Книга İçimizdeki Şeytan - читать онлайн бесплатно, автор Сабахаттин Али. Cтраница 5
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İçimizdeki Şeytan
İçimizdeki Şeytan
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İçimizdeki Şeytan

Bir iskemle çekip oturdu. Önündeki beyaz cam fincana Fatma çay dolduruyordu. Yukarıdaki odanın kapısı açıldı. Sofada ayak sesleri oldu. Ömer lakayt olmaya çalışan bir sesle “Semiha galiba!..” dedi.

“Değildir, değildir… Küçük hanım öğle olmadan kalkmaz… Herhâlde Macide Hanım olacak. Mektep vaktidir. Dün gitmemişti. Kadıköy’de bir ahbapta idiler. Ama bugün nasıl gidecek?..”

Yukarıda ayak tıpırtıları devam ediyordu. Macide herhâlde ayakkabılarını giymekle meşguldü. Fatma, Ömer’in yanına sokularak kulağına fısıldadı:

“O mektep çalgılı, türkülü bir yermiş… Böyle günde gidilir mi?..”

Sonra başını sallayarak ilave etti:

“Ama burada kapanıp da ne yapsın?.. Belki hava alır da içi açılır… Pek acıyorum kızcağıza…”

Macide merdivenlerden inmeye başladı. Yeşil kareli ve kiremit renginde spor bir etek ve kahverengi yünden bir kazak giymişti. Başında aynı renkte bir bere vardı. Ömer’in gözleri ona çevrildi. Yüzünü gülümsemeye benzer bir şey buruşturdu.

Macide de yüzünde tatlı bir tebessümle geliyordu. Loş sofada gözlerinin kırmızılığı ve yüzünün solgunluğu pek belli olmuyor, sadece biraz süzgün duruyordu.

Ömer onun tebessümünü fevkalade acı buldu. Böyle zamanlarda gülmenin doğru olmadığını düşünerek değil… Macide’nin ne kadar ıstırap içinde olduğunu fark etmemek için kör olmak lazımdı… Fakat bu garip genç kız etrafındakilere kederini bile göstermek istemeyecek kadar kendine güvenen bir mahluktu. Dudaklarındaki oldukça muvaffak tebessüm, ona yaklaşmak isteyenleri itiyor gibiydi. Ömer içinden “Başıma büyük bir iş sardırmak üzereyim, inşallah sonu iyi olur!..” diye söylendi.

Macide, Ömer’in tam karşısına geçti. Fincanını alarak birkaç yudum içti. Canı hiçbir şey istemiyor, fakat herhangi bir fevkaladelik yapmış olmamak için sıcak çayını bitirmeye çalışıyordu. Bir aralık gözleri Ömer’inkilerle karşılaştı. Kumral saçları beyaz alnına dökülen delikanlının hâli ona biraz gülünç, fakat çok samimi geldi. Macide’nin yüzünü de içten gelen sıcak bir hava sardı ve göz kapaklarını hafifçe kapayarak içini çekti.

Bu anda bütün duruşu “Hâlimi görüyorsunuz ya!” der gibiydi. Ömer bunu derhâl anladı. Karşısındakine sabit gözlerle bakarak derin bir nefes aldı. Bir kompartımanda oturan ve birbirinin dilini bilmeyen iki insan gibi yavaş yavaş ve çekingen tebessümlerle anlaşmaya çalışıyorlardı.

Ömer birkaç kere ağzını açarak ileri doğru eğildi. Bir şey söyleyecek gibi oldu. Sonra vazgeçti. Macide bunu fark etmemiş görünüyordu. Nihayet her ikisi de aynı zamanda ayağa kalktılar. Ömer, Fatma’ya “Teyzemle enişteme selam söyle! Bak, bekledim, hâlâ kalkmadılar. Kabahat benden gitti.” dedi. Sonra gülümseyerek ilave etti: “Semiha’nın da gözlerinden öperim!”

Şapkasını aldı. Macide de notalarını almış ve açık renk pardösüsünü sırtına geçirmişti. Ömer ehemmiyetsiz bir tavırla sordu:

“Siz de çıkıyor musunuz?”

“Evet… Görüyorsunuz!”

Ömer “Bu kızın karşısında hokkabazlık yapılmayacak.” diye düşündü.

Pişkin metotlar, mektep arkadaşı olan kızları hayran bırakan hoş küstahlıklar, hatta bazen hayâsızlığa kadar varan şuh nükteler ölü cisimler hâlinde kafasında yatıyordu. Buna mukabil, arzuları eskiden duyduklarıyla kıyas edilemeyecek kadar şiddetliydi. Macide’nin, kapıdan çıkarken eline dokunan parmakları Ömer’i kıpkırmızı etmişti. Uzun ve siyah kirpiklerinin altında o mağrur tebessümü muhafazaya çalışan kederli gözleri, delikanlının üstünde dolaştıkça onu büsbütün şaşırtıyor ve manasızca etrafına bakınmaya ve susmaya sevk ediyordu. Ara sıra Ömer’in gözleri de yanındakini süzüyor, onun kahverengi kazağının altında beliren göğsü, önünü iliklemediği pardösüden dışarı fırlamaya çalışırken genç adam dişlerini sıkıyor ve süratle nefes alıyordu.

Tramvay caddesine geldikleri zaman birbirlerine bakıştılar. Ömer hemen sordu:

“Nereye gideceksiniz? Konservatuvara mı? Saat daha sekiz… Benim bir saat daha vaktim var. İsterseniz yürüyelim.”

Macide, evet makamında başını sallayarak yoluna devam etti. Beyazıt’a, oradan Bakırcılar’a doğru geldiler. Her ikisinde de aynı sıkıntı devam ediyordu.

Ömer içinden söylenmeye başladı:

“Dut yemiş bülbül gibi dilim tutuldu. Kendimde ilk defa tespit ettiğim bir hâl. Mamafih vaziyet de tuhaf. İlk defa tanıştığım ve bir gün evvel babasının ölümünü duymuş matemli bir kıza da hemen ilanıaşk edilmez ya… Ancak teselli verilir… Benim de ömrümde yapmadığım şey. Ne kimse beni teselli etmeli ne de ben kimseyi… Riyakârlık tesellide son haddini bulur. Bu anda çehrelerin aldığı yalancı teessür ifadesi, o biraz yukarı kalkıp birbirine yaklaşan kaşlar, o hafif hafif ve anlayışlı bir tavırla sallanan baş ve o derinden çıkarılmaya çalışılan matemli ses insanı deli eder. Bu kızın da aynen benim gibi düşündüğüne eminim. Muhakkak böyle şeylerden hoşlanmayacaktır. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp mektebine gidişinden belli… Peki ama ne halt etmeli? Ağzı süt kokan iki orta mektep talebesi gibi bakışıp süzülmek de pek akıl kârı değil. Bu da bir başka soğukluk… Şimdi elimi uzatıp Allah’a ısmarladık diyerek kaçıversem ne olur?.. Ben bu kadar sıkıntıya gelemem… Fakat neden yapamıyorum?.. Muhakkak beni burada ona bağlayan bir şey var… Yandan görünüşü harikulade… Ne beyaz yüzü var… Biraz sarımtırak… Acaba uykusuzluktan mı yoksa hep böyle mi? Ben bu kızı muhakkak tanıyorum. Yani ruhunu tanıyorum. Aramızda bir şeyler var… Ah, aptal Nihat!.. Beni bir gün deli edecek… ‘Sen onu belki çocukken gördün, zihninde bir hatırası kaldı… Onu büyütüyorsun.’ diyordu. Yalan… Bu öyle bir çocukluk hatırası falan değil… Fakat bir kere işi bu hâle soktu. Böyle bir ihtimali ortaya attı. İmkânı yok kendimi kurtaramıyorum. İnsanlar hadiseleri basitleştirmeye, bayağılaştırmaya ne kadar meraklı… Bütün hayallerimi bir aptalca laf berbat ediyor… Nihat’ı zaten bu son günlerde beğenmiyorum. Karanlık işlere girip çıkıyor. Fakat iyi arkadaştır. Benim için ölmeyi bile göze alır… Ama ne malum? Bu da benim zannım, belki de tırnağını bile kesmez. Mamafih şimdiye kadar olan arkadaşlığımızda fedakârlık yapmak hep ona düşüyordu… Maddi fedakârlık… Bakalım daha ileri gidebilecek mi? Beni eskisi kadar sarmıyor… Bütün etrafındaki herifler de öyle… Yalnız tuhaf bir cazibeleri olduğu da muhakkak. İyi veya kötü, bir sürü dimağların bir şeyler göstermek için hummalı bir makine hâlinde çalışmaları insanı bağlıyor.”

Gözleri tekrar Macide’ye ilişti. Kız da birtakım düşüncelere dalmıştı. Kaşları çatılmış, gözleri ileri dikilmiş, yüzünün bir hattı bile oynamadan yürüyordu. Sağ kolunun altında tuttuğu birkaç cilt nota arkaya doğru kaymıştı. Kısa ökçeli kahverengi iskarpinleri kaldırımlarda maharetle sekiyordu. Ömer onun bir erkek gibi büyük ve serbest adımlar attığına dikkat etti. Birçok kızların minimini adımlarla zıplaya zıplaya yürümeleri onun içinde her zaman garip bir merhamet hissi doğururdu. Onun için Macide’nin kendisine ayak uydurmasını takdire başladı.

Köprü’ye gelmişlerdi. Koşar gibi yürüyen bir kalabalık vardı ve her taraftan uğultu hâlinde sesler geliyordu. Haliç tarafındaki kaldırıma geçtiler. Arada sırada sarı sulara, irili ufaklı kayık ve mavnalara bakıyorlardı. Dubalardan birinin bir köşesine on yaşlarında kadar bir çocuk oturmuş, yanına koyduğu teneke kutunun içinden aldığı solucanları oltaya takıyor, biraz öteye fırlatıyor, sonra muntazam darbelerle çekiyordu. Bir müddet onu seyrettiler. Çıplak ve kirli ayaklarını dubadan aşağı sallayan ve gözlerini oltasının ipinden ayırmayan çocuğun sebat ve iradesi Ömer’i düşündürdü. Kendisi hiçbir işe bu kadar dikkatle ve bu kadar kendini vererek sarılamayacağını zannediyordu.

Bu sırada Macide’nin notalarından biri yere düştü. Ömer hemen eğilerek aldı, elini uzatarak “Verin, ötekileri de ben götüreyim!” dedi.

Macide hiç ses çıkarmadan uzattı. Sadece gözlerinde teşekküre benzeyen bir şey dolaştı.

Onun bu hâli Ömer’i büsbütün bağlıyordu. Kendi kendine “Ne tuhaf şey!” dedi. “Birçok bayıldığım kızların birçok büyük iltifat ve müsaadeleri beni bu kızın manasını bile iyice anlayamadığım bir bakışı kadar sevindirmiyor. Evet, sadece bir bakış ve belki de biraz merhametle karışık… Fakat bunun hiç olmazsa lakayt bir bakış olmaması beni yerimden sıçratıyor. İçimde müthiş bir hafiflik, bir genişlik duyuyorum. Belki de hakikaten sevmek budur. Belki de ben şimdiye kadar sahiden sevmenin ne olduğunu bilmiyordum. Acaba kendimi kapıp koyuversem mi?.. Ne zaman irademe müracaat edersem büyük bir yorgunluk duyuyorum… Kendimi hadiselerin eline bırakayım mı? Acaba şu anda o ne düşünüyor? Herhâlde beni değil… Niçin?.. Onun kafasında bir müddet yaşamak için neleri feda etmem ki?.. Her şeyi… Bana şimdi bir işaret versin, derhâl, bir an düşünmeden şu tramvayın altına atlarım. Acaba atlar mıyım?..”

Macide “Ne oluyorsunuz?” diye Ömer’in koluna yapıştı. Genç adam şaşkın şaşkın etrafına bakınıyordu. Macide sordu:

“Karşıda birini mi gördünüz? Fakat tramvayın altında kalacaktınız!”

Ömer bulunduğu yere baktı. Yaya kaldırımında değildi. Demek ki Macide’nin önünden geçerek buraya gelmişti? Kendini toparladı:

“Benzetmişim, kimse değilmiş!” dedi.

Sol kolunda, biraz evvel Macide’nin sımsıkı tuttuğu yerde garip bir ürperme duydu.

“Niçin tutmuyor… Niçin bıraktı?..” diye mırıldandı. Yüzü bir çocuk gibi buruşmuştu. İçinde güçlükle zapt ettiği bir ağlamak ihtiyacı vardı. Nihayet dayanamadı:

“Koluma girsenize!” dedi.

Macide onun kolunu, biraz evvel tuttuğu yerden, fakat bu sefer daha hafif bir şekilde yakaladı. Bu sırada gözleri karşılaştı. Macide uzun uzun, bir şeyler hatırlamak ister gibi baktı. Onun dün Köprü’de de aynen bu şekilde kendini süzdüğü Ömer’in zihninden süratle geçti. Macide’nin gözleri böyle üzerinde kaldıkça şaşırıyordu. Genç kız bir şeyler görüyor, bunları kafasına yerleştiriyor, sonra yeni şeyler aramaya başlıyor gibiydi.

Ömer başını çevirdi. Tekrar yürümeye başladılar ve Karaköy’den sonra yokuşu hiç konuşmadan çıktılar. Her geçen saniyenin içlerinde bir değişiklik yaptığını, onları birbirlerine daha çok tanıttığını fark ediyorlardı. Her biri kendi kafasındaki bir yolu takip ediyor ve bu yolun, yanındakinin kafasında da, bir muvazisi16 bulunduğunu kati olarak biliyordu.

Konservatuvarın önüne geldikleri zaman Macide sessizce elini uzattı.

Ömer şaşırmıştı. Şimdi ondan ayrılmak ve haftalarca görmemek mümkündü. Tabii olan da buydu. Hâlbuki beş dakika için bile ondan ayrılmayı kafası almıyordu. Düşündüğünü söylemekten korktu, ancak “Şimdi nasıl çalışabileceksiniz?” diyebildi.

Macide o anlaşılmaz gülümsemesiyle “Ne diye soruyorsunuz?.. Böyle şeyler sorulur mu?” dedi.

Ömer bütün cesaret ve iradesini toplayarak mırıldandı:

“Size birçok şeyler söyleyecektim!”

“Hiçbir şey söylemediniz!”

Ömer sitemli gözlerle baktı. Macide özür diler gibi bir sesle “Daha görüşürüz…” dedi.

Karşısındaki derhâl atıldı:

“Ne zaman?”

Macide omuzlarını silkti.

“Bu akşam sizi gelip buradan alayım mı? Teyzemlere beraber gideriz!..”

Genç kız düşünür gibi oldu, sonra kararını vererek “Nasıl isterseniz!” dedi ve taş merdivenleri çıktı.

IX

Ömer yokuş aşağı koşar gibi iniyordu. Tüy gibi hafifti. İçinde köpürüp taşan bir saadet vardı. Etrafından geçen insanları kucaklamak, herkese “Haydi, ne duruyorsunuz! Gülün, sevinin, hayat kadar tatlı şey var mı?” demek istiyordu.

Köprü’ye bir nefeste indi. Kalbi müthiş çarpıntı içindeydi. Saate baktı, ona geliyordu. “Gene geç kaldım!” diye düşündü. Fakat bu da onun neşesini bozmadı. Kendisini postaneye yerleştiren ve orada mühimce bir mevkisi olan uzak akrabadan biri vardı. “Gidip bir elini öpeyim… Memnun olur ve bizim dairedekiler de onun odasından çıktığımı görünce çenelerini tutarlar.” diye söylendi.

Aydan aya kırk iki lira yetmiş beş kuruş ücret aldığı vazifesinin adını bile bilmiyordu. Muhasebede oturuyor ve hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu. Ara sıra Veznedar Hafız Hüsamettin Efendi onu yardıma çağırır ve birtakım manasız defterlere manasız rakamlar yazmasını rica ederdi. Bu, ona hiç de sıkıcı gelmiyordu. Kendi kendine usuller icat ediyor, kolaylıklar buluyor, bazen de evvela birinci, sonra ikinci, sonra diğer haneler olmak üzere alt alta yazıyor; on on beş rakam okuduktan sonra kaç tanesini unutmadan yazabildiğini tecrübe ediyor ve kafasına bir nevi spor yaptırıyormuş gibi bunlardan zevk alıyordu.

Çalıştığı odada belki on tane masa vardı. Bunların her birinin arkasında mühim işlere dalmış gibi sessizce çalışan muhtelif yaştaki memurların hiçbiri vazifesine Ömer’den daha çok bağlı değildi. Kimisi maişet17 derdini kimisi randevusunu kimisi sinema filmlerini düşünüyor ve ekmek parası için katlandığı bu sıkıcı işe hiç durmadan küfür basıyordu.

Üzeri mürekkep lekeli küçük masaların her tarafı kocaman siyah defterler, çizgili kâğıtlar, birbirine iğnelenmiş evrak ile doluydu. Bundan maada,18 biraz daha büyükçe masalarda oturan iki memurun arkalarını kaplayan etajerlerde de aynı siyah ve iri defterler duruyordu. Genç bir memur önündeki sümenin ucunu kaldırmış, oraya sıkıştırdığı yuvarlak cep aynasına bakarak briyantinli saçlarını, eskimiş suni ipek boyun bağını düzeltiyordu. Yeleğinin kenarları Frenk gömleğinin yaka tarafındaki yırtıkları ve yamaları örtmediği için eli sinirli bir hareketle ikide birde boynuna gidiyordu. Açık renk elbisesinin dizleri kirlenmeye başlayan pantolonu pek keskin ütülüydü, belki üçüncü pençeyi taşımaya çalışan kanarya sarısı iskarpinlerinin burun tarafındaki kıvrımlarda terden hasıl olma lekeler vardı.

Onun yanında orta yaşlı ve saçlarını fırça gibi kestirmiş bir diğer memur, masasının sağ tarafındaki çekmeceyi açmış, içine eğilerek eski bir akşam gazetesinin tarihî romanını okuyordu.

Diğer masaların sahipleri de önlerinde resmî bir iş olduğu hâlde, kenarda köşede bir delik bulup hususi ve şahsi hayatlarına kavuşmaya çalışıyorlar, hiç olmazsa iki üç satır yazı yazdıktan veya hesap yaptıktan sonra iskemlelerinin arkalığına dayanıp başlarını geriye atarak uzun düşüncelere dalıyorlardı. Onların bir müddet böyle durduktan sonra biri tarafından dürtülmüş gibi silkinerek masanın üzerine eğilmeleri ve işleriyle meşgul oluyormuş gibi yapmaları Ömer’e dolap beygirlerinin ara sıra durup başlarını havaya kaldırmalarını ve bağlı gözlerinin arkasında bir şeyler sezmeye çalıştıktan sonra tekrar dönmeye koyulmalarını hatırlatıyordu.

Yanı başlarındaki küçük bir odada ve pirinç parmaklıklı bir kafesin arkasında çalışan Veznedar Hafız Hüsamettin Efendi dairede belki yegâne iş gören adamdı. Bazen herkes gittikten sonra da odasında kalır; beş altı türlü deftere ayrı ayrı kayıtlar yapar, kasasını üç dört muhtelif anahtarla kilitler ve pek az kimse ile konuşurdu. Ömer buraya ilk geldiği günlerde onunla ahbap olmuştu. Daima sakalları biraz uzamış olarak gezen, henüz 45 yaşında bile olmadığı hâlde, yarı ağarmış, yarı dökülmüş saçlarıyla altmışlık gibi görünen bu adamın hiç de basit bir insan olmadığını hemen anlamıştı. Kendine mahsus ve yeni nükteler yapıyor, etrafındakilerden bahsederken biraz keskin, fakat isabetli hükümler veriyordu. Büyük odaya pek az uğradığı hâlde oradaki bütün memurların hususiyetlerini nasıl bildiğine Ömer bir türlü akıl erdirememişti.

Ekseriya keyfi yerindeydi. İnce gümüş kenarlı gözlüklerle çalışır, birisiyle konuşacağı zaman onları alnına kaldırırdı. Daima gülümsüyormuş gibi duran açık ela gözleri insanı avcunun içine alıyor ve bir daha bırakmıyordu. Bütün hareketleri ve sözleri, hiç endişesi ve hiçbir şeyden korkusu olmayan bir adam gibi açık ve tek manalıydı. Hâlbuki Ömer, onun hiç de yağ bal içinde yüzmediğini biliyordu. En büyüğü 18 yaşında beş çocuğu ve bir de karısı vardı. Aldığı maaşla ay başını pek zor bulanlardandı. İlk tanıştığı zamanlarda Ömer ona hâlinden şikâyete kalkmış, aldığı paranın hiçbir işe yaramadığını, Balıkesir’deki annesinden kırk yılda bir gelen birkaç liranın elbiselik bir kumaş almaya bile yetmediğini, bir kere tahsili bitirse herhâlde işlerin başka türlü olacağını, fakat parasızlık yüzünden altı seneden beri fakülteye boşu boşuna devam ettiğini söylemişti. Hâlbuki derste devamsızlığı ve hâlâ mektebi tamamlayamaması parasızlıktan filan değildi. Okutulanlara ve bilhassa okutanlara karşı içinde yenilmez bir itimatsızlık, sebepsiz bir lakaytlık vardı. Bunun sebeplerini ne kadar dışarıda aramaya çalışsa da asıl illetin kendi acayip kafasında olduğunu biliyor, herkesten evvel kendini kandırmak için önüne gelene böyle masallar uyduruyordu.

Hafız Efendi, onu ciddi bir yüzle dinledikten sonra “Oğlum!” dedi. “Biz senin çağlarını geçirdik. İnsan bir kere öğrenmeye başladı mı artık peşini bırakmamalı. Araya azıcık soğukluk girdi mi bu ilim dedikleri namert, adamı ürkütür. Hayat ile fazla ünsiyet muayyen bir yaştan sonra insanları çok şey öğrenmekten, yani usulü dairesinde öğrenmekten uzaklaştırıyor. Bundan sonra boşuna kendini yorma… Hayatına başka bir yol seç, bir bankaya filan girmeye bak, gençsin, muvaffak olursun…”

Hatıralara dalmış gibi bir miktar düşündükten sonra, kendinden bahsetmeye başlamıştı:

“Ben de senin gibi tahsilimi yarım bıraktım, öyle darülfünundan falan değil, mekteb-i idadinin19 son sınıflarından ayrıldım ve defterdar olan babamın yanında bir memuriyet aldım. Küçük evlendim. Dört beş sene sonra babam, arkasından karım öldü. Birdenbire kendimi kapıp koyuverdim. Pederden kalan birkaç kuruşu az zamanda ezdim. Sonra tekrar bir memuriyete kapaklandık, yeniden evlendik, çoluk ve çocuğa karıştık, sürüklenip gidiyoruz. Hayat dediğin başka nedir zaten? Ben şuna inanıyorum ki, üç buçuk günlük ömrümüzü kendimize zehir etmemek için ne mazideki hayatımıza ve kaçırdığımız fırsatlara ne de istikbalin olmayacak hülyalarına kulak asmayarak bugünümüze hapsolup yaşamalıyız. Her hadisenin insanı eğlendirecek bir tarafı vardır. Ay başında bakkal, verdiğimiz paradan memnun olmayıp kapıya dayanınca bizim hanım sinir nöbetlerine tutulur, hâlbuki ben bunda bile hoş taraflar bulurum. Bakkalın kapı aralığında nasıl hiddetle kasketini çıkarıp tekrar giydiğini, İstanbul şivesine uydurmaya çalıştığı dilinin nasıl dolaşıp anlaşılmaz hâle geldiğini seyreder ve düşüncelere dalarım. Hayatta hiçbir şey bizim arzumuza tabi değildir. Gerçi bu bir felaket, lakin hilkat bize bu felaketi hafifletecek bir vasıta da vermiş: Etrafı çeşm-i ibretle20 temaşa kabiliyeti… Bazen çocuklara kitap parası kalmaz… En büyüğü dayatıyor, gırtlağıma basıyor, ona vermeye mecbur oluyorum, fakat ötekilerin dördü de kız, ellerinden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Ben onları karşıma oturtur, kitap dedikleri şeyin lüzumsuzluğuna dair vaaz ederim. Dersleri zihninize nakşedin, derim, sonra benim bile ciddi kastetmediğim bu laflara onların nasıl inanarak kulak verdiklerini gördükçe hem gülesim hem ağlayasım gelir. Bu dairede de böyle: Birkaç kurnaz ve işbilirin yanında bir sürü de Allah’ın mübarek koyunları var… Yaşamak ve yeryüzünde üç adımlık bir yer işgal etmekle mühim bir iş yaptıklarını zannederler. Kimisi gençliğine mağrurdur kimisi ihtiyarlığına ve tecrübesizliğine dayanıp böbürlenir kimisi eskiden neydim diye övünür kimisi ileride neler olacağını ihsas ederek21 itibar kazanmak ister. Hepsi birden mahiyetini asla anlamadıkları bu değirmenin içinde yuvarlanıp giderler ve kâinatın mihverinin kendilerinden geçtiğini vehmederler. Kimisinin de ihtiyarlıktan çenesi düşmüştür, benim gibi gevezelik edip durur.”

Ömer onunla konuşmaktan garip bir zevk alıyordu. Hiçbir şeye inanmamak hususunda mutabık gibiydiler. Yalnız Hafız Efendi, belki de yaşadığı senelerin tesiriyle, Ömer’in içini şekilsiz bir surette dolduran ihtiraslardan da kurtulmuştu. Bugünkü hâlin devamından başka bir şey istemiyordu. Ara sıra, Ömer’i hayrete düşüren bir tabiilikle ve hiç küçülmeden, hiç ezilmeden, genç adamdan bir lira borç ister ve Ömer ondan borç isteyince de tereddüt bile etmeden cebinde ne varsa çıkarır verirdi. Böyle zamanlarda çok kere Ömer ondan çoluk çocuğunun ekmek parasını almış gibi bir hisle ayrılırdı.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Hikmet-i vücut: Bir şeyin var olmasının hikmet ve amacı. (e.n.)

2

Tufeyli: Asalak. (e.n.)

3

Mükâleme: Karşılıklı konuşma. (e.n.)

4

Mübahase: Bir konu hakkında iki veya daha çok kişinin karşılıklı konuşması. (e.n.)

5

Müptedi: Bir şeyi öğrenmeye yeni başlayan, acemi. (e.n.)

6

Muhtelit: Karma. (e.n.)

7

İnzibat meclisi: Disiplin kurulu. (e.n.)

8

Muvakkat tart: Geçici uzaklaştırma. (e.n.)

9

Muaşaka: Birbirini karşılıklı sevme, sevişme, âşıktaşlık. (e.n.)

10

Emval-i metruke: Sahipleri olmayan, sahipleri kaybolmuş, sahipsiz mallar. Terk edilmiş mallar. (e.n.)

11

Tefekkürat: Düşünceler. (e.n.)

12

Kari: Okuyucu. (e.n.)

13

Süluk etmek: Bir işe girmek. (e.n.)

14

İllet: Neden, sebep. (e.n.)

15

Leyli: Yatılı. (e.n.)

16

Muvazi: Paralel, koşut. (e.n.)

17

Maişet: Geçim, geçinme. (e.n.)

18

Maada: Başka. (e.n.)

19

Mekteb-i idadi: Lise. (e.n.)

20

Çeşm-i ibret: İbret gözü. (e.n.)

21

İhsas etmek: Sezdirmek. (e.n.)

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов