banner banner banner
Yeryüzünün tarihi
Yeryüzünün tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Yeryüzünün tarihi


Buffon’un giriş makalelerinden biri yeryüzünün, tanımlamayı planladığı organizmaların ortamı olarak değerlendirildiği bir teori çizmişti. Yeryüzünü, hiç durmadan, yavaş yavaş ama genel bir yönü olmadan değişen bir sahne olarak betimlemişti. Geçmişte değişimin fiziksel nedenlerinin yalnızca erozyon ve tortulaşma gibi bugün de gözlemlenebilen ve gelecekte de devam etmesi beklenen oluşumlar olduğunu ileri sürmüştü. Bazı yerlerde denizin karayı aşındırdığı görülüyordu, başka yerlerde yeni karalar oluşuyordu ve denizin yeri değişmişti. Farklı zamanlarda dünyanın her yeri hem kara hem de deniz olmuştu veya gelecekte de olacaktı. Buffon’un teorisi yeryüzünü bir “durağan halli” dinamik denge durumunda gösteriyordu. Bu nedenle bu, gerçek tarihi olmayan bir yeryüzüydü. Teorisi özellikle ilk Yaratılış’tan veya sonraki Tufan’dan hiç bahsetmiyordu (Başka yerlerde kurnaz bir şekilde, Tufan’ın hiçbir fiziksel iz bırakamayacağını, çünkü bir mucize olduğunu iddia etmişti). Eğer yeryüzü sürekli ama yönsüz bir değişim içindeyse, toplam zaman süreci önemli değildi ve tanımlanması gerekmezdi. Ama diğer taraftan yeryüzünün başının veya sonunun olmadığı, sonsuzluktan yaratılmadan var olduğu düşünülebilirdi. Başkaları Buffon’un yeryüzü hakkındaki görüşlerine dokunmamıştı ama bu görüş hakkındaki çalışmaları, Paris’teki bazı teologlar (ve Jansenistler) tarafından eleştirilen ama başkalarının (Cizvitlerin) daha olumlu yaklaştığı noktalardan biriydi. Bir asır önce Roma’da Galileo’nun da yaşadığı gibi “Kilise”, hatta onun Katolik dalı bile, ağız birliği yapmamıştı. Buffon kraliyet ortamında resmen sansürlenemeyecek kadar güçlüydü; ama dinsel tutuculuk içeren yatıştırıcı bir açıklama yayımlayarak bilimsel görüşlerinin yalnızca varsayım olduğunu (gerçekten de öyleydi) itiraf etmek durumunda kalmıştı.

Neyse, Buffon kısa bir süre sonra yeryüzünün kökeni hakkında bir makale daha yayımladı; gizli bir sonsuzlukçu olduğu konusundaki her türlü kuşkuyu ortadan kaldırdı. Eğer yeryüzünün bir kökeni varsa sonsuz olamazdı (evren, her zamanki gibi bambaşka bir konu olabilirdi). Buffon geçmişte bir noktada büyük bir kuyrukluyıldızın Güneş’le yakın temas sırasında, parlak bir cismin bir parçasını kopardığını öne sürüyordu. Bunun sonucunda cisim yoğunlaşarak aralarında yeryüzünün da olduğu bir dizi gezegene dönüşmüştü. Buffon’un teorisi, Whiston’ınki gibi bilimsel olarak saygınlık kazanmasına yardımcı olan Newton’ın çok beğenilen doğa felsefesinden esinlenmişti (Buffon, Newton’ın bazı eserlerini yavaş yavaş tüm bilimlerin ana uluslararası dili olarak Latincenin yerini almakta olan Fransızcaya çevirmişti).

Buffon, yeryüzü hakkında iki zıt teori oluşturmuştu: Şu andaki süreçlerini esas alan durağan hal teorisi ve geçmişte uzak bir noktada aniden ortaya çıkışına ilişkin diğer bir teori. Yıllar sonra bu iki teoriyi, devasa eserinin son ciltlerinden birinde ve Des Époques de la Nature adını taşıyan kitap uzunluğunda bir makalede birleştirdi. Bu arada, bu yeni yeryüzü teorisinin mümkün olabileceğini gösteren çok gelişme olmuştu. Derin madenlerde artan ısının ölçülmesi (günümüz ifadesiyle “jeotermal ısı”) yeryüzünün iç ısısı gerçeğini doğrulamıştı; Buffon bunun ancak, kendisiyle başkalarının zaten önermiş olduğu parlak kökenden kalan sıcaklık olarak açıklanabileceğini düşünüyordu. Lapland ve Peru’ya yapılan bilimsel keşif gezilerinde gerçekleştirilen hassas ölçümler Dünya’nın genel şeklinin, Newton’ın yasalarının dönen bir sıvı cisim olduğu takdirde öngördüğü gibi kutupları basık küre olduğunu kanıtlamıştı. Avrupa’da yapılan saha çalışmaları Steno’nun en alt tabakadaki kayaların hiç fosil içermediği, dolayısıyla bunların herhangi bir yaşam başlamadan önceki dönemden kalmış olabilecekleri şeklindeki çıkarımını doğrulamıştı. Bunların üstünde olup daha genç oldukları belli olan kayalar birçok tuhaf fosil içeriyordu. Bazıları, örneğin dev ammonitler, bariz bir şekilde tropikal görünüyordu. Tüm sert kayaların üstünü kaplayan oynak çökeltilerde fillerin ve gergedanların kemikleri vardı; ama bunlar Kuzey Sibirya’da bile bulunuyorlardı. Ayrıca hiçbir yerde insan fosili izine rastlanmamıştı (Bu, Scheuchzer’ın kuşkulu “Tufan’ın tanığı insan” iddiasını gözden düşürüyordu).

Buffon bizzat bu araştırmaya doğrudan katkıda bulunmamış olsa da Paris’teki Académie des Sciences’a sunulan raporlardan, yürütülen tartışmalardan ve müzesi için elde ettiği fosillerden, bu sonuçları biliyordu. Bunlar, Buffon’a yeryüzünün, onun önerdiği aşırı sıcak kökenden zamanla soğumuş olabileceğini ve bu yavaş yavaş soğumanın birbirini izleyen aşamalarının yeniden canlandırılabileceğini ileri sürmüştü.

Uygarlık tarihinde olduğu gibi insanlık devrimlerinin dönemlerini belirlemek ve insani olayların tarihlerini saptamak amacıyla tapu senetlerine danışıldı, madeni paralar incelendi ve eski yazıtlar deşifre edildi. Yani doğa tarihinde de dünyanın arşivlerini kazıyıp ortaya çıkarmak, yeryüzünün içindeki eski anıtları çıkarmak, kalıntılarını toplamak ve bizi doğanın farklı dönemlerine geri götürebilecek fiziksel değişiklik izlerini bir kanıt grubunda birleştirmek gerekiyor. Uzayın sınırsızlığı içinde bazı noktaları sabitlemenin ve zamanın sonsuz yolculuğunda belirli sayıda dönüm noktasını yerine koymanın tek yolu bu.

Şekil 3.3 Buffon’un, yeryüzü tarihini insan dünyasının tarihçileriyle aynı yöntemleri kullanarak yeniden oluşturduğunu iddia ettiği Nature’s Epochs (Époques de la Nature, 1778) kitabının açılış sözleri. Geleneksel tanımlayıcı “doğa tarihi” modern anlamda doğanın kendi dinamik tarihine dönüştürülecekti. “Sonsuz zaman yolculuğundaki dönüm noktaları” referansı bunların eşit aralıklı olduğunu düşündüğü anlamına gelmemekteydi ve sonsuz olan, sadece zamanın soyut boyutuydu, tarihteki gerçek olaylar kronolojisi değil.

Anlamlı bir şekilde kitabının başlığında, kronoloji uzmanlarından alınmış önemli bir kelime vardı. Uzmanlar insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarına “çağ” diyordu. Buffon doğanın çağlar silsilesini yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Bir asır önce Hooke’un yaptığı gibi o da antikacılardan da başka anahtar kelimeler almıştı, fosiller gibi bulgular doğanın “anıtları”ydı, bunlar geçmişten kalan eski eserlerdi. Paralar ve yazıtlarla, belgeler ve arşivlerle benzerlikler, yeryüzünün kendi tarihini yeniden canlandırma iddiasında bulunduğunu daha da açık bir şekilde ortaya koyuyordu.

Buffon yeryüzü tarihi varsayımını, dönen sıcak bir sıvı cisimden –Ateş topu– başlayıp deniz seviyesinden yükseklerde bile büyük tropik kara hayvanlarının ortaya çıkmasına kadar altı çağ halinde tanımlayarak özetlemişti. (Yeni yaşam biçimlerinin kökeni Buffon’la o dönemde yaşayanlar için büyük bir bilmece değildi; bunu başka canlı türlerinin evrimleşmesine veya doğrudan kutsal olaylara değil, bir tür doğal “kendiliğinden oluşum” sürecine bağlıyorlardı.) Altı günlük Yaratılış’la paralelliği atlamak mümkün değildi ama Buffon bunu Genesis’in saygın bir yorumu yerine kurnaz bir parodi olarak düşünmüş olabilir. Ancak bu, her durumda anlatısının çok yönlü yapısını vurguluyordu. Buffon, insanların ilk ortaya çıkışını (Genesis’te altıncı günde olduğu gibi) altıncı çağa yerleştirmeyi planlamıştı. Ancak bu durumda insanlar, en az bir türünün soyunun tükendiğinden kuşkulandığı büyük fosil memelilerle aynı dönemde yaşamış olacaktı. Bu nedenle tam eseri yayımlanmak üzereyken, insanların ilk kez ortaya çıkışını göstermek amacıyla yedinci bir çağ ekledi: Böylece hikâyedeki son önemli olay geleneksel yerini korumuş oldu (gerçi böylelikle insanları, Genesis’te kutsal Sebt tatilince işgal edilen üstün konuma yerleştirmiş oluyordu). Ancak daha da önemlisi Buffon’un son dakikada yaptığı değişiklik, diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı şeyi açıkça sergilemişti: Bu yeryüzü (ve canlı varlıklar) tarihinin neredeyse tamamı insanlar ortaya çıkmadan önce yaşanmıştı. İnsanlar hâlâ hikâyenin zirvesinde olabilirdi ama şimdi insan olmayan giriş çok genişlemişti. Başka bir deyişle insanlık tarihi, çok daha uzun bir dramda final sahnesine indirgenmişti.

Ancak tarihin ne kadar uzun olduğu konusu, yani geleneksel birkaç bin yılın çok ötesine uzanan bir toplam süreç fikri, diğer bilginler tarafından da hesaba katılmış olsa da Buffon’un açıklığa kavuşturduğu bir konuydu. Diğerlerinin aksine Buffon süreci, doğru rakamlarla tespit etmeye çalışmıştı. Kırsal kesimdeki konağında bulunan demir imalathanesini kullanarak çeşitli maddelerden yapılmış farklı boyutlardaki küçük topların akkor halinden oda sıcaklığına soğuma hızını ölçtü ve sonra sonuçları yeryüzünün boyutuna yükseltti. Bu işlem sonucunda yeryüzünün toplam yaşının yaklaşık 75.000 yıl olduğunu belirlediyse de bunun fazlasıyla düşük bir tahmin olduğundan kuşkulandı ve içten içe sayının on milyonlara varabileceğini düşündü. Buffon’un yayınladığı düşük tahmin bile kronoloji uzmanlarının olağan hesaplarını altüst etti. Yüksek tahminlerini kendisine saklamasının sebebi kilise yetkilileri tarafından eleştirilme korkusu değildi. Aksine, düşük rakam için deneysel kanıtları olduğunu düşünüyordu, oysa yüksek rakam konusunda yalnızca önsezisi vardı. Haklı olarak korktuğu şey, diğer bilginlerin önerisinin fazla spekülatif olduğuna ilişkin eleştirileriydi. Buffon’un bulduğu bütün rakamlar, küçük modellerden gerçek yeryüzüne yaptığı büyütme işlemine ve tabii, soğutma teknolojisinin geçerliliğine dayanıyordu.

Buffon yeryüzünün yaşını, teorisi hakkında çok daha önemli bir bilgi veren bir bağlama yerleştirmişti. Onun tarih silsilesinin tamamı, başlangıçta akkor halinde olan bir cismin soğuma hızına bağlıydı, bu nedenle Güneş sistemindeki tüm cisimlere, hem gezegenlere hem de uydulara aynı şekilde uygulanabilirdi. Bunların soğuma hızı, esas olarak her cismin büyüklüğüne olduğu kadar Güneş’in sıcaklığına ve yakınlığına da bağlı olacaktı. Aslında, Buffon’un teorisi Descartes’ın çok daha eski teorisini örnek almıştı. Olayların sıralaması, sadece akkor durumdaki cismin başlangıç koşullarına ve soğuyan cisimlerin fizik kurallarına bağlı olarak, baştan sona kadar kesin olarak belirlenmişti veya adeta önceden programlanmıştı. Üstelik bu sadece her cismin geçmişine değil, aynı şekilde geleceğine de uygulanacaktı. Yeryüzünün durumunda Buffon, gezegenimiz daha da soğudukça ve Kuzey kutbunun donmuş atıkları yerkürenin diğer bölgelerine yayılıp onu (çok sonra ortaya çıkan bir deyimle ifade etmek gerekirse) Kartopu haline dönüştürdükçe ömrünü tamamlayacağı nihai yok oluş tarihi konusunda bir tahminde bulunmuş, hatta bunu hesaplamıştı. Bu Buffon’un yeryüzü teorisinin, söylemlerinde kullandığı tüm metaforlara rağmen –doğanın paraları ve yazıtları, çağlar ve anıtlar gibi– yalnızca çok sınırlı anlamda tarihsel olduğunu göstermektedir. Yeryüzünün zaman içinde, sabit doğa kanunları altında gösterdiği öngörülebilir fiziksel gelişimini (Ateş Topu’ndan Kartopu’na), geçmiş ve gelecek senaryosu halinde yeniden canlandırmıştı. Ancak yeryüzünün tarihi, insanlık tarihinin karışık, öngörülemeyen, beklenmedik durumundan yoksundu. Aslında bu, Genesis’teki Yaratılış anlatısının dinsel olmayan bir versiyonuydu ve yönlü değişim vurgusunu benimsemiş olsa da ilahi girişim temelinden türeyen derin durumsallığı dikkate almamıştı.

Şekil 3.4 Buffon’un Güneş sisteminin ilk oluşumundan beri gezegenlerin ve uyduların her birinin ömrü konusunda yaptığı hesaplar bin yıl (Ka) cinsinden veriliyor. Bu şekilde, zaman, günümüzdeki tarzla soldan sağa doğru akmış ve Buffon’un, küçük örnek topların akkor halinden soğuma hızıyla yaptığı deneyleri her cismin gerçek boyutuna büyüterek elde ettiği rakamlar (1775) esas alınarak yapılmış. Buffon her birinde, “dokunulabilecek” kadar soğuduktan hemen sonra, hayatın “kendiliğinden” başlayacağını ve yüzey ısısı, suyun donma noktasına ulaştığında sona ereceğini düşünüyordu (ayrıca bütün bu cisimlerin katı olduğunu ve fiziksel olarak yeryüzüne benzediklerini varsaymıştı). Geçmişle gelecek arasında ayrım yapılmamıştı ve bugünün konumu sadece, başka rakamlardan oluşan yoğun matrisin ortasında yeryüzüyle ilgili tek bir rakamdan –72,832 yılda– anlaşılmaktadır. Öngörülen geleceğin, geçmişten çok daha uzun olması dikkat çekicidir. Buffon bütün hesaplarının “kuramsal” olduğunu kabul ediyordu ama soğuyan cisimlere ilişkin evrensel fizik kuralları dikkate alındığında bütün bu cisimlerin, özellikle de yeryüzünün gelişim sürecinin, kesin ve öngörülebilir olduğu görüşünü vurguluyordu.

Buffon’un yeni yeryüzü teorisi farklı tepkiler aldı. Yine, Paris’teki yerli teologlarla birkaç zorluk yaşanmıştı ama onlar eskiye oranla daha da sessiz kalmışlardı. Aydınlanmanın kültürel merkezinde bu tür eleştiriler aslında ilgisiz oldukları gerekçesiyle dikkate alınmamıştı. Nature’s Epochs’un anlamlı edebi tarzı, genel okuyucuları tarafından çok takdir edilmişti ama bilginler Buffon’un makalesini, bu kadar spekülatif olduğu için yalnızca bir “roman” olarak değerlendirme eğilimindeydi. Somut gözlemlere dayandığı noktalarda bunlar Buffon’un kendi gözlemleri değildi, büyük ölçüde başkalarının gözlemleriydi (soğuma deneyi istisnaydı). Hemen hiç saha çalışması yapmamıştı ki bu çalışmalar şimdi böylesi ciddi araştırmalar için gerekli görülmekteydi. Buffon’un son derece açıklayıcı sistemi okuyucularının yeryüzünü, ilk insanlık tarihinden bile çok daha geriye giden uzun ve değişken bir geçmişi olan bir gezegen olarak hayal etmelerine yardımcı olmuştu. Ancak başkaları için bu devasa ve etkileyici panorama yalnızca hayali bir bilimkurgunun parçasıydı.

Döngüsel Yeryüzü Mekanizması mı?

Sadece birkaç yıl sonra, varsayıma dayalı “sistemler” kalabalığına oldukça farklı bir başka yeryüzü teorisi eklendi. Bu teorinin sahibi, Edinburgh’da David Hume ve Adam Smith gibi Aydınlanma’nın ünlü isimlerini içeren entelektüel ortamda bulunan İskoçyalı bilgin James Hutton’dı. Hutton da onlar gibi kendini aslında filozof olarak görüyordu. En kapsamlı çalışması epistemoloji (bilgi felsefesi) hakkındaydı. An Investigation of the Principles of Knowledge (Bilginin İlkeleri Hakkında Bir Araştırma – 1794) adının ima ettiği kadar geniş kapsamlı bir kitaptı. Theory of the Earth (Dünya Teorisi – 1788’de özeti, 1795 yılında da daha kapsamlı bir versiyonu yayımlandı) çok daha azimli bir entelektüel projenin yalnızca bir bileşeniydi. Hutton, Buffon gibi yeryüzünü düşünürken doğanın sanki istenen etkileri yaratabilmek için gereken uzunlukta zamana sahip olmasını doğal karşılıyordu; başka bir deyişle, bir filozof gözlemlenebilecek bir şeyi açıklamak için gerektiği kadar zaman kullanabilirdi. Yine Buffon gibi Hutton da bu tür açıklamaların genellikle, etrafındaki dünyada hareket halindeyken gözlemlenebilen yavaş doğal süreçler –örneğin erozyon ve çöküntü gibi– cinsinden yapılması gerektiğine kesin gözüyle bakıyordu. Bu ilkelerin ikisi de zaten 18. yüzyıl sonunda bilginler tarafından benimsenmişti ve Hutton bunları yaratıcı bir şekilde kullanan ilk kişi değildi. Yanlış bir inanç yüzünden, İngilizce konuşanlara hatta bizzat İskoçlara özgü bir şovenizmle, Hutton’a jeolojinin eşsiz, önemli ve kurucu “babası” gibi hak etmediği bir modern saygınlık verilmişti. Hutton, Buffon’un çalışmalarından bahsetmemişti ama herhalde onlardan haberi vardı: Buffon uluslararası bilim sahnesinde önemli bir kişiydi ve Hutton –bu dönemdeki tüm eğitimli İngilizler gibi– rahatlıkla Fransızca okuyabiliyordu.

Hutton insan vücudunda kan dolaşımı hakkında (Latince) bir tez yazarak Leiden’deki büyük Hollanda üniversitesinde doktorluk diploması almıştı. Sonra İskoçya’ya döndüğünde, bugün “hidrolojik döngü” denilen konu hakkındaki tartışmaya katkıda bulunmuştu: Su yağmur halinde yağıyor, nehirlerle denize akıyordu. Burada buharlaşma ile bulutlar oluşarak yağmur yağdırıyor, döngüyü tamamlıyordu. Bu tür döngüsel veya sürekli sistemler Aydınlanma bilginleri arasında olayları hem doğa hem de insan dünyasında anlama yolu olarak çok popülerdi. Bu nedenle Hutton’ın, eskiden Buffon’un yaptığı gibi yeryüzü için bir başka sürekli döngüsel sistem geliştirmesi şaşırtıcı değildi.

Hutton insan hayatının, bitki ve hayvanların yaşamına bağlı olduğuna, buna karşılık onların hayatının da toprağa bağlı olduğuna inanıyordu (Edinburgh yakınlarında çiftlikleri vardı ve tarım konusuna uzun süre düşünmüştü). Toprak, altında yatan ana kayaların kırılmasıyla oluşmaktadır ama sürekli olarak nehirlere, oradan de denizlere sürüklenmektedir. Hutton bu nedenle karanın uzun vadede, erozyonla deniz seviyesine inerek kaybolacağını ve artık insan hayatını destekleyemez hale geleceğini savunuyordu. Ancak kaybedilen toprakların yerine geçecek yeni kara parçaları yaratabilecek başka süreçler olmalıydı. Karadan denize sürüklenen toprak denizin dibinde birikiyor olmalıydı. Eğer orada toplanıp yeni kayalar oluşturuyorsa ve yerkürenin o bölgesinde yeryüzünün kabuğu yavaş yavaş deniz seviyesinin üstüne çıkarsa yeni kara parçaları oluşur ve döngü tekrarlanabilirdi. Hutton bu önemli “yenilenme” sürecinin, yeryüzünün derinliklerindeki devasa ve yaygın ısı gücüyle beslenmesi gerektiğini, gezegenin yüzeyini daimi bir değişim sahnesi haline getiren şeyin bu olduğunu iddia ediyordu.

1785 yılında ilk makalesi Edinburgh’daki Yeni Kraliyet Derneği’nde okunurken Hutton’ın açıklayıcı bir şekilde adlandırdığı gibi, bu dinamik ama sürekli “yaşanabilir yeryüzü sistemi”nin asıl amacı yeryüzünün devamlı olarak, sonsuza dek insanlar tarafından yaşanabilir halde kalmasını sağlamaktı. Teorisi, doğa teolojisine ve özellikle yeryüzünün, akıllı ve cömert tasarımını takdir edebilen mantıklı varlıkları desteklemek amacıyla oluşturulduğu şeklindeki deistik inanca dayanıyordu (Akıllı Tasarımın modern yaratılışçılık yandaşları yalnızca eski bir kavramı yeniden ısıtmaktadır). Hutton’ın belirttiği üzere bu, “bilgelik ve yardımseverliğin değişen yerkürenin sonsuz düzenini yönettiği bir sistemdi.” “Bu sistemin, yeryüzünde onu algılayabilecek tek canlı varlık olan insanlar için tasarlandığı düşünüldüğünde bu, onlar için ne kadar büyük bir rahatlık,” diye eklemişti Hutton. Bu dil (bazen Sovyet rejimi altında yayınlanan bilimsel çalışmaları çarpıtan Marksist dil gibi) yalnızca ateizmin politik sağduyululukla kapatılması amacında değildi. Bu dil, Hutton’ın yazılarına egemen olmuştu ve onun deistik inançlarını içtenlikle ifade ettiği çerçeve dışında hiçbir anlam taşımıyordu.

Hutton ancak yeryüzüyle ilgili süreklilik teorisini halka daha doğrusu Edinburgh’lu diğer bilginlere sunduktan sonra İskoçya’da kapsamlı saha araştırması yaparak teorisi geçerliyse neyle karşılaşacağını yokladı (şimdi “hipotezli tümdengelim” denilen bilimsel yöntemi kullanıyordu). Beklendiği üzere, genellikle en alt konumda belirgin bir kaya olan granitin, aslında en eski kaya olamayacağına dair kanıt buldu. Granit soğuyarak kristalli bir cisim haline dönüşmeden önce, üzerindeki kayaların içindeki çatlaklara son derece sıcak bir sıvı olarak sızmış gibiydi. Hutton bunu, yeryüzünün kabuğunun altında kabararak yeni kara alanları yaratma gücünü sağlayan aşırı derecede sıcak bir sıvı olduğunun kanıtı olarak değerlendirmişti. Bu tür yükselmelerin defalarca gerçekleştiğini iddia etmişti. İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin ilk zamanlarında olağanüstü bir rol oynayan buharlı makinelere atıfta bulunarak, yeryüzünün bir “makine” olduğunu söylemişti. Buharlı makineler ısının devasa, kapsamlı gücünü göstermişti; her aşamada, sonsuza kadar tekrarlayan döngüler halinde çalışmayı sürdürebiliyorlardı. Hutton yeryüzünü buhar makinesine benzeyen doğal bir makine yapan şeyin bu döngüsel yapı olduğunu savunuyordu.

Hutton ardışık silsilesiyle oluşmuş kayaların sağlam olduğu yerlerde bu doğal makinenin işleyişi hakkında ilave kanıtlar aramış ve bulmuştu. Eğer bir deniz tabanına yatay tabakalar olarak biriken bir dizi katman, sonradan kabararak kuru bir kara oluşturmuş, sonra yağmur ve nehirlerle aşınarak deniz seviyesine inmiş, sonra da başka bir deniz tabanına birikmiş ikinci bir katman dizisiyle kaplanmış ve daha sonra tekrar kabararak kurak bir kara parçası oluşturmuşsa bu en az iki ardışık “yaşanabilir yeryüzü” kanıtı olarak değerlendirilebilirdi.

Hutton bunlardan önce başkalarının olduğundan ve gelecekte başkalarının olabileceğinden kuşkulanmak için hiçbir neden görmemişti. Kendisinin en sevdiği benzetmeyi kullanacak olursak, yeryüzünün “sistemi” Güneş sistemindeki gezegenlerin yörüngeleri kadar tekrarlanıyordu; ardışık “gezegenler” ardışık yörüngelerden farklı değildi. Fosillerin başka şeyler ileri sürdüğünü düşünmüyordu. Bu noktada onun için önemli olan tek şey, bitki ve hayvan fosillerinin eski “gezegenlerde” hem karanın hem de denizin mevcut olduğunu kanıtlamasıydı. Hutton kayıtlı insanlık tarihi öncesinde insan hayatı olduğuna ilişkin fosil kanıtı olmadığını kabul ediyordu; ama bitki ve hayvan fosilleri, o olmayan kanıtların yerini tutuyormuş veya onları temsil ediyormuş gibi davranıyordu. Deistik akıllı tasarım sisteminde onun nihai amacını yerine getirmek üzere gerçekte insanlar da olmasaydı, çok sayıda insansız yaşam olan “yerküre” anlamsız olurdu.

Şekil 3.5 Hutton’ın yayımlanan ve 1787 yılında Güney İskoçya’da bir nehir vadisinde bulduğu iki dizi katman arasındaki açılı “birleşim yeri”ni gösteren gravürü (1795). Alttaki ve daha yaşlı olan katman, başlangıçta yatay tabakalar olarak birikmiş olsa da kabararak dikey konuma gelmişti; sonra aşınmış ve katmanın tepesi kesilmişti (üstte bazı parçalar kalmış); sonra üstüne daha genç bir katman dizisi birikmiş ve bu katman yükselerek bitkilerin, hayvanların ve insanların yaşadığı bugünkü kurak alanı oluşturmuştu. Hutton’ın görüşüne göre bu kayalar, okyanusta iki ardışık birikimin ardından kabararak yeni kara oluşmasını ve sonra aşınmasını simgelemekteydi. Bunlar iki ardışık yaşanabilir dünyanın kalıntılarıydı.

Artık mantık yürütmenin sonuna geldik; şu andaki gerçeklere katkıda bulunacak başka veri yok. Ama elimizdekiler yeterli, doğada bilgelik, sistem ve tutarlılık olduğunu bulduğumuz için memnunuz. Zira bu gezegenin doğal tarihinde, bir dizi gezegen gördüğümüz için buradan, doğada bir sistem olduğu sonucuna varabiliriz. Benzer şekilde, gezegenlerde köklü değişiklikler olduğundan, bu değişikliklerin sürdürülmesini sağlayan bir sistem olduğu sonucuna varılmıştır. Ama eğer birbirinin ardından gelen gezegenler, doğa sistemi içinde oluşuyorsa yeryüzünün kökeninde daha ileriye gitmeye çalışmakta yarar bulunmamaktadır. Bu nedenle, şu andaki araştırmamızın sonucunda, herhangi bir başlangıç izi veya son olasılığı bulamadık.

Şekil 3.6 Hutton’ın Theory of the Earth (1795) kitabının son paragrafı ve yeryüzü “sisteminin” ne başlangıç ne de son işareti gösterdiğini iddia eden ünlü son cümlesi. Hutton’ın “ardışık gezegenler” içeren –burada açıkça Güneş’in etrafındaki ardışık gezegen yörüngelerine benzetilmektedir–, kökeni olmayan ve geçmişten geleceğe uzanan durağan, sürekli sonsuzluk içeren teorisini özetlemektedir. “Bilgelik” ve “niyet” ve de aslında “sistem” dili, Hutton’ın deistik teolojisini ifade etmektedir: Dünya mekanizmasının Akıllı Tasarımı, yaşanabilir topraklarda sonsuza kadar insan hayatı olmasını sağlamasına imkân vermektedir.

Bu nedenle Hutton, yeryüzünün eskiden şu andaki halinden farklı olduğunu veya gelecekte farklı olabileceğini düşünmeye gerek görmemişti. Karanın sürekli olarak aşınması ve denizin altında kaybolmasına rağmen, başka yerlerde karalar ortaya çıkıyor ve kaybedileni telafi ediyordu. Yani insanların yaşaması için hep kara olmuştu ve olacaktı. Bu nedenle Hutton’ın sürekli, durağan gezegeni, sonsuza dek insan hayatını destekleyecek şekilde tasarlanmış bir “sistem” olarak Buffon’un gelişen gezegeninden daha az tarihseldi. Hutton’ın ardışık gezegenleri zamanda sonsuz bir silsile oluşturuyordu ama tekrarlanan gezegen yörüngeleri nasıl Güneş sisteminin gerçek tarihi değilse, bu da yeryüzünün gerçek tarihi değildi.

Hutton’ın teorisi kendi ülkesinde ve Avrupa’da bilginlerin dikkatini çekmişti. yeryüzünü sonsuz olarak tanımladığı, aynı dönemde yaşayan bilginler, hem destekleyenler, hem eleştirenler açısından gayet açıktı. Örneğin Erasmus Darwin (Charles’ın büyükbabası) teoriyi onaylayarak Hutton’a göre “sudan ve karadan oluşan kürenin” hep sonsuz olduğunu ve olacağını belirtmişti. Başka bir yazar, açık bir şekilde The Eternity of the Universe (Evrenin Sonsuzluğu) adını verdiği destekleyici kitabında bunu aktarmıştı. Diğer tarafta, bir eleştirmen alaycı bir şekilde Hutton’ın, “ezelden beri düzenli olarak birbirinin ardından gelen pek çok yeryüzü olduğunu ve bu silsilenin sonsuza dek süreceğini” iddia ettiğini belirtmişti. Ayrıca kayalar hakkında bir iki şey bilen bir maden araştırmacısı, Hutton’ın “açıklanamayacak bir sistemi, yani dünyanın sonsuzluğunu desteklemek için her şeyi çarpıttığından ve zorladığından” yakınmıştı. Bu tür eleştiriler kısmen teorisinin bilimsel özelliklerine, örneğin tüm yumuşak çökeltilerin yoğun bir şekilde ısıtılarak hatta okyanus tabanında eritilerek sert kayalara dönüştürülmesi gerektiği iddiasına yöneltiliyordu.

Hutton’ın sistemi göz ardı veya ihmal edilmemişti ve tabii, Aydınlanmanın kültür merkezlerinden birinde yaşayıp görüşleri yüzünden eziyet görmesi düşünülemezdi. Ancak 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bilginler genellikle “Yeryüzü Teorisi” türünün ömrünü tamamladığını düşünüyordu. Yaygın bir şekilde, Hutton’ın örneğinin, Buffon’unki gibi ciddiye alınamayacak kadar spekülatif olduğu düşünülüyordu. Detaylı gözlemlerinin bir kısmı değerli olarak kabul edilse de teorisi, 18. yüzyıldaki aynı türdeki diğer çalışmalar gibi unutulsa daha iyi olurdu ama o, Hutton’ın ölümünden sonra yeni yüzyılın zevkine uyacak şekilde yeniden paketlenip insanlara sunuldu.

Antik ve Modern Yerküreler mi?

Ancak Hutton’ın eleştirenlerden biri, hem de en akıllılarından biri, çalışmalarıyla bu bilim türünün hem değişeceğinin, hem de terk edileceğinin habercisi olan Jean-André Deluc’tü (veya de Luc). Deluc, Cenevre vatandaşıydı (Cenevre o zaman şehir devletiydi ve henüz İsviçre’nin parçası değildi), meteoroloji uzmanı ve bilimsel cihaz imalatçısı olarak ün yapmıştı. Otuzlu yaşlarında İngiltere’ye göç etmiş ve Royal Society’ye katılarak Kral III. George’un Almanya doğumlu karısı Kraliçe Charlotte’a entelektüel danışman olarak atanmıştı. Uzun hayatının geri kalanında Batı Avrupa’ya birçok yolculuk yaptı ve eserlerinin çoğunu anadilinde, yani Fransızca olarak yayımladı. Deluc kendini, en az Buffon ve Hutton kadar Aydınlanma filozofu olarak görüyordu ama onların aksine, bırakın deist olmayı, ateist bile değildi. Kendini “Hıristiyan filozof” ya da "teist" olarak nitelendiriyordu. Tutucu bir dindar değildi ama kutsal kitabın insan hayatı konusunda güvenilir bir kılavuz olduğuna ve özellikle de ilahi girişimle ilgili inandırıcı kayıtlar içerdiğine inanıyordu: İncil’i tarih olarak ciddiye alıyordu. Kendinden önceki birçok insan gibi özellikle İncil’deki Yaratılış ve Tufan öykülerinin, yine tarih olarak güvenilirliğini göstermeye çalışmıştı (Bu çabası ona günümüzde, daha az gerekçeyle olsa da Ussher’ınki kadar olumsuz bir şöhret getirmişti).

Deluc’ün bu temalardaki ilk çalışmaları Buffon’un Epochs kitabından hemen sonra ve Hutton’ın Theory’sinden birkaç yıl önce basılmıştı ama ikisinden de radikal düzeyde farklı bir yeryüzü yorumu öneriyordu. Altı ciltlik Letters on the History of the Earth and of Man (Lettres sur l’Histoire de la Terre et de l’Homme – Dünya ve İnsanlık Tarihi Hakkında Mektuplar, 1778-1779), oldukça akıllı bir kadın olan ve bunları muhtemelen dikkatle okuyan hamisi Kraliçeye hitap ediyordu. Kitabın başında, Deluc temkinli bir şekilde yeryüzü hakkında bu tarz teorileştirmelere, evrenin tamamına “kozmoloji” denmesinden hareketle “jeoloji” denmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Bu kelime, biraz anlam değişikliği ile sonunda tuttu. Daha sonraki yıllarda görüşlerini, Avrupa’nın her tarafında yayımlanmaya başlayan bazı periyodik dergilerde, Fransızca, Almanca ve İngilizce olarak yayımladığı uzun makalelerle anlatmıştı; çalışmaları kesinlikle diğer bilginler tarafından biliniyordu. Deluc, Batı Avrupa’da yaptığı saha çalışmalarına dayanarak –Buffon’un Fransa’da yaptığı çalışmaları bırakın Hutton’ın İskoçya’da yaptıklarından bile daha kapsamlıydı– yeryüzünün yakın geçmişinde yaşanan ve İncil’deki Nuh Tufanı kaydıyla özdeşleştirdiği önemli bir olayın tarihsel açıdan gerçekliğini kanıtlayacak fiziksel kanıtlar olduğunu iddia ettiği şeyleri tanımladı.

Deluc de, Buffon’la Hutton gibi iddiasını, bugün gözlemlenebilir derecede etkin olan erozyon ve çöküntü gibi süreçlerle ilgili çalışmalarına dayandırmıştı. Bunlara “güncel nedenler” diyordu (causes actuelle derken “actuelle (güncel)” kelimesini, İngilizcede neredeyse hükmünü yitirmiş olsa da hâlâ birçok Avrupa ülkesinde yer aldığı anlamda kullanmaktadır). Daha sonra gündeme gelecek bir jeoloji sloganını önceden tahmin edermiş gibi geçmişin anahtarının bugünde yattığına inanıyordu. Ancak Buffon’ın aksine Deluc bugünkü nedenleri birinci elden sahada incelemişti; ayrıca Hutton’un aksine bunların, şimdi gözlemlenebildikleri yerlerde ezelden beri etkin olmadıklarını iddia etmişti. Saha kanıtlarının oldukça yakın bir geçmişte, ölçülebilir bir zamanda mevcut kıtalarda harekete geçtiklerini gösterdiğini savunuyordu. Örneğin, Ren ve Rhône gibi büyük nehirler, yukarı doğru aşınan çökeltiyle dolu olduklarından, ağızlarında deltalar oluşturuyorlardı ve bunlar, tarihsel kayıtlardan tahmin yürütülebilecek bir hızda büyüyorlardı. Deluc kum saati (o dönemde şimdikinden daha çok bilinen bir cihazdı) analojisini kullanmıştı: herhangi bir anda aşağıya sızan sınırlı miktarda kum, kum saati baş aşağı çevrildikten sonra sınırlı bir süre geçtiğini gösteriyordu. Deltalar sınırlı büyüklükteydi, bu nedenle aynı şekilde geçmişte belirli bir zamanda oluşmaya başlamış olmalıydılar. Deluc, John Harrison’ın aşırı derecede hassas çalışan donanma kronometrelerine atıfta bulunarak bu tür özelliklere sonradan “doğanın kronometreleri” demişti. (18. yüzyılın en büyük teknik başarısı olan donanma kronometreleri sonunda gemicilikte boylam sorununu çözmüştü). Deluc’ün “kronometreleri” tabii ki hassas değildi ama bu benzetme ona, kendi ifadesiyle “bugünkü dünya”nın başlangıcının, geçmişte birkaç bin yıldan fazla olamayacağını savunma fırsatı vermişti (İncelediği özelliklerin birçoğunun bugün, Buzul Çağı’nın sonunda Kuzey Avrupa’da görülen çok soğuk veya buzul koşulların bitimini takip eden birkaç bin yılı simgelediği düşünülecektir.)

Deluc bu tür yaklaşık bir rakamın, Hutton’ın sonsuzluk savlarını çürütmeye yettiğini iddia etmişti (Yayımlanan mektuplar setinin bir tanesi İskoç bilgine hitaben yazılmıştı). Ayrıca tespiti, Tufan’ın olası tarihi konusunda kronoloji uzmanlarının yaptığı hesaplara uyacak büyüklükteydi. Bu nedenle, “bugünkü dünyanın” İncil’deki o kayıtla eşleşebilen büyük bir fiziksel olayla başladığı iddiasını da destekliyordu. Ancak Deluc, İncil’i harfi harfine yorumlayacak biri değildi. Kıtalarla okyanusların aniden yer değiştirdiğini varsaymıştı: Tufan’dan önceki kıtalar çökerek deniz seviyesinin altına inmişti ve eski okyanus tabanları yükselmiş ve yeni Tufan sonrası kıtalar olarak su seviyesinin üstüne çıkmışlardı. Bu açıklama İncil’deki okyanusların kısa süreyle karaya saldırısı ve sonra geri çekilmesi betimlemesinden çok uzaktı. Ama insan fosili olmamasını açıklıyordu, zira olaydan önceki insan dünyasının tüm izleri şimdi okyanusun dibinde olacaktı. Buna karşılık teorisi, karada bulunan çok sayıdaki deniz fosilini de açıklıyordu, çünkü Deluc’ün görüşüne göre bunlar “eski yeryüzü"nün kalıntılarıydı.

Yani Deluc yeryüzü tarihinin bütününü, birbirinden benzeri görülmemiş büyüklükte bir fiziksel “değişimle” ayrılan iki zıt “yeryüzü” şeklinde yeniden oluşturmuştu. Orijinal Letters – Mektuplar


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1270 форматов)