“Bir yere mi gittiniz?”
“Hayır… Şöyle azıcık dolaşmak istedim… Ne bileyim… İçim sıkıldı galiba…”
Onun herhangi bir şeye içinin sıkıldığını söylemesi beni şaşırttı.
“Biraz fazla yürümüşüm… Ziraat Enstitüleri tarafına gitmiştim… Keçiören yokuşunun alt başına kadar gelmişim… Hızlı mı yürüdüm nedir… Sıcak bastı… Önümü açtım… Hava da rüzgârlıydı… Biraz da kar sepeliyordu… Herhâlde üşüdüm…”
Gece vakti, kar ve rüzgârda, tenha yollarda, göğsünü bağrını açarak saatlerce dolaşmak Raif Efendi’den beklenir şey değildi.
“Bir şeye mi canınız sıkıldı?” dedim.
Telaşla cevap verdi:
“Yok canım… Ara sıra olur… Gece vakti yalnız başıma dolaşmak isterim. Kim bilir, evin gürültüsü mü canımı sıkıyor nedir!..”
Sonra, fazla söylemiş olmaktan korkar gibi acele acele “İnsan ihtiyarladıkça böyle oluyor galiba!” dedi. “Çoluk çocuğun ne kabahati var!”
Dışarıda gene gürültü, hızlı konuşmalar başlamıştı. Mektepten dönen büyük kız içeri girdi, babasının yanaklarını öptü:
“Nasıl oldun babacığım?”
Sonra bana dönerek elimi sıktı:
“Efendim, hep böyle oluyor… Ara sıra aklına esip, ben biraz kahveye gideceğim, diyor; sonra da kendini orada mı üşütüyor, yolda mı üşütüyor nedir, hastalanıveriyor… Kaç defadır böyle oldu… Kahvede ne var bilmem!”
Paltosunu sıyırıp bir iskemlenin üzerine attıktan sonra, hemen dışarı çıktı. Raif Efendi’nin bu hâllerine alışmışa benziyor ve fazla ehemmiyet vermiyordu.
Hastanın yüzüne baktım. O da gözlerini bana çevirmişti ve bunlarda hiçbir izah, hiçbir hayret yoktu. Ben ev halkına niçin bu yalanı söylediğini değil, bana niçin hakikati söylediğini merak ediyor fakat bundan biraz da gurur duyuyordum: Bir insana başkalarından daha yakın olmanın gururunu.
Dışarı çıkıp evin yolunu tuttuğum sırada düşünmeye daldım. Acaba Raif Efendi hakikaten basit ve içerisi bomboş bir adam değil miydi? Hayatta hiçbir gayesi, hiçbir ihtirası olmadığı, insanlara, kendisine en yakın olanlara karşı bile bir alaka duymadığı muhakkaktı… Şu hâlde ne istiyordu?.. Onu gece vakti sokaklara düşüren acaba içinin bu boşluğu, hayatının bu gayesizliği değil miydi?..
Bu sırada, oturduğum otelin önüne geldiğimi gördüm. Burada, iki karyolanın zor sığdığı bir odada bir arkadaşla beraber oturuyorduk. Saat sekizi geçiyordu. Canım yemek istemediği için odama çıkmayı ve biraz kitap okumayı düşündüm, fakat derhâl vazgeçtim: Otelin altındaki kahvede gramofon tam bu saatlerde sesini son haddine kadar yükseltiyor ve yanı başımızdaki odada yatan Suriyeli bar artisti, işine gitmek için tuvalet yaparken Arapça şarkılarının en cırlaklarını bu sıralarda söylüyordu. Geriye dönerek kenarları çamurlu asfalt üzerinde Keçiören istikametinde yürüdüm. Yolun iki tarafında evvela otomobil tamir atölyeleri, basık salaş kahveleri vardı. Sonra sağ tarafta, tepeye doğru tırmanan evler, solda, biraz çukurda, yapraklarını dökmüş ağaçlarıyla bahçeler başladı. Yakamı kaldırdım. Hızlı ve rutubetli bir rüzgâr esiyordu. İçimde, ancak sarhoş olduğum zamanlar hissettiğim, müthiş bir yürümek ve koşmak arzusu vardı. Saatlerce, günlerce gidebileceğimi zannediyordum. Etrafıma bakmayı unutmuş, bir hayli ilerlemiştim. Rüzgâr çoğaldığı için âdeta göğsümden biri iter gibi oluyor, bu kuvvetle mücadele ederek ilerlemek bana zevk veriyordu.
Birdenbire niçin buralara geldiğimi düşündüm… Hiç… Sebep filan yoktu… Karar vermeden yürüyüp gelmiştim. Yolun iki tarafındaki ağaçlar rüzgârdan inliyor ve gökyüzünde bulutlar, büyük bir hızla koşup gidiyordu. İlerideki siyah ve kayalık tepeler henüz biraz aydınlıktı ve onlara sürünüp geçen bulutlar sanki buralarda kendilerinden birer parça bırakıyorlardı. Gözlerimi yumarak ilerliyor ve ıslak havayı içime çekiyordum. Kafamdan söküp attığım sual tekrar belirdi: Niçin buralara geldim?.. Rüzgâr dün akşamkine pek benziyordu, belki biraz sonra kar da sepelemeye başlayacaktı… Dün akşam buralarda başka bir adam, gözlükleri buğulanarak, şapkası elinde ve göğsü bağrı açık, koşar gibi yürüyordu… Rüzgâr kısa ve seyrek saçlarının arasına giriyor, kim bilir nasıl tutuşan başına, dıştan bir serinlik veriyordu. Bu başın içinde neler vardı? Bu baş, bu hasta, bu yaşlı vücudu neden buralara sürüklemişti? Raif Efendi’nin o karanlık ve soğuk gecenin içinde nasıl yürüdüğünü, yüzünün nasıl bir şekil aldığını tasavvur etmek istiyordum. Buraya neden geldiğimi şimdi anlamıştım: Onu ve onun kafasının içinden geçenleri burada daha iyi göreceğimi zannediyordum. Fakat işte ben, şapkamı uçurmak isteyen rüzgârdan, uğuldayan ağaçlardan ve koşup giderken birçok şekillere giren bulutlardan başka bir şey görmüyordum. Onun yaşadığı yerde yaşamak, onun gibi yaşamak demek değildi… Bunu zannetmek için pek saf ve ancak benim kadar gafil olmak lazımdı.
Hızlı hızlı otele döndüm. Kahvenin gramofonu ve Suriyeli kadının şarkısı kesilmişti. Arkadaşım yatağına uzanmış kitap okuyordu. Bana yandan bir göz attı.
“Ne o, çapkınlıktan mı geliyorsun?” dedi.
İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı! Bir de ben bu hâlimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız hâlde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?
Uzun zaman uyuyamadım. Raif Efendi beyaz örtülü yatağında, kızlarının genç vücutlarıyla karısının yorgun uzuvlarından odaya yayılan havayı koklayarak ateşler içinde yatıyordu. Gözleri kapalıydı ve ruhu kim bilir nerelerde, nerelerde dolaşıyordu?..
***Bu sefer Raif Efendi’nin hastalığı biraz uzunca sürdü. Her zamanki gibi basit bir soğuk algınlığına benzemiyordu. Nurettin Bey’in getirdiği ihtiyar doktor, hardal lapası tavsiye etti ve öksürük ilacı yazdı. Ben iki üç akşamda bir uğruyor ve her defasında onu biraz daha çökmüş buluyordum. Fakat kendisi fazla telaş etmiyor ve hastalığına ehemmiyet vermez görünüyordu. Belki de ev halkını telaşlandırmaktan çekiniyordu. Mihriye Hanım’la Neclâ’nın hâlleri hakikaten insana endişe verecek gibiydi. Senelerden beri iş yapmaktan düşünmeyi bile unutmuşa benzeyen kadın, büyük bir şaşkınlık içinde hastanın odasına girip çıkıyor, arkasına hardal lapası korken elinden havluları veya tabağı düşürüyor, içeride veya dışarıda daima bir şey unutuyor ve hiç durmadan aranıyordu. Çıplak ayaklarında eğrilmiş topuksuz terlikler ile dört tarafa koştuğunu hâlâ görüyor ve her rast geldikleri insana imdat ister gibi takılıp kalan bakışlarını hâlâ üzerimde hissediyorum. Neclâ annesi kadar kendini kaybetmiş olmamakla beraber, büyük bir üzüntü içindeydi. Son günlerde mektebe gitmiyor ve babasını bekliyordu. Akşamüzerleri hastayı yoklamaya geldiğim zaman kızarmış ve şişmiş gözlerinden onun biraz evvel ağlamış olduğunu fark ediyordum. Fakat bütün bunlar Raif Efendi’yi daha çok sıkıyor gibiydi. Yalnız kaldığımız zamanlar bundan şikâyet etmiş, hatta bir kere “Yahu, ne oluyor bunlara? Hemen ölüyor muyuz?” diye söylenmişti. “Ölsek ne olacak sanki… Onlara ne? Ben onlar için neyim?..”
Sonra, daha acı ve insafsız bir tavırla ilave etmişti:
“Ben onlar için hiçbir şey değilim… Hiçbir şey değildim… Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık… Bu adam kimdir diye merak etmediler… Şimdi çekilip gideceğimden korkuyorlar…”
“Aman Raif Bey!” dedim. “Bunlar ne biçim laflar… Gerçi biraz fazla telaş ediyorlar, ama bunu böyle tefsir etmek16 doğru değil… Karınız ve kızınız!”
“Evet, karım ve kızım… Ama işte o kadar…”
Başını öte tarafa çevirdi. Son sözlerinden bir şey anlamamış ve başka bir şey sormaktan çekinmiştim.
Nurettin Bey, ev halkını teskin etmek için bir dâhiliye mütehassısı getirdi. Bu adam uzun uzun muayeneden sonra hastalığın zatürre olduğunu söyledi ve etrafındakilerin şaşkınlığını görünce “Yok canım, o kadar mühim değil… Maşallah bünyesi mukavim, kalbi de sağlam, atlatır. Yalnız dikkat etmek lazım… Üşütmeyin. Hatta hastaneye kaldırsanız daha iyi olur!” dedi.
Mihriye Hanım hastane lafını duyunca büsbütün kendini bıraktı. Holdeki iskemlelerden birine çökerek avaz avaz ağlamaya başladı. Nurettin Bey de haysiyetine dokunulmuş gibi yüzünü buruşturarak “Ne münasebet?” dedi. “Evinde herhâlde hastaneden iyi bakılır!”
Doktor omuzlarını silkerek gitti.
Raif Efendi evvela hastaneye gitmeyi istiyor, “Orada hiç olmazsa kafamı dinlerim!” diyordu. Yalnız kalmak istediği her hâlinden belliydi, fakat etrafındakilerin bunu ne kadar şiddetle reddettiklerini görünce o da sesini çıkarmaz oldu. Yüzünde ümitsiz bir tebessümle “Beni orada da rahat bırakmazlar ki!” diye mırıldandı.
Bir gün, hâlâ aklımdadır, bir cuma günü akşamı Raif Efendi’nin baş ucundaki iskemleye oturmuş, hiç konuşmadan, onun göğsü hırıldayarak nefes alışını seyrediyordum. Odada başka kimse yoktu. Yanı başındaki komodinin üzerinde, ilaç şişelerinin arasında duran büyük bir cep saati odayı madenî bir sesle dolduruyordu. Hasta, çukura kaçan gözlerini açarak “Bugün biraz iyiyim!” dedi.
“Elbette… Hep böyle devam edecek değil ya…”
O zaman, âdeta müteessir bir edayla “Peki ama bu daha ne kadar devam edecek?..” diye sordu.
Sualinin hakiki manasını anlamış ve dehşete düşmüştüm. Sesindeki bıkkınlık onun ne kastettiğini gösteriyordu.
“Ne oluyorsunuz Raif Bey?” dedim.
Gözlerini gözlerime dikerek ısrarla sordu:
“Peki ama ne lüzum var? Yetmez mi artık?..”
Bu sırada Mihriye Hanım içeri girdi. Bana sokularak “Bugün iyice!” dedi. “Artık bunu da atlattı inşallah!”
Sonra kocasına döndü:
“Pazara çamaşır yıkanacak… Şu senin havluyu beyefendi getiriverse!”
Raif Efendi “peki” makamında başını salladı. Kadın dolapta bir şeyler arayıp aldıktan sonra tekrar çıktı. Hastanın hâlindeki ufak bir iyilik karısının bütün telaş ve heyecanlarını alıp götürmüştü. Şimdi kafası eskisi gibi ev dertleri, yemek ve çamaşır işleriyle doluydu. Bütün basit insanlarda olduğu gibi, kederden sevince, heyecandan sükûnete geçiyor ve bütün kadınlar gibi her şeyi çabucak unutuyordu. Raif Efendi’nin gözlerinde, hüzün dolu ve derin bir gülümseme vardı. Karyolanın ayak ucunda asılı duran ceketini başıyla göstererek “Şurada, sağ cebimde bir anahtar olacak, onu al da benim masanın üst gözünü aç. Hanımın söylediği havluyu getiriver… Zahmet olacak ama…” dedi.
“Yarın akşam getiririm!”
Gözlerini tavana dikerek uzun müddet sustu. Birdenbire başını bana çevirdi:
“Orada, gözün içinde ne varsa hepsini getir!” dedi. “Ne varsa… Bizim hanım galiba benim bir daha şirkete gidemeyeceğimi sezdi… Bizim yolculuk artık başka yere…”
Tekrar başı yastığa gömüldü.
Ertesi günü akşamüzeri şirketten ayrılmadan evvel Raif Efendi’nin masasına gittim. Sağ tarafta üst üste üç göz vardı. Evvela alttakileri açtım; biri bomboştu, ötekinde birtakım kâğıtlar ve tercüme müsveddeleri vardı. Üst göze anahtarı sokarken ürperdim: Raif Efendi’nin senelerden beri oturduğu iskemlede oturduğumu ve onun her gün birkaç defa yaptığı hareketi tekrar ettiğimi şimdi fark etmiştim. Acele ile gözü çektim. Burası da boş gibiydi. Yalnız bir kenarda oldukça kirli bir havlu, gazete kâğıdına sarılmış bir sabun parçası, bir sefer tası gözü, bir çatal ve Singer marka burgulu bir çakı vardı. Bunları çabucak bir kâğıda sardım. Gözü yerine iterek ayağa kalktım, fakat arka taraflarda herhangi bir şeyin kalmış olabileceği aklıma gelerek gözü yeniden çektim ve elimle içini araştırdım. Hakikaten ta dipte defter gibi bir şey vardı. Onu da alarak diğer eşyanın arasına koydum ve dışarı fırladım. Odanın içinde kaldıkça Raif Efendi’nin bir daha bu iskemleye oturmaması ve bu çekmeceyi bir daha açmaması ihtimali zihnimden çıkmıyordu.
Evde gene büyük bir telaşla karşılaştım. Kapıyı Neclâ açtı ve beni görünce “Sormayın, sormayın!” diye başını salladı. Âdeta aile efradından biri gibi olmuştum ve ev halkı beni yabancı telakki etmiyordu.
Genç kız “Babam gene fenalaştı!” dedi. “Bugün iki defa fenalık geldi. Çok korktuk. Eniştem doktor getirdi, şimdi yanında… İğne yapıyor…” Ve hemen hastanın odasına daldı.
İçeri girmedim. Holdeki iskemlelerden birine oturarak kâğıda sarılı paketi önüme koydum. Mihriye Hanım birkaç kere dışarı çıktığı hâlde bu zavallı eşyayı ona vermeye utanıyordum. İçeride bir insan canıyla uğraşırken onun yakınlarından birine kirli bir havlu ve eski bir çatal uzatmak pek münasebetsiz bir şey olurdu. Ayağa kalkıp ortadaki büyük masanın etrafında dolaştım. Büfenin aynasında kendimi gördüğüm zaman oldukça şaşırdım. Sapsarı kesilmiştim. Kalbim hızla atmaya başladı. Kim olursa olsun, bir insanın yaşamakla ölmek arasındaki büyük köprüde çabalaması korkunç bir şeydi. Sonra, onun en yakınları; karısı, kızları, akrabaları dururken benim onlardan fazla alaka ve teessür göstermeye hakkım olmadığını düşündüm.
Bu sırada gözüm misafir odasının aralık kapısından içeri ilişti. Biraz yaklaşıp bakınca Raif Efendi’nin kayınbiraderleri Cihat’la Vedat’ı gördüm. Bir kanepeye yan yana oturmuşlar, sigara içiyorlardı. Müthiş bir iç sıkıntısıyla kıvrandıkları ve evi bırakıp çıkamadıkları için kendi kendilerine içerledikleri belliydi. Nurten bir koltuğa oturmuş, başını koluna dayamıştı; ağlıyor yahut uyuyordu. Biraz ötede, Raif Efendi’nin baldızı Ferhunde, iki çocuğunu kucağına oturtmuş, onların gürültü etmelerine mâni olmak için bir şeyler söylüyor, fakat her hâlinden, çocuk avutmanın ne kadar acemisi olduğu anlaşılıyordu.
Hastanın kapısı açıldı ve doktor, arkasında Nurettin Bey’le beraber, çıktı. Bütün lakaytlığına rağmen canı sıkılmış bir hâli vardı.
“Yanından ayrılmayın ve akse17 gelirse o iğnelerden yapın.” diyordu.
Nurettin Bey kaşlarını çatarak sordu:
“Tehlikeli mi?”
Doktor, böyle vaziyetlerde her meslektaşının verdiği cevapla mukabele etti:
“Belli olmaz!”
Ve başka suallere maruz kalmamak, hele hastanın karısı tarafından taciz edilmemek için paltosunu ve şapkasını çabucak giydi ve Nurettin Bey’in daha evvel avcunda hazırlamış olduğu üç gümüş lirayı yüzünü buruşturup alarak evi terk etti.
Yavaşça hastanın kapısına sokuldum. İçeri baktım. Mihriye Hanım’la Neclâ, büyük bir merakla, önlerinde gözleri kapalı yatan adama bakıyorlardı. Genç kız beni görünce başıyla işaret ederek çağırdı. Şimdi annesiyle beraber, hastanın hâlinin bende uyandıracağı tesiri görmek istiyorlardı. Bunu fark ettiğim için bütün kuvvetimle kendime hâkim olmaya çalıştım. Gördüğümden müsterih olmuş gibi bir tavırla hafifçe başımı salladım. Sonra, sol tarafımda âdeta baş başa vermiş duran kadınlara dönerek, zoraki bir gülümseme ile “Korkulacak bir şey yok herhâlde… Atlatacak inşallah!” dedim.
Hasta gözlerini araladı, tanıyamamış gibi bana bir müddet baktı. Sonra büyük bir gayret sarf ederek başını karısına ve kızına çevirdi, anlaşılmaz birkaç kelime mırıldandı, yüzünü buruşturarak birtakım işaretler yaptı.
Neclâ sokuldu:
“Bir şey mi istedin babacığım?”
“Haydi, siz biraz çıkın!”
Sesi pek hafif ve kesikti.
Mihriye Hanım bize işaret etti. Fakat bunu gören hasta, elini yataktan dışarı çıkararak bileğimden yakaladı ve “Sen gitme!” dedi.
Kadınlar biraz şaşırmışlardı.
Neclâ “Babacığım, kolunu çıkarmasana!..” diye söylendi.
Raif Efendi “Biliyorum, biliyorum!” demek isteyen bir hareketle çabuk çabuk başını salladı ve onlara, çıkmaları için tekrar işaret etti.
İki kadın da yüzüme sorgucu gözlerle bakarak odayı terk ettiler.
O zaman Raif Efendi, tamamen unutmuş olduğum, elimdeki paketi gösterdi:
“Hepsini getirdin mi?”
Evvela anlayamayarak yüzüne baktım. Bu kadar merasim bunu sormak için miydi? Hasta hâlâ yüzüme bakıyor ve gözleri, büyük bir merak içindeymiş gibi parlıyordu.
İlk defa bu anda mahut siyah kaplı defteri hatırladım. Onu bir kere bile açıp bakmamış, içinde ne olduğunu merak etmemiştim. Raif Efendi’nin bu neviden bir defteri olacağı aklıma bile gelmezdi.
Paketi süratle açıp içindeki havlu vesaireyi kapının arkasındaki bir iskemlenin üzerine koydum. Sonra defteri elime alarak Raif Efendi’ye gösterdim:
“Bunu mu istiyordunuz?”
Başıyla “evet” diye işaret etti.
Yavaşça defterin yapraklarını karıştırdım. İçimde mukavemet edilmez bir merakın gitgide büyüdüğünü hissediyordum. Tek çizgili sahifelerde, iri ve intizamsız harfler, gayet acele yazıldığı belli satırlar vardı. İlk sahifeye bir göz attım, serlevha18 filan yoktu. Sağ tarafta 20 Haziran 1933 tarihi ve hemen bunun altında şu satırlar vardı:
“Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı…”
Alt tarafını okuyamadım. Raif Efendi tekrar kolunu çıkarmış ve elimi tutmuştu.
“Okuma!” dedi ve başıyla odanın karşı tarafını işaret ederek mırıldandı:
“Onu şuraya at!..”
Gösterdiği tarafa baktım. Mika levhaların arkasında parlayan kızıl gözleriyle demir sobayı gördüm.
“Sobaya mı?”
“Evet!”
Bu anda merakım büsbütün arttı. Raif Efendi’nin defterini ellerimle yok etmek, benim için imkânsızdı.
“Ne münasebet, Raif Bey!” dedim. “Yazık değil mi? Size uzun zaman arkadaş olmuş bir defteri manasız yere yakmak doğru mu?”
“Lüzumu yok!” dedi ve başıyla tekrar sobayı gösterdi. “Artık lüzumu yok!”
Onu bu fikirden vazgeçirmenin mümkün olmayacağını anladım. Herkesten sakladığı ruhunu ihtimal ki bu deftere dökmüştü ve şimdi onunla beraber gitmek istiyordu.
İnsanlara kendinden hiçbir şey bırakmak istemeyen ve yalnızlığını, ölüme giderken bile beraber alan bu adama karşı içimde nihayetsiz bir merhamet ve onun mukadderatına karşı nihayetsiz bir alaka uyandı.
“Sizi anlıyorum Raif Bey!” dedim. “Evet, gayet iyi anlıyorum. Her şeyinizi insanlardan kıskanmakta haklısınız. Bu defteri yakmak istemeniz de doğru… Fakat bunu bir müddet, hiç olmazsa bir gün geri bırakamaz mısınız?”
Gözleriyle “Neden?” diye sorarak yüzüme baktı
Başladığım şeye devam etmek ve son bir çareyi denemek için ona daha çok sokuldum ve kendisine karşı duyduğum bütün alaka ve sevgiyi gözlerimde toplamaya çalıştım.
“Bu defteri bir gece, yalnız bu gece bende bırakmaz mısınız? Bu kadar zaman arkadaşlık ettik, bana kendinize dair hiçbir şey söylemediniz… Sizi merak etmemi tabii bulmuyor musunuz? Bana karşı da bu kadar saklanmaya muhakkak lüzum görüyor musunuz? Dünyada benim için en kıymetli insansınız… Buna rağmen sizin gözünüzde herkes gibi bir hiç olduğumu söyleyerek mi beni bırakıp gitmek istiyorsunuz?”
Gözlerim yaşarmıştı. Göğsümün içi titreyerek, sözüme devam ettim. Aylardan beri beni kendisine yaklaştırmaktan kaçan bu adama karşı ruhumda biriken sitemleri de sanki bu anda ortaya döküyordum:
“İnsanlardan itimadınızı çekip almakla belki haklısınız. Fakat bunun istisnaları yok mu? Olamaz mı? Unutmayın ki siz de bu insanlardan birisiniz… Yaptığınız nihayet manasız bir hodbinlik olabilir.”
Bu sözlerin, ağır bir hastaya söylenecek şeyler olmadığını hatırlayarak sustum. O da susuyordu. Nihayet son bir gayretle “Raif Bey, siz de beni anlayınız! Sizin sonunda bulunduğunuz yolun ben daha başlarındayım. İnsanları öğrenmek, bilhassa insanların size ne yaptıklarını bilmek istiyorum…” dedim.
Hasta başını şiddetle sallayarak sözümü kesti. Bir şeyler mırıldanıyordu; eğildim, nefesini yüzümde hissediyordum:
“Hayır, hayır!” diyordu. “İnsanlar bana hiçbir şey yapmadılar… Hiçbir şey… Hep ben… Hep ben…”
Birdenbire sustu ve çenesi göğsüne düştü. Daha hızlı nefes alıyordu. Bu sahnenin onu yorduğu muhakkaktı. Ben de büyük bir ruhi yorgunluk duymaya başlamıştım. Defteri sobaya atıp dışarı kaçmayı düşünüyordum. Hasta tekrar gözlerini açtı:
“Hiç kimsenin kabahati yok… Hatta benim bile!..”
Sözüne devam edemedi. Öksürüyordu. Nihayet gözleriyle defteri işaret ederek “Oku, göreceksin!” dedi.
Bunu bekliyormuş gibi hemen siyah kaplı defteri cebime koydum.
“Yarın sabah getirir, gözünüzün önünde yakarım!” dedim. Hasta, biraz evvelki titizliğine hiç benzemeyen bir tavırla “Ne yaparsan yap!” makamında omuzlarını silkti.
Hayatının en mühim kısımlarını ihtiva ettiği muhakkak olan bu defterle bile artık alakasını kesmiş bulunduğunu anladım. Ayrılmak için elini öptüm. Doğrulmak istediğim zaman beni bırakmadı, kendine doğru çekti, evvela alnımdan, sonra yanaklarımdan öptü. Başımı kaldırınca gözlerinden şakaklarına doğru yaşlar sızdığını gördüm. Raif Efendi bunları saklamak veya silmek için hiçbir harekette bulunmuyor, gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Ben de kendimi tutamamış, ağlamaya başlamıştım; bu ancak fevkalade büyük ve sahici kederlerde görülen, sessiz, hıçkırıksız ağlayışlardan biriydi. Ondan ayrılmanın bana güç geleceğini biliyordum. Fakat bunun bu kadar korkunç, bu kadar acı olacağını tasavvur edememiştim.
Raif Efendi, tekrar dudaklarını kımıldattı. Duyulur duyulmaz bir sesle “Seninle hiç şöyle uzun boylu konuşamadık evladım… Yazık!” dedi ve gözlerini kapadı.
Artık birbirimize veda etmiş bulunuyorduk… Kapının önünde bekleyenlere yüzümü göstermemek için âdeta koşarcasına holden geçtim ve sokağa fırladım. Yolda soğuk bir rüzgâr yanaklarımı kuruttu. Hiç durmadan “Yazık!.. Yazık!..” diye söyleniyordum.
Otele geldiğim zaman arkadaşımı uyumuş buldum. Yatağa girerek baş ucumdaki küçük lambayı yaktım ve derhâl Raif Efendi’nin siyah kaplı mektep defterini okumaya başladım:
20 Haziran 1933
Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelki başka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı. Unutup gittiğimi zannettiğim bu hatıraların, bundan sonra beni hiç bırakmayacaklarını biliyorum… Hangi hain tesadüf dün onları yolumun üstüne çıkardı ve beni, senelerden beri dalmış olduğum derin uykudan, artık yavaş yavaş alıştığım hissiz uyuşukluktan ayırdı. Deli olacağım yahut öleceğim dersem yalan söylemiş olurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşayacağım… Ama nasıl yaşayacağım!.. Bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz bir işkence olacak!.. Ama ben dayanacağım… Şimdiye kadar olduğu gibi…
Yalnız bir şeye dayanmak artık benim için mümkün değil: Her şeyi kafamda yalnız başıma saklayamayacağım. Söylemek, bir şeyler, birçok şeyler anlatmak istiyorum… Kime?.. Şu koskocaman dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba? Kime, ne anlatabilirim? On seneden beri hiç kimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Boşuna yere herkesten kaçmış, boş yere bütün insanları kendimden uzaklaştırmışım; ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artık hiçbir şeyin değişmesine imkân yok… Lüzum da yok. Demek böyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem… Bir kişiye olsun içimdekileri dökebilsem… Bunu sahiden istesem bile artık böyle bir insan bulmama imkân yok… Bende arayacak hâl kalmadı… Kalsa da aramam… Zaten bu defteri neden aldım? Küçük bir ümidim olsa dünyada en sevmediğim bu yazmak işine kalkışır mıydım? İnsanın muhakkak kendini boşaltması lazım… Dünkü hadise olmasaydı… Ah, dün her şeyi öğrenmiş olmasaydım… Şimdi eski ve belki de rahat hayatım devam edecekti…
Dün sokakta giderken iki kişiye rast geldim. Birini ilk defa görüyordum, öteki de dünyada bana belki en uzak insanlardan biriydi. Bunların hayatım üzerinde bu kadar müthiş tesirleri olabileceği aklıma gelir miydi?
Fakat mademki bir kere yazmaya karar verdim, her şeyi sükûnetle ve baştan anlatmalıyım… Bu takdirde birkaç sene, hatta on on iki sene geriye gitmek lazım… Belki de on beş… Fakat sıkılmadan yazacağım… Belki manasız tafsilat arasında asıl korkunç tarafları boğmak, onların tesirinden kurtulmak mümkün olur. Belki yazacaklarım yaşadığım kadar acı olmaz ve ben biraz ferahlarım. Birçok şeylerin zannettiğimden daha ehemmiyetsiz, basit olduğunu görüp kendi heyecanımdan utanırım… Belki…
Babam Havranlıydı. Ben orada doğdum ve büyüdüm. Orada ilk tahsilimi yaptım, sonra bir müddet, bize bir saat kadar uzaktaki Edremit İdadisine gidip geldim. Umumi Harp’in son senelerinde, on dokuz yaşlarında askere alındım; fakat daha talimgâhta mütareke ilan edildi. Kasabaya döndüm. Tekrar idadiye devam edip bitirmedim. Zaten okumaya pek hevesim yoktu. Araya giren bir senelik zaman ve o sıralarda bu havalide hüküm süren karmakarışık vaziyet beni tahsilden soğutmuştu.
Mütarekeden sonra bütün bağlar gevşemiş, ne doğru dürüst bir hükûmet ne de muayyen bir fikir ve hedef kalmıştı. Bazı mıntıkalar ecnebi kuvvetleri tarafından işgal ediliyor, birdenbire türeyen bir sürü çeteler, türlü türlü namlar altında, bazen düşmana karşı cephe kurarak, bazen köyleri soyarak faaliyet gösteriyor; dün bir kahraman olarak ismi ağızdan ağıza dolaşan bir sergerdenin bir hafta sonra tenkil edildiği19 ve ölüsünün Edremit’te Konakönü Meydanı’nda asılı durduğu ilan ediliyordu. Böyle bir devirde, dört duvar arasına kapanarak Osmanlı tarihi veya musahabat-ı ahlakiye20 okumak pek cazip bir şey değildi. Yalnız, memleketin oldukça hâli vakti yerindelerinden sayılan babam, nedense beni okutmak sevdasına düşmüştü. Akranlarımdan birçoğunun çapraz fişeklikler takıp mavzeri sırtlayarak çeteliğe çıktığını, bunlardan bir kısmının düşman, bir kısmının eşkıya tarafından öldürüldüğünü görünce benim de akıbetimden korkmaya başlamıştı. Hakikaten ben de boş durmak istemiyor, gizli gizli hazırlanıyordum. Fakat bu sırada işgal kuvvetleri kasabaya geldiler ve her türlü kahramanlık heveslerim, içimde boğulup kalmaya mahkûm oldu.