Yarmola birden sessizce çıktı çalıların gerisinden.
“Beyim, hayırdır kesemediniz mi yolunu?” diye seslendi diliyle “çı, çı, çı” yaparak.
“Uzaktaydım çünkü… Yaklaşık iki yüz adım uzaktaydım.”
“Neyse, sorun değil. Elimizden kaçamaz o! Siz, İrinov yoluna çıkın. Tavşan şimdi oraya gelecektir.”
Ben İrinov yoluna doğru gitmeye başladım. Gerçekten de iki dakika sonra filan bir de duydum ki köpek yine koşuşturuyor yakınlarımda bir yerde. Kendimi kaptırdığım avcı heyecanıyla ve elimde ateş etmeye hazır tuttuğum tüfekle dalları kıra kıra, sert darbelerine aldırış etmeden gür çalılığın içine doğru koşmaya başladım. O kadar çok koşmuştum ki nefes nefese kalmıştım. Tam bu sırada köpeğin havlama sesleri kesilmişti. Sessizce ilerlemeye devam ettim. Şöyle dümdüz gidersem İrinov yolunda Yarmola’yla mutlaka karşılaşırım sanıyordum. Ancak çok geçmeden anladım ki çalıları ve kütükleri eğe eğe koşarken yolu hiç aklıma getirmemiş ve kaybolmuştum. Yarmola’yı çağırmaya başladım. Ancak cevap vermiyordu.
Bu sırada gayriihtiyari olarak ileri doğru gittikçe gidiyordum. Ormanlık alan seyrekleşiyor, zemin yumuşuyor ve topak topak olmaya başlıyordu. Ayağımı bastığım izlerim hemencecik kararıyor ve içlerine su doluyordu. Hatta birkaç defa dizlerime kadar batmıştım. Bu nedenle yumuşak bir halıyı andıran yoğun yosunların kapladığı tümseklerin üzerinden atlaya atlaya gitmek zorunda kalıyordum.
Bir süre sonra çalılık tamamen bitti. Şimdi karşımda kefenin altından başlarını çıkarmakta olan seyrek tümseklerin bulunduğu karla kaplı, büyük ve yuvarlak bir bataklık vardı. Bataklığın tam karşısında, ağaçların arasında ise bir ahşap evin beyaz duvarları göz kırpıyordu. “Herhâlde İrinov Ormanı’nın bekçisinin evidir.” diye düşünmüştüm. “En iyisi şu kulübeye gidip yolu sorayım.”
Ancak ahşap eve kadar gitmek o kadar da kolay değildi. Çünkü bataklığa her dakika daha çok sıkışıyordum. Çizmelerim su geçirmeye başlamıştı. Her adım atışımda yüksek sesle vıcık vıcık ediyorlardı. Sonunda dayanılmaz bir hâl aldılar. Ben de onları çıkarıp elime aldım.
Nihayet bu bataklığı geçmeyi başarabilmiştim. Küçük bir tepeye çıkmıştım. Artık ahşap evi daha iyi seçebiliyordum. Bu sıradan bir ahşap ev değildi. Masallarda geçen tavuk ayakları üzerinde duran cadı kulübesiydi. Nitekim kulübenin taban kısmının yerle teması yoktu. Büyük bir ihtimalle ilkbaharda tüm İrinov Ormanı’nı kaplayan taşkınlar ve seller dikkate alınarak kazıklar üzerine inşa edilmişti. Ancak zamanla evin bir tarafı çökmüştü. Bu durum da kulübeye ayağı aksak ve kasvetli bir görüntü veriyordu. Pencerelerinde cam yoktu. Camların yerinde dışarıdan kambur şeklinde şişmiş olan pasaklı paçavralar vardı.
Sürgüye basıp kapıyı açtım. Ahşap evin içerisi çok karanlıktı. Zaten uzun süre kara baktığım için gözlerimin önünde mor daireler uçuşuyordu. Bu nedenle ahşap evde kimse olup olmadığını uzun süre seçememiştim.
“Ey ahali! Kimse yok mu evde?” diye sordum yüksek sesle.
Sobanın yanında bir şeyler kımıldıyordu. Daha da yakına gidince yerde oturmakta olan yaşlı bir kadını gördüm. Yaşlı kadının önünde ise kocaman bir yığın tavuk tüyü vardı. Yaşlı kadın, her bir tüyü tek tek alıyor ve yumuşak tüylü kısmını sıyırıp sepete, sert kıkırdak kısmını ise yere atıyordu.
“Evet, İrinov Cadısı Manuyliha işte bu.” diye bir şimşek çaktı kafamda biraz daha dikkatlice bakınca yaşlı kadına. Bu cadı; halk destanlarının anlattığı, tarif ettiği, pis cadının karakteristik özelliklerini taşımaktaydı çehresinde. İçe çökmüş sıska yanaklar; aşağı doğru sallanan uzun, sivri, sarkık çene; aşağı doğru asılı duran burun; bir şeyler çiğniyor gibi durmadan hareket eden içine batmış dişsiz bir ağız; ara sıra parlayarak benzeri görülmemiş uğursuz kuşların gözleri gibi bakan oldukça kısa, soğuk, yuvarlak, kırmızı kaşlı mavi şişkin gözler.
“Selam büyükanne!” dedim mümkün olan en nazik bir ifadeyle. “Manuyliha sensin değil mi?”
Soruma cevap olarak, yaşlı kadının göğsü hırıldayıp gürledi. Sonra da o dişsiz ıslak ağzından, bazen yaşlı karganın boğulurcasına çıkarmış olduğu gaklama sesine benzeyen bazen de kesilmekte olan güçlü bir çıbana dönüşen tuhaf sesler çıkmaya başladı.
“İyi niyetli insanlar önceleri bana sanırım Manuyliha diyorlardı… Ancak şimdilerde ördek diye onurlandırıyorlar.” Rutin işini yapmaya ara vermeyerek düşmanca bir tavırla “Bir şey mi istemiştin?” diye sordu.
“Kayboldum da büyükanneciğim. İçecek süt var mı sende acaba?”
“Süt müt yok!” dedi yaşlı kadın öfkeyle keserek sözümü. “Sizin gibiler çoktur ormanda gezinen… Herkese süt yetiştiremezsin, herkesi doyuramazsın ki!”
“Yapma be anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorsun misafiri.”
“Haklısın, anneciğim. Hiç de şefkatli karşılamıyorum sizi. Maalesef sizin için özel turşu yedeklemiyoruz. Yorulduysan eğer, otur şuraya. Seni bu ahşap evden kimse kovmaz merak etme. Biliyor musun bir atasözümüz şöyle der: ‘Oturmaya, düğünümüzde oynamaya gelin bizim höyüğümüze, yemek işini ise birlikte düşünelim.’ İşte böyle anneciğim.”
Bu deyiş, beni bir defa daha inandırdı ki yaşlı kadın gerçekten de bu dünyanın yabancısı. Çünkü buranın halkı, kuzeyli gevezelerin ukala bir şekilde söyledikleri ifadelerdeki bu keskin ve beliğ anlamları kavrayamazlar. Bu arada yaşlı kadın otomatiğe bağladığı işine devam ederken bir yandan da kendi kendine belli belirsiz, zar zor duyulan bir şeyler geveliyordu. Ben ise birbiriyle ilişki kuramadığım, sadece son söylediği sözleri yakalayabiliyordum. “Manuyliha Teyze dediğin işte böyle… Ne olduğum bile belli değil… Gençlik günlerim gideli çok oldu… Ayaklarını sürte sürte giden, tam bir saksağan gibi vır vır konuşan yaşlı bir karıyım ben artık.”
Bir süre sessizce dinledikten sonra, aniden karşımdakinin çıldırmış bir kadın olduğunu düşünmeye başladım. Bu da bende derin bir korku hissi uyandırdı.
Her şeye rağmen etrafa göz atma imkânım oldu. Kulübenin büyük bir bölümünü dökülmekte olan ocak kaplıyordu. Ön köşede hiçbir eşya yoktu. Duvarlarda ise mor köpekli, yeşil bıyıklı sıradan avcılarının ve kimsenin tanımadığı general portrelerinin üzerine kuru ot demetleri, buruşuk kök bağları ve kap kacak asılıydı. Burada ne bir baykuş ne de bir kara kedi çarptı gözüme. Ancak ocağın üzerinden iri yarı iki adet benekli sığırcık, şaşkın ve kuşkulu bir şekilde bakıp duruyordu bana.
“Büyükanneciğim, en azından içecek suyunuz da mı bulunmaz sizin?” diye sordum sesimi biraz yükselterek.
“Bak işte şurada leğende.” dedi yaşlı kadın kafasını sallayarak.
Su, pas tutmuş bataklığı andırmaktaydı. Yaşlı kadına teşekkür ettikten sonra -ki bu teşekkürüme aldırış bile etmemişti- kendisine ana yola nasıl gideceğimi sordum.
Yaşlı kadın, birden kafasını kaldırıp cansız tavuk gözleriyle dikkatlice süzmeye başladı beni. Sonra çabucak homurdandı:
“Hadi, hadi yoluna git! Aferin, aferin sana. Buralarda oyalanma. Misafir, davet edildiğinde değerlidir… Hadi git, git babacığım.”
Bu sözlerden sonra gerçekten de gitmekten başka yapacak bir şeyim kalmadığını hissediyordum. Ancak bu kaba yaşlı kadını birazcık olsun yumuşatabilmek için birden aklıma son silahımı kullanmak geldi. Cebimden gıcır gıcır bir çeyreklik çıkarıp Manuyliha’ya uzattım. Yanılmadım da hani. Çünkü yaşlı kadın parayı görür görmez canlandı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Düğüm düğüm olmuş titrek parmaklı, kambur elini parayı almak için uzattı.
“Hayıır, hayıır. Öyle kolay değil Manuyliha anneciğim! Öylesine vermem sana.” dedim parayı saklayıp kızdırarak. “Hadi bir falıma bak bakayım!”
Cadının kırışık kahverengi suratı buruşuvermişti. Sanırım falıma bakıp bakmama konusunda biraz kararsız kalmıştı. Gözlerini de parayı sakladığım yumruğumdan alamıyordu. Ancak para hırsı galip geldi.
“Hadi, gel gel. Öyleyse gel şuraya.” dedi mırıldanarak oturduğu yerden zar zor kalkıp. “Aslında artık kimseye fal açmıyorum canım benim. Unutmuşum fal açmayı çoktandır… Yaşlandım, yaşlandım. Gözler görmüyor ki… Ancak senin hatırını kırmak olmaz.”
Duvarlara tutuna tutuna, kamburlaşmış bedenini her adımda titrete titrete masaya yaklaştı. Zamana yenik düşerek, sararıp şişmiş olan kâğıt destesini çıkardı. Kâğıt destesini karıştırdıktan sonra önüme doğru açtı.
“Çek şuradan bir kart sol elinle. Çek bakayım… Tüm samimiyetinle çek.”
Yaşlı kadın, parmaklarını tükürükledikten sonra alacağı paranın karşılığını vermek için çabalamaya başladı. Sanki keçeleşmiş hamurdan yapılmış gibi olan kâğıtlar, masaya öyle bir sesle düşüyordu ki sekiz köşeli yıldız şeklini alıyordu. Son kâğıt ters bir şekilde düşüp, papazın üzerini kapatınca Manuyliha elini uzatıp:
“Parayı görelim, beyim… Mutluluklar senin olacak, zenginlik seni bulacak…” dedi şakırdayarak tipik dilenci Çingene sesi tonuyla.
Hazırlamış olduğum parayı uzattım kendisine. Yaşlı kadın, maymun hızıyla kavradığı parayı ağzının içine alarak yanaklarının arasında kaybetti.
“Uzun bir yolculuktan sonra kısmetin açılacak.” diye başladı konuşmaya bilindik tekerlemeyle. “Kare kızı, resmî bir kurumda önemli bir görüşme yapacaksın demektir. Sinek papazı, yakında beklenmedik bir haber alacağına işarettir. Başın biraz ağrıyacak ancak sonunda yine yüklü miktarda para geçecek eline. Büyük bir arkadaş grubuna katılacak, sarhoş bir hayat yaşayacaksın… Bu sarhoşluk berduşluk derecesinde olmasa da hatırı sarılır derecede içki müptelası olacaksın. Çok uzun bir ömür süreceksin, eğer altmış yaşına geldiğinde ölümle karşılaşmazsan tabii…”
Yaşlı kadın birden duraksadı. Kafasını kaldırıp sanki bir şey dinliyormuş gibi kulak kabartmaya başladı. Kendisiyle birlikte ben de kulak kesildim. Bir kadın sesi; tiz, güçlü ve enerjik bir şekilde şarkı söyleyen bir kadın sesi yaklaşıyordu ahşap eve:
Bir açıyor, çiçek bir açmıyorEğiliyor, ahududu dalı eğiliyorNe gerçek ne rüya buEğiliyor, başım eğiliyor.“Tamam, yeter bu kadar. Git hadi git artık.” Endişeli bir şekilde koşuşturmaya başladı yaşlı kadın, eliyle itip uzaklaştırarak beni masadan. “Fazla oyalandın bu yabancı evde. Git hadi yoluna…”
Yaşlı kadın paltomun kolundan tutup beni ahşap evin kapısına kadar götürüyordu sürüklercesine. Yüzünü vahşi bir endişe kaplamıştı.
Şarkı söylemekte olan o ses, birden ahşap evin dibindeymişçesine gelmeye başladı. Kapının demir mandalı gürültülü bir şekilde çatırdadı. Birden ardına kadar açılan kapıdan giren ışıkta, etrafına gülücükler dağıtan babayiğit bir kız görünmeye başladı. İçinden kırmızı boyunlu ve pırıl pırıl parlayan gözleri olan, küçücük üç başın uzandığı çizgili önlüğünü iki eliyle sıkı bir şekilde tutuyordu.
“Baksana büyükanneciğim. Gene takıldılar peşime şu ispinoz kuşları.” diye haykırdı gülerek yüksek sesle. “Ne kadar da komikler… Karınları da aç hani. Aksilik, yanımda onlara verecek ekmek de yoktu.”
Ancak bu genç kız beni görür görmez sustu ve yanakları al al oldu. Yağlı kara kaşları mutsuz bir şekilde hareket etmeye başladı. Gözleri ise soru soran ifadelerle yaşlı kadına yöneldi.
“Geçerken uğramış şu bey… Yolu bulmaya çalışıyormuş.” diye açıklık getirdi yaşlı kadın duruma. “Hadi, babacığım hadi.” dedi kararsız bir şekilde, dönerek bana doğru. “Biraz daha beklersen akşama kalıp üşürsün yoksa. Suyunu içtin, laklak yaptın, artık haddini de bilmelisin. Sana yârenlik yapacak değiliz…”
“Bir dakika güzelim.” dedim genç kıza. “Gösteriver bana İrinov yolunu lütfen. Yoksa yüzlerce yıl harcasam da sizin bu bataklığınızdan çıkamayacağım bir türlü.”
Yalvarırcasına söylediğim bu sözler, genç kızı etkileyerek yumuşatmış olacak ki ispinoz kuşlarını ocağın üzerine, sığırcık kuşlarının yanına dikkatlice yerleştirdikten sonra çıkarmış olduğu abasını tezgâhın yanına bırakıp sessizce çıktı ahşap evden.
Ben de peşine takıldım.
“Bu kuşların hepsi de evcil mi?” diye sordum genç kıza arkasından yakalamaya çalışırken.
“Evcil, evcil.” diye kesik kesik cevap verdi yüzüme dahi bakmadan. “İşte, bakın.” dedi çitin yanına gelince durarak. “İşte orada, çamların arasında gözüken yolu görüyor musunuz? Görüyor musunuz?”
“Görüyorum, görüyorum…”
“İşte bu yoldan dosdoğru gidin. Meşe kütüğüne kadar devam edin. Oraya gelince sola dönün. Sonra orman boyunca dümdüz gitmeye devam edin. İrinov yolu karşınıza çıkacaktır.”
Genç kız bana yolu göstererek, tarif etmek için kolunu uzattığında gayriihtiyari olarak kendisine bakıp durmuştum. Alın kısımlarının üst tarafından, çenelerinin alt kısımlarına kadar olan kısımları çirkin bir eşarpla kapatan ve hepsinin yüzünde de aynı korkunç ifade olan yerli kızlara hiç mi hiç benzemiyordu. Henüz tanışamadığım bu genç kız; yirmi yirmi beş yaşlarında, uzun, esmer güzeli bir kızdı. Zayıf ve düzgün bir fiziğe sahipti. Geniş beyaz gömlek, rahat ve güzel bir şekilde sarmıştı genç ve diri göğsünü. Yüzünde doğal bir güzellik vardı. Kendisini bir defa gören, bir daha unutamazdı. Ancak ona hemencecik alışmak da kolay değildi. Onu tasvir etmek bile zordu. Her şeyin sırrı ise gözlere kurnazlık, saflık ve baskın karakter veren ve üst kısmında ortasından ikiye kırılmış olan kaşların bulunduğu çakmak çakmak parlayan şu kocaman kara gözlerde, koyu pembe ciltli dudakların bilerek eğilmiş olan kıvrımlarında saklıydı. Dudaklarının alt kısmı biraz daha dolgun ve dışa doğru çıkıktı. Bu da kendisine kararlı ve kaprisli bir görünüm veriyordu.
“Bu ıssız yerde tek başınıza yaşamaktan korkmuyor musunuz, acaba?” diye sordum, çite yaklaşınca.
Genç kız aldırış etmeden salladı omuzlarını.
“Neden korkacakmışız? Kurtlar buralara kadar gelemez.”
“Sadece kurtlar değil ki korkulacaklar… Karlar altında kalabilirsiniz, sonra yangın çıkabilir mesela… Her şey olabilir şu hayatta. Siz burada yapayalnızsınız. Yardımınıza hemencecik koşacak kimseleri bulamazsınız.”
“Çok şükür ki böyle bir şey yok!” diyerek küçümser bir tavırla salladı elini. “Bir de şu yaşlı kadınla beni rahat bıraksalar çok daha iyi olurdu ya…”
“Hayırdır?”
“Çok bilirseniz çabuk yaşlanırsınız.” diyerek kestirip attı beni genç kız. “Sahi, siz kimsiniz?” diye sordu endişeli bir şekilde.
Bu genç kızla yaşlı kadının, hükûmetin adamlarından birilerinin baskısından korkmuş olduklarını tahmin etmem zor olmamıştı. Bu nedenle kendisini sakinleştirmeye başladım hemen.
“Yo, yo! Lütfen, endişelenme hemen öyle. Ben ne başçavuş ne kelem müdürü ne de vergi memuruyum. Yani, ben herhangi bir bürokrat filan değilim.”
“Gerçekten mi? Doğru mu söylüyorsunuz?”
“Sana yemin ederim. Allah’a yemin olsun ki tamamen yabancı birisiyim ben. Buraya birkaç aylığına ziyarete gelmiştim sadece. Sonra da çekip gideceğim. Eğer istemezsen burada olduğumu ve sizinle görüştüğümü kimseye söylemem bile. Bana inanıyor musun?”
Genç kızın yüzü biraz berraklaşmaya başlamıştı.
“Peki. Mademki yalan söylemeyip doğru söylüyorsunuz, söyleyin bakalım buraya bizim hakkımızda bir şeyler duyduğunuz için mi geldiniz yoksa öylesine kendi kendinize mi uğradınız?”
“Şey, aslında ben de bilmiyorum sana nasıl anlatacağımı. Duymasına duydum da… Doğrusunu söylemek gerekirse bir gün buraya, sizi ziyarete gelmeyi planlamıştım. Ancak bugün tamamen tesadüf oldu, kaybolduğum için geldim. Peki, söyle bakayım şimdi. Neden korkuyorsunuz insanlardan? İnsanlar size ne gibi kötülükler yapıyor ki?”
Genç kız, bana şüpheli şüpheli ürkek bir şekilde bakmaya başladı. Ancak vicdanım rahattı. Bu nedenle bu dik bakışlara gözümü kırpmadan sabrediyordum. Bir süre sonra heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladı:
“Çok çekiyoruz şu resmî makamlardan… Hani sıradan memurlar neyse de müdürler var ya müdürler… Başçavuş geliyor, alıyor. Emniyet müdürü geliyor, alıyor. Üstelik rüşvet almadan önce kadıncağızı taciz ediyorlar. ‘Seni gidi cadı, seni gidi iblis, seni gidi köle…’ diyorlar. Aah! Aah! Daha neler neler söylüyorlar!”
“Sana dokunmuyorlar, değil mi?” diye çıktı ağzımdan patavatsızca bir soru.
Genç kız, mağrur bir öz güvenle salladı kafasını aşağı yukarı ve kısık gözlerinde pis bir kutlama ışığı çakıverdi…
“Dokunmuyorlar. Bir defasında kadastro memurlarından birisi dokunmaya kalkıştı. Canı okşanmak çekmiş zahir… Öyle bir okşadım ki kendisini, hâlâ unutamıyor nasıl okşadığımı.”
Bu gülünç ve gülünç olduğu kadar kendi çapında gurur verici olan sözlerde öyle vahşi bir özgürlük hissediliyordu ki kendime şöyle düşünmekten alamamıştım: “Hani Palesye Ormanı’nda büyüdüğün her hâlinde belli oluyor. Seninle şaka yapmak bile tehlikeli.”
“Biz dokunmuyoruz ki kimseye!” diye devam etti sözlerine, biraz daha fazlaca güvenerek bana. “Bizim insanlara da ihtiyacımız yok zaten. Sadece yılda bir defa iniyorum şehre, o da sabun ve tuz almak için… Ha bir de büyükanneme çay almak için. Çayı çok seviyor da. Yoksa kimsenin yüzünü görmek bile istemiyoruz.”
“Evet, evet. Gördüğüm kadarıyla insanların yokluğundan şikâyetçi değilsiniz hiç… Peki, daha sonra birkaç dakikalığına yanınıza uğramama izin var mı?”
Genç kız gülmeye başladı. Tuhaf ve hiç beklenmedik şekilde çehresi değişti o güzel yüzünün! Biraz önceki kabalığından eser bile kalmadı. Birden utangaç, daha berrak ve çocuksu hâl aldı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов