bir resmini çizmişti. Yeryüzünü bu görkemli vizyonun içinde incelemişti: Yeryüzü artık eskiden olduğu gibi evrenin tam ortasında duran eşsiz bir cisim değildi, muhtemelen uzaya dağılmış yörüngeli yıldızlar olan çok sayıda benzer gezegenden biriydi (Belki bizimki gibi üzerinde yaşam olan “çok sayıda dünya olması” olasılığı modern uzay araştırmaları ve SETI çağından çok önce hararetle tartışılmıştı). Yeni astronomi bilimi çerçevesinde yeryüzü sadece türünün en erişilebilir örneği olduğu için eşsizdi. Descartes evrenin herhangi bir yerinde, yeryüzüne benzeyen herhangi bir gök cisminin, başından itibaren içinde var olan değişimi ya çoktan geçirdiğini veya gelecekte geçireceğini savunmuştu.

Bu silsile sanki gök cisminin başlangıçtaki durumu (tahminen eski bir yıldız) ve sonra da bunu etkileyen doğa kanunları tarafından belirlenmiş veya programlanmıştı. Descartes’ın görüşüne göre, bundan dolayı cismin yapısı zaman içinde öngörülebilir bir şekilde ister istemez değişmişti. Zamanla başlangıçtaki parlak madde topu konumundan, iç içe geçmiş farklı oluşum tabakalarına ayrılmış olmalıydı. Bunlardan en dıştaki, katı tabaka ya da kabuktu. Descartes zamanı geldiğinde, bu kabuğun çatlayıp kırılacağını savunuyordu. Böylelikle bazı kısımları altındaki sıvı tabakaya gömülecek, bazıları da dışarı doğru kabararak gazlı bir katman oluşturacaktı. Kendi gezegenimizin özel durumunda bu olaylar dağlar, kıtalar ve okyanuslar olarak bilinen çeşitli topografya oluşumlarının ve üstlerindeki atmosferle altlarındaki görünmeyen çekirdeğin (ve varsayımsal sıvı bir tabakanın) ortaya çıkışına neden olacaktı.

Şekil 3.1 Descartes’ın, yeryüzü benzeri her cisim için iki ardışık aşamada, katı kabuk (E, en dıştaki koyu renk tabaka) kırılmadan önce ve sonra, belirli bir değişim sıralamasıyla öngördüğü şematik dilimleri veya kesimleri. Kabuğun bazı kısımları dışarı doğru kabararak en dıştaki gazlı zarfı oluştururken, bazı kısımları da altta yatan sıvı tabakaya gömülmektedir (D). Bunun sonucunda düzensiz bir yüzey topografyası ile üstünde bir atmosfer, altında da görünmeyen bir çekirdek oluşmaktadır. (Gravür masrafından ve 1644 tarihli Felsefenin İlkeleri kitabında sayfa yerinden tasarruf etmek amacıyla, her aşamada kürenin yalnızca yarısı gösterilmektedir.)

Descartes, yeryüzü benzeri cisimlerin bu şekilde yaşayacağı değişim sürecine ilişkin bir zamanlama belirtmemişti. Belirtmesine gerek yoktu. Önemli olan tek şey, doğal süreçler hangi hızda ilerlerse ilerlesin, doğanın kanunlarının böyle bir silsileyi gerektirmesiydi. Ancak gergin politik Karşı Reform dünyasında, süreç konusunda gösterdiği belirsizlik de sağduyulu bir davranıştı. Herkesin bildiği gibi Galileo kozmolojisinin kapsamlı etkileri hakkında Roma’da Katolik yetkililerle kavga etmişti. Descartesın benzer bir kaderle karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Ama aslında teorisi kendi gezegenimize uygulandığı zaman, kronoloji uzmanları tarafından hesaplanan birkaç bin yıla rahatça sığabilirdi. Ayrıca kendisi de Steno, Hooke ve diğer bilginlerin çoğu gibi, bunu sorgulamak için kuvvetli bir neden görmemiş olabilirdi (Bir bütün olarak evrenle ilgili zaman ölçeği bambaşka bir meseleydi).

Her neyse, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılın büyük bir bölümünde, Descartes’ın ünlü teorisi, yeryüzünün fiziksel gelişiminde etkili olmuş olabilecek doğa yasalarına aynı şekilde odaklanan birçok kişi tarafından örnek olarak kullanılmıştı. En azından prensipte, böyle bir teori sadece belirli olayları değil (örneğin depremleri veya yanardağları), yeryüzünün bulunan tüm fiziksel özellikleri ve doğal süreçleri açıklamaya çalışırdı. Yeryüzünün geçmişte, bugün ve gelecekte işlemesini sağlayan fiziksel “sistemi”nin tamamı için nedensel bir açıklama getirirdi. (Günümüzdeki en yakın eşdeğeri “Dünya sistemleri bilimi”nin aynı anahtar kelimeyi kullanması rastlantı değildi.) Romanların, sonelerin, manzaraların ve senfonilerin edebi ve sanatsal dallar olması gibi Theory of the Earth – Dünya’nın Teorisi adı, özel bir bilim dalı haline geldi.

“Kutsal” Bir Teori mi?

Bu ismi –önemli bir ilave kelimeyle– kullanan ilk büyük eser, yarım yüzyıl önce Ussher’ın entelektüel yaşamının merkezinde olduğu kadar, kendi döneminin merkezinde olan İngiliz bilgin Thomas Burnet tarafından yayınlanan Sacred Theory of the Earth – Dünya’nın Kutsal Teorisi (Telluris Theoria Sacra, 1680-1689) kitabıydı. Burnet modern anlamda aşırı tutucu biri değildi ama kesinlikle uzun zamandır iki tamamlayıcı güvenilir insani bilgi kaynağı olarak gördüğü doğa ve kutsal kitabı, yani Tanrı’nın “yaptıkları” ile Tanrı’nın “söyledikleri”ni birleştirmeye çalışıyordu. Bu nedenle hem değişmeyen doğa kanunları doğrultusunda oluşan fiziksel olaylardan, hem de kaydedilmiş geçmişle tahmin edilen gelecekten bahsediyordu. Teorisi kitaplarının başındaki süslü sayfalarla aydınlatıcı bir şekilde özetleniyordu. Yeryüzünün sonlu bir geçmiş ve geleceğe sahip olduğunu varsayıyordu. Bugün, tam ortadaydı ve kozmik İsa sembolik olarak başından sonuna, Alfa’dan Omega’ya (İsa’dan Tanrı’ya) tüm drama başkanlık ediyordu.

Descartes’ın başlangıçta kırık olmayan kabuk tabakası, Cennet Bahçesi’ndeki insanın ilk dünyasının sakin, düzgün mükemmelliğine benzetilmişti. Sonradan kabuğun kırılması küresel bir Tufan’a neden olmuş ve Nuh’la özdeşleşmişti.

Şekil 3.2 Burnet’ın Sacred Theory of the Earth kitabının görsel özeti: İngilizce çevirisinin süslü kapağı (1684). Kronoloji uzmanlarının sonlu doğrusal tarihi burada, gelecekte tamamlanacağını simgelemek amacıyla daire şeklinde kıvrılmış. İsa, kendisine atfedilen Yunanca tanımıyla, “Ben Alfa ve Omega’yım,” derken yedi aşamanın birinci ve sonuncusunun yanında bacaklarını açarak ayakta duruyor. Saat yönünde ilerlediğiniz zaman, başlangıçtaki Karmaşa’dan sonra, Tufan’dan önceki cennet gibi yeryüzünün düzgün mükemmelliği geliyor. Sonra da küresel Tufan oluyor (Nuh’un küçücük gemisi yüzerken gösteriliyor). Bugünkü yeryüzü, bildiğimiz kıtalar ve okyanuslarla tam ortada. Hâlâ gelecekte –doğanın değişmeyen yasalarının işleyişi dikkate alındığında öngörülebilen– bugünkü yeryüzünü mahvedecek küresel volkanik “Büyük Yangın”, sonra İsa’nın bin yıllık iktidarı sırasında yeryüzünün mükemmelliği ve finalde yeryüzünü yıldıza dönüştürecek Son. Geçmiş ve gelecek çarpıcı derecede simetrik bir şekilde bugünün iki yanında yer alıyor. Uzay-zaman çerçevesinde, ilahi âlemin sonsuzluğunu simgeleyen melekler sıralamayı dışarıdan izliyor. Ancak yeryüzünün kendisi sonsuz değil. Dairesel sıralamanın belirli bir başlangıcı ve sonu var.

Sular çekildiğinde, kıtalar ve okyanuslardan oluşan düzensiz coğrafyasıyla, bugünün kırılmış ve mükemmel olmayan dünyası ortaya çıktı. Geleceğe ilerledikçe, Tufan’ı yaratan doğa kanunları, zamanı gelince İncil’de öngörülen ve kıyamet olarak tanımlanan çok büyük yanardağ patlamaları yaratacaktı. Bu olay yeryüzünü temizleyecek ve ikinci kez düzgün ve mükemmel hale getirecekti. Böylece yeryüzü İsa’nın gelecekteki bin yıllık iktidarına hazır ve uygun olacaktı. Sonunda ve yine, faaliyet halindeki doğa kanunları sayesinde yeryüzü bir yıldıza dönüşecekti. Bu silsilenin tamamı, açıkça belirtilmeden, kronoloji uzmanlarının belirlediği türde bir zaman çizelgesi içinde yatıyordu (Sondan bir önceki dönemin, yani “milenyum”un fiilen bin yıl sürmesi bekleniyordu). Burnet, yeryüzünün sonsuz olabileceği ya da periyodik bir tarih türüne sahip olabileceği önerilerini açıkça reddediyordu. Kendi silsilesinin yuvarlak oluşu tamamlandığını, İsa’nın “Alfa ve Omega”sında gösteriyordu. Sonsuzlukçuların betimlediği gibi birbiri ardına sonsuz sayıda benzer döngüler içinde tek bir döngü değildi.

Burnet’ın teorisi son derece etkili olmuştu, hem de sadece bilginler arasında değil. İlginç bir şekilde Burnet, çalışmasının başlığındaki “Kutsal” adına, İncil’deki kanıtları bilimsel bir şekilde ele almasına ve açıkça sonsuzluğu reddetmesine rağmen ateizmle suçlandığını görmüştü. Ayrıca önemli bilimsel kanıtları göz ardı ettiği için eleştirilmişti. Örneğin İncil’deki anlatımda, ilk insanlar Cennet Bahçesi’nden atılmışlardı; o kadar “düşmüş” bir dünyaya atılmışlardı ki torunları (Nuh ve ailesi hariç) Tufan’da ölmeyi hak etmişlerdi. Oysa Burnet, Düşüş’ü göz ardı etmiş ve bütün Tufan öncesi dönemi cennet gibi mükemmel olarak betimlemişti. Başlangıçtaki bu mükemmellik, hiç deniz olmamasını gerektiriyordu (deniz, İncil’de karmaşa halindeki doğayı simgeliyordu). Bu nedenle Burnet’ın teorisinde deniz fosillerinin kaya tabakalarına gömülü olmasına olanak yoktu. Aslında Burnet, Royal Society’de, başka yerlerde aynı dönemde yaşayan bilginler arasında kayalar ve fosiller hakkında yaşanan hararetli tartışmaları tamamen göz ardı etmişti. Burnet çok daha ciddi bir şekilde hem Tufan’ı, hem de Büyük Yangın’ı sadece, bu büyük olayları kesin veya önceden planlanmış, dolayısıyla prensipte öngörülebilir hale getiren doğa kanunlarının işleyişine bağlamıştı. Bunu geleneksel, öngörülemeyen düşmüş insanların ahlaki davranışları hakkındaki ilahi kıyamet yorumlarıyla uzlaştırmak zordu.

Ancak Burnet’ın teorisi, sadece eleştirenler tarafından değil, ikna edici bulanlar tarafından da çok ciddiye alınmıştı. Örneğin Isaac Newton, Burnet’ı teoriyi nasıl geliştirebileceği konusunda önerilerde bulundu. Gezegenimizin dönme hızında başlangıçta değişiklik yapıldığında, Yaratılış “günleri” aslında yıllar olabilirdi (gerçi bu zaman çizelgesini pek genişletmiyordu). Newton’ın hayranı ve sonradan Cambridge’de halefi olan William Whiston, yayınladığı A New Theory of the Earth – Yeni Dünya Teorisi (1696) kitabında Descartes’ın doğa kanunlarını Newton’ınkilerle değiştirmişti. Bu değişikliğin Burnet’ın teorisini geliştirdiğini ve güncelleştirdiğini iddia etmişti. Özellikle, hem geçmişteki Tufan’ın hem de gelecekteki Büyük Yangın’ın fiziksel nedeninin kuyrukluyıldızlar olabileceğini ileri sürmüştü (Kuyrukluyıldızlar Newton’ın çalışmaları ışığında daha iyi anlaşılmıştı ama bu tür büyük etkiler yaratabilecek kocaman kütleler oldukları düşünülüyordu). Ancak Whiston’ın asıl amacı Burnet’ınkiyle aynıydı: Alt başlığında belirttiği üzere, kutsal kitaptaki tarihin “mantık ve felsefeye mükemmel bir şekilde uyduğunu” göstermek. Din ve doğabilimlerinin uyumlu olduğu iddia ediliyordu ve özlerinde kesinlikle birbirleriyle çelişmiyorlardı, gerçi aralarındaki ilişki şiddetli bir tartışma konusuydu.

“Yeryüzü Teorisi” artık bir bilim türüydü ama oldukça tartışmalı bir türdü. Aslında, Burnet’ın çalışmaları o kadar büyük bir kitap ve broşür bolluğu yaratmıştı ki –birçoğu tek ve gerçek teoriyi açıkladığını iddia ediyordu– bir eleştirmen küçümseyerek projenin tamamını, “yeryüzünü yeniden yaratmak” şeklinde tanımlamıştı. Buna rağmen Burnet’ın teorisi, 18. yüzyıl boyunca bilginler arasında popüler olmaya devam etmiş, ancak iki önemli şekilde değiştirilmişti. Birincisi, o yüzyılda ortaya çıkan yeryüzünün olası zaman sürecinin hiçbir çaba göstermeden çok fazla genişlemesini özümsemişti (Bunun için kullanılan kaynaklar bilim türünün kendisinden oldukça farklı olduğundan, gelecek bölümde anlatılacaktır). İkincisi, entelektüel Aydınlanma hareketinin kültürel ortamında, “Yeryüzü Teorisi” genellikle tamamen fiziksel boyutta doğa kanunlarıyla uğraşan bir projeye indirgenmişti. Burnet’ın ve diğer birçok kişinin teorilerinde görüldüğü haliyle doğanın ve kutsal kitabın kanıtlarını birleştirme girişimi, genellikle yarıda bırakılmış veya en azından yeterince önemsenmemişti. Açıkça belirtilmiş ateizmde ilahi boyut ender olarak reddediliyordu. Ancak, Aydınlanma bilginleri tarafından yaygın bir şekilde benimsenen “deizm” bunu bir kenara atmıştı. Tanrı’nın tamamen yüce ama aynı zamanda insan tarihi sürecinde yeryüzüyle etkileşim halinde olduğu şeklindeki dinamik anlayışa sahip geleneksel Hıristiyan (ve Yahudi) “teizm”inin aksine, deistler ilk başta –uygulamada neredeyse kişilikdışı görülen– bir “Üstün Varlığın” evreni tasarladığını ve yarattığını ama ondan sonra kendi haline bıraktığını öne sürüyordu. Deizm perspektifinden bakıldığında, büyük Tufan’ın yarattığı iddia edilen fiziksel etkiler genelde hafifsenmiş veya tamamen inkâr edilmiş, oysa Yaratılış öyküsü çoğunlukla bilimsel açıdan değersiz olduğu gerekçesiyle göz ardı edilmişti. Bu durum, yeryüzünün incelenmesini çok derinden etkilemişti. Yararlı bir şekilde, yeryüzünün nedensel süreçlerini yöneten zamansız doğa kanunlarına odaklanılmasını sağlamıştı. Ancak bir yandan da kutsal kitabın her türlü kanıtını reddederek, dikkatlerin yeryüzünün muhtemelen tekrarlanmayan umulmadık tarihinden uzaklaşmasına neden olmuştu. Bu durum burada iki önemli Aydınlanma dönemi bilgininin örnekleriyle ve onların aksine, çalışmalarında kutsal kitabın rolünü tekrar dahil etmeye çalışarak yeryüzünün gerçekten tarihsel incelemesini yapmaya çalışan üçüncü bir bilginle gösterilecektir. Bu büyük resimlerin her biri 19. yüzyıla ve hatta daha da sonrasına etkili bir miras bırakmıştır.

Yavaş Yavaş Soğuyan Bir Dünya mı?

Bu büyük teorilerden biri, onlarca yıl boyunca Paris’teki Kraliyet Doğa Tarihi Müzesi ve Botanik Bahçesi’nin (şimdi Jardin des Plantes içindeki Muséum National d’Histoire Naturelle) müdürü olan Georges Leclerc, yani Kont Buffon sayesinde olmuştu. Leclerc, Fransa’nın kültürel ve politik ortamında etkili bir kişilikti. Devasa, çok ciltlik eseri Doğal Tarih (Histoire Naturelle, 1749-1789), doğa dünyasının üç “krallığı”nın –hayvanlar, bitkiler ve madenler– tamamı hakkında kapsamlı bir araştırma olarak tasarlanmış ama sonunda çoğunlukla hayvanlarla ilgilenen bir esere dönüşmüştü. Bu, doğanın geleneksel statik tanımı anlamında “doğa tarihi”ydi, modern anlamda zaman içinde uzanan değişikliklerin anlatıldığı doğanın “tarihi” değildi.