banner banner banner
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tarihin Kuyumcusu – Cüceler Nasıl Dev Olur, Devler Nasıl Cüce?


Türklere yakışır mektepler derken, yani böyle Türklerin dinden uzaklaştıkları, dinsizleştirildikleri yönünde bir kanaat mi olurdu halkta?

Tabii, tabii, onları söylerlerdi.

Aslında bu kanaat sırf Van’a, Güneydoğu’ya ait bir şey değil. Cumhuriyet’in ilk yıllarında dindar halk, Anadolu insanı çocuğunu mümkünse okula göndermemiş, zorlama karşısında erkek çocuklarını göndermiş. Kız çocuklarını hiç göndermemiş. Daha da zorlama olunca hiç değilse ilkokulu okusunlar, okuryazar olsun diye biraz yumuşamış, ilkokuldan sonra hiç okutmamış. Bu 1950’li 1960’lı yıllara kadar böyle gelmiş.

Babam bile memur olmasına rağmen beni okutmasının en büyük sebebi onun yerine tahsildar olmam içindi. Yani babam emekli olacak ben onun yerine tahsildar olacaktım. Babamın en yüksek seviyede düşündüğü şey buydu.

Risale-i Nur’u ilk okuyuşunuz birinin gözetiminde mi oldu? Yoksa Risaleleri bağımsız mı okudunuz?

Bağımsız, kendi kendimize okuduk. Yalnız dışardan abiler geldiği zaman, onlara ayrıca gider onların anlattıklarını dinlerdik.

Risale okumaya başladığınız dönemde Said Nursi’yi merak etmediniz mi? O sırada halk onunla ilgili konuşmuyor muydu?

Said Nursi eğitiminin büyük çoğunluğunu Van’da görmüş. O’nun döneminde çok güçlü hoca efendiler varmış. Molla Resul, Molla Yusuf gibi kişiler varmış. Said Nursi’yle münakaşa edip meseleleri tartışırlarmış. Hatta bir ara bizim o yöredeki molla efendiler Said Nursi’yi İstanbul’a göndermişler. Said Nursi bizim o yöredeki hoca efendilerin mümessili olarak, temsilcisi olarak 1907 senesinde İstanbul’a gitmiş. İstanbul’a gitmesi dahi bizim o yöredeki hoca efendilerin teşviki ile olmuştur. Tabii biraz da Tahir Paşa’nın onlara açılım sağlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü onlar üniversite bilmezlerdi. Ama Tahir Paşa Van’a üniversite açılması fikrini onlara aşılamış olmalı ki onlar da bu isteği dile getirmişler. Çünkü Said Nursi’yi de Van’a bir üniversite açılması talebini iletmek üzere temsilci olarak İstanbul’a göndermişlerdi. Nitekim II. Abdülhamid de onu benimsemiş, kabullenmiş ve bütçe de tahsis etmiş. O bütçe, Van Üniversitesi için harcanmadan önce Balkan Savaşları çıkmış ve ayrılan bütçe Balkan Savaşları’na harcanmış. Biz o zaman bunları idrak edecek seviyede değildik.

Risale-i Nurların Sadeleştirilmesini İstemeyenler Kimler?

Risale-i Nur, 100 yıl önce bir ihtiyaçtan dolayı doğmuş. Pozitivizme yani maddeciliğe karşı insanlara imanî ve aklî örnekler vererek İslam dini anlatılmaya çalışılmış. Ama aradan 100 yıl geçmiş; Said Nursi’nin müntesipleri o günkü şartlar değişmemiş gibi Risale okunmalı diyorlar.

Bu manada Risaleler “Kur’ân-ı Kerim”in önüne engel oluyor. Yani Risale’yi “Kur’ân-ı Kerim”in önüne geçiriyorlar. Yanlış olan bu. Her vaktin bir vacibi vardır. O gün yapılması gereken iş oydu. Ama artık bugünün şartları geçerli. Hani Mecelle’de bir kaide var; “Zamanın değişmesi hükmün değişmesini zorunlu kılar.” diye.

21’inci yüzyılın ilk çeyreğini bitirmek üzereyken bugünkü insanlara “Kur’ân-ı Kerim”i nasıl anlatmamız gerektiği üzerinde kimse durmuyor. Israrla ve inatla Risale-i Nur denilmesini İsla-mın geleceği açısından yanlış buluyorum.

Haklısınız. Az önce Risale-i Nur’da imanî hakikatlerin çok kolaylaştırılarak anlatıldığını ifade ettim. Bugün piyasada pek çok ilmihal yazan pek çok insan var. Dinin başlangıç bilgilerini ihtiva eden kitaplar. Bu kitaplar Risale-i Nurlara eş değerde kitaplar hâline getirilip halka sunulabilir. Basitleştirilmiş şekliyle Risale-i Nur’a alternatif olarak istifade edilen halk kitapları yazılabilir. Nitekim başlangıçtan beri Nurcular bu ihtiyacı duymuşlar. Bu yönde birtakım denemeler de yaptılar. Küçük sözler, bu ihtiyacın bir ifadesidir. Bu kitapları yazmaya Nurcular adapte olamadılar ve hatta rıza da göstermediler.

İşin büyüsünü, tılsımını burada görüyorlar, sadeleştirilmesine karşılar.

“Kur’ân-ı Kerim”in bile Arapça’dan tercüme edilmesine izin verilmişken aynı dilde yazılmış bir kitabın sadeleştirilmesine karşı çıkmak son derece yanlış bir şey.

Daha ilerisi de var; Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Efendi’nin başlattığı harekete mensup olanlar Risale-i Nurları Osmanlı harfleriyle okumanın gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Zarurete binaen yeni harflere çevrildi. “Üstat Risale-i Nurları Osmanlıca yazıp okutuyordu.” diyorlardı.

Söz buraya gelmişken, biliyorsunuz Nurcular birçok gruplara bölünmüş durumda. Bunlardan bir grup da Fethullah Gülen’nin örgütü. Fethullah Gülen de Risale-i Nurların okunması yerine kendi eserlerini okutup ayrı bir cemaat oldu.

Evvela bu işler Fetullah Gülen’in mantığından, düşüncesinden çıkmış işler değil. Bir üst akıl işi. Dolayısıyla Fethullah Gülen’in çapı buna yetmez. Bir üst yapı, bir üst kuruluş bunları planlıyor, bu işleri beceriyor ve tabii ki bunu yapanlar da büyük ölçüde Fethullah Gülen’in elemanları, öğretmenleri, hizmetlileri olduğu için bunlar hep Fethullah Gülen’in aklından çıkmış şeklinde değerlendiriliyor.

Fethullah Gülen burada sadece bir piyondur. Amerikan siyaseti, Batı devletlerinin siyaseti böyledir. Devletleri ele geçirmenin, devletleri kendisine tabi devletler hâline getirmenin birtakım yolları var; Batılı devletler bunu çok iyi biliyorlar. Hatta bu alanda mütehassıs olmuşlar.

Bundan 30-40 sene önce İran’da Şeyh Kutbuttin vardı. Sünni idi. Şeyh Kutbuttin’i Amerika’nın Detroit şehrine götürüp yıllarca beslediler. Şeyh Kubbuttin’in Kirmanşah’ta çömezleri vardı. Şahın aleyhinde propaganda yaptılar ve Şah aleyhinde bir halk hareketi meydana geldi. Şah, bir halk hareketi sonucu düşürüldü. İşte bunu besleyen, bu hareketi besleyen Batılı güçlerdi. Sünni halkı Şah aleyhine kışkırtıyorlardı.

Batılılar niye yaptı bunu? Çünkü herkes biliyor ki Şah belli bir dönemden sonra Batılı devletlere posta koyup petrolü kesti. Günümüzde de bütün savaşlar petrol savaşlarıdır. Amerika’nın Irak’ı işgal etmesi, Suudi Arabistan’la yapmış olduğu antlaşmalar; bütün bunlar hep petrol davası, enerji davasıdır. Dolayısıyla Şah’a karşı da böyle bir yapılanmayı sağladılar ve Şah’ı devirdiler. Öte yandan, Fethullah Gülen Pensilvanya’ya gitmeden önce orada Karzai vardı. Karzai’yi de yıllarca ABD’de beslediler ve şartlar olğunlaştığında Karzai’yi Afganistan’ın başına geçirdiler. Hatta bir tane Uygur kadın var Amerika’da. Geçenlerde Uygur ilinde Çin hükûmetine karşı ayaklanmalar olduğu zaman bu kadının beyanatlarını duymuşsunuzdur. O kadın da Amerika’dadır. Uygur Türklerine emirler gönderiyor.

Fethullah Gülen de Türkiye’den gitme bir adamdır. Fethullah Gülen’i keşfettiler. Bu, Batılıların ihtisas alanıdır. Kimden neyi üreteceklerini çok iyi bilirler. Alıp götürdüler, senelerce beslediler, hâlâ da besliyorlar. Gülen’nin dünyadaki bütün okulları Amerika’nın düşüncesiyle kurulmuştur. Hatta birçoklarının finansmanını da Amerika karşılıyor. Sadece dershanelerden kazanılan parayla değil, ayrıca Amerika’nın da bunlara katkıları vardır.

Amerika’nın derdi davası tepkisiz, emperyalistlere itiraz etmeyen, itaatkâr Müslüman tipi yaratmaktır. Mevlâna da kendi zamanında bunu yapıyordu. Günümüzde de bunu bu şebeke vasıtasıyla yapıyorlar. Ilımlı Müslüman yaratmak, tepkisiz Müslüman yetiştirmek… Bunu bu müesseselerle yapacaklar. Bunun en kestirme yolu budur. Bu amaçla okullar açıyorlar. Okullar kaliteli eğitim veriyor. Bakın en kaliteli öğretmenler buralarda. Devletin yapamadığı şeyi onlar yaptılar. Yıllardır bu hükûmetin yapamadıkları şeyleri bu mekteplerde yapabildiler.

Said Nursi’nin Bilinmeyen Yönleri Neler?

Burada klasik Nurculukla, Fethullah Gülen hareketini birbirinden kesinlikle ayırmak gerekiyor. Samimi Risale-i Nur okuyucularıyla Fethullah Gülen hareketi arasında bir fark var. Mesela Said Nursi siyasetten son derece çok uzak kaldığını söylediği hâlde bu ikinci hareket siyasetin bizzat içindedir. Said Nursi’yi Tahir Paşa, II. Abdülhamid’e bilerek gönderdi. Padişah bilerek kendisine tahsisatta bulunuyor. Kontrol altında tutmak istiyor. Deli bu adam, akıllansın, tedavi görsün gibi oralarda mektuplaşmalar da var o dönemde sarayla Tahir Paşa arasında… Sonra Balkan Harbi’ne katılıyor, yanında Bitlis yöresinden 500 adamı var. O sırada cumhuriyet fikrini savunuyor. Mecliste bulunuyor. Sonra bir tutum değişikliğine gidiyor. Sonra Halk Partisi dönemindeki tutumu, Menderes’e olan yaklaşımı… Yani siyasetten uzak durduğunu söylediği hâlde bu kadar siyasetin içinde bir kişi.

Said Nursi’nin İstanbul’a gelmesi çok faydalı oldu. Orada Osmanlı münevverleri ile tanışıp fikriyatlarını öğrendi. Kendisi de Tarihçe-i Hayatta ifade ediyor, İstanbul’a geldiğinde Osmanlı münevverleri üzerine bir anket yapmış. “Osmanlı münevverlerine göre sıkıntı nedir?” Şimdi Avrupa’da bilimsel bir ilerleme var, bir yükseliş var. Osmanlı münevverleri bunun farkındadır. Nitekim Avrupacılık fikriyatı ilk defa II. Abdülhamid’in kurduğu müesseselerden çıkmış. Biliyorsun Tıbbiye-i Şahane’yi, veterinerlik fakültesini, sanayi-i nefise mekteplerini kurdu. Bunlar Avrupaî manada kurulan ilk müesseselerdir.

Şimdi Pasteur kuduz mikrobunu keşfetmiş. Kuduzun köpeklerden insanlara geçtiği dönemde çok insan öldü. Şimdi tehlikesi çok düşük. O dönemde kuduz hastalığı çok yaygındı. O yıllarda Sultan II. Abdülhamid Pasteur’e bir mektup yazıp Türkiye’ye davet etmiş. Pasteur de cevabi mektupta “Benim oraya gelmem mümkün değil ama sizin vatandaşınız olan benim talebelerim var. Siz o vatandaşlarınızla temas kurun, düşündüğünüz şeyleri o talebelerim vasıtasıyla yapın.” demiş. II. Abdülhamid’in o talebelerinden birisi Ermeni. O Ermeni’yi bulmuşlar nitekim.

Pasteur’ün talebesine İstanbul’da ipekçilik denilen bir enstitü kurulmuş. Ben o enstitüde hocalık yaptım. Biz Yüksek İslam Enstitüsünü o ipekçilik enstitüsünde kurduk. İpekçilik enstitüsü sayesinde Pasteur’ün talebesi olan Ermeni, Bursa’da ipek böceklerine bulaşan hastalığı tedavi etmiş.

Osmanlı münevverleri Avrupa’daki ilerlemeleri görüyorlar, biliyorlar. Tıp alanında, ziraat alanında, hayvancılık alanında çok önemli gelişmeler olmuş. Bunu bilen Osmanlı münevverleri Avrupa’ya karşı büyük bir hayranlık duyuyorlar. Said Nursi de bunun farkındadır. Bu sebeple “Batı’daki bilimsel gelişmeler Müslümanların imanında rahneler açıyor.” tabirini kullanıyor. “Şüpheler meydana gelmiş. Bunu tedavi etmek gerekir. Onun için ben de bütün mesaimi onların imanlarını kurtarmaya yönlendirdim.” diyor.

Said Nursi bir süre sonra Doğu’ya dönüyor. I. Cihan Savaşı çıkıyor ve Said Nursi orada görev alıyor.

Burada şunu da söyleyeyim; Said Nursi aynı zamanda Abdulhamid için çalışan Teşklilat-ı Mahsusa’ya da üyedir. Senenin birinde İstanbul’dan Beytüşşebap’a bir kaymakam göndermişler. Beytüşşebaplılar kaymakamı kabullenmiyorlar. Kaymakamın ilçeyi terk etmesini istiyorlar. O zaman hükûmet Said Nursi’yi müfettiş olarak oraya göndermiş. Said Nursi Beytüşşebap’a geliyor. Kendisi kitabında anlatıyor; “Beytüşşebap’ta halkı konuşturdum, niye kaymakamı beğenmediklerini sordum. Bana dediler ki bir kaymakam göndermişler ne abdesti var ne namazı. Bizimle ilgilenmiyor, yüzümüze bakmıyor. Biz neyine buna itaat edelim.” diyorlar. Said Nursi, “Bunu diyen adamlar kendileri de namazsız niyazsızdı.” diyor. Said Nursi buradan bir şey çıkarıyor; Doğu insanı dindar insandır. Başındakinin de dindar olmasını ister. Dolayısıyla kaymakam göndereceksen bunu hesaba katarak göndermen lazım.

Raporunu yazıp gönderiyor.

O görevden sonra savaşa gidiyor ve II. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye alaylarına dâhil oluyor. Nitekim kendisine de albaylık rütbesi veriliyor. O dönemde bizim Özalp’ten de Osman Ağa albaydı. Takuri aşiretine albaylık rütbesi verilmiş. Said Nursi de bir milis albayı olarak savaşa katılmış. Hamidiye Alayları o dönemde çok önemli hizmetler görmüşler.

II. Abdülhamid’in çok desteklediği Yüksekovalı Seyyid Ağa vardı. Seyyid Ağa bizim yörelerin en nüfuzlu şeyhiydi. Seyyid Ağa’nın damatlarına II. Abdülhamid milis subayları olarak rütbeler vermiş. Kimine yarbay, kimine binbaşı, kimine paşa gibi… Bunlar I. Cihan Savaşı’nda çok da önemli hizmetler gördüler.

Said Nursi de savaş sırasında Kafkasya’da esir düşmüş. Onunla birlikte esir düşen Mustafa Bolay Efendi ile burada tanıştım. Biz bir defasında Nurcu abilerle onu ziyarete gittik. “Üstatla geçen günleriniz nasıldı?” diye sordular.

Naci Bolay’ın babası.

Süleyman Hayri Bey’in de babası. Hulusi Bolay’ı da tanırım. Onunla çalıştık. Ben Yüksek İslam Enstitüsüne hoca olarak geldiğimde o da orada hocaydı.

Said Nursi Kafkas cephesinde Ruslara esir düştüğünde kamplara götürmüşler. Oradaki hayatı karanlık. Hatta “Tarihçe-i Hayat”ında Rusya’daki esaret hayatıyla ilgili fazla bir şey söylemiyor. Nereye gitti, kimlerle tanıştı, kimler onu alıp Doğu Almanya’ya götürdü? Düşünün Kafkasya’da esir düşmüş, bir müddet sonra Doğu Almanya’ya gelmiş.

Rusya’da esir iken Tolstoy’un talebeleriyle tanışmış. En azından ben öyle tahmin ediyorum. Tolstoy’un talebeleri buna rehberlik yapmış olabilirler.

Savaş sonrasında Balkanlar üzerinden Türkiye’ye dönüp geldiği zaman Cumhuriyet kurulmuş. O da Türkiye’ye dönünce, Atatürk’ün emriyle milletvekili olarak TBMM’ye davet etmişler. Mecliste tek konuşma yapıyor ve o konuşma sonrasında Meclisi terk ediyor. Konuşmasını Arapça yapıyor.“Eyyühel mebusün entum huliktum hâzâa li-yevmin.” diye başlıyor konuşması. “Ey mebuslar siz böyle bir gün için yaratıldınız, böyle bir gün için varsınız.” diye başlayan sözlerle hitap ediyor. O konuşma meclis zabıtlarında aynen yayımlanmış. Biliyorsunuz meclis zabıtları ilk meclisten itibaren on cilt hâlinde yayımlandı.

Said Nursi Nasıl Hızlı Bir Şekilde Yükseldi?

Said Nursi’nin yükselişi aslında çok hızlı. Van’dan sonra Dar’ül Hikmet’in hocası oluyor. Üst perdede bir yerde oturuyor. Bir de bu Risale-i Nur külliyatının aslı nedir? Gerçekten bire bir “Kur’ân-ı Kerim” tefsiri midir? İrani, yani İslami olmayan kaynaklar mıdır? Yüzde ne kadarı “Kur’ân-ı Kerim”dir? Diğer kaynaklardan ne kadar etkilenmiştir?

Said Nursi Doğu’da eğitim gördüğü zaman, klasik akait kitaplarını okumuş, bazı seçkin hocaların yanına da gitmiş. Mesela Said Nursi’nin yanında bulunduğu kimselerden bazıları Bitlis’teki Küfre-vi şeyhleridir. Van’daki Molla Resul’den istifade etmiş. Molla Resul ile Muhyiddin Arabî’nin “Füsus-ül Hikem”ini okurlarmış. “Fusus-ül Hikem”den dolayı münakaşa ederlermiş. Onların içinden bazı hoca efendiler “Fusus-ül Hikem”i reddederlermiş. Reddedenler arasında Said Nursi’nin kendisi de var. Yani Muhyiddin Arabî’nin bazı fikirlerini kabul etmiyorlarmış.

Nitekim Said Nursi gençlik döneminde “İşaret-ül İcaz” adlı bir eser yazmış. O “İşaret-ül İcaz”da bir nevi “Kur’ân-ı Kerim”in tefsirine bir mukaddime yapmayı düşünüyor. Bakara suresinin ilk 33 âyetini “İşaret-ül İcaz”da tefsir etmeye çalışıyor. Burada kardeşi Abdülmecit Ünlükul efendiye temas etmem gerekiyor.

İmam hatipte hocalık yapmış, mezarı üçlerde.

Ben Adana’ya öğretmen olarak gidince rahmetli Abdülmecit Efendi bana bir mektup yazdı. Mektupla birlikte bir de “Dört Mezhep” diye bir kitap yazmış. Şafii ve Hanefi mezhepleri üzerine bir ilmihal yazmış. İlmihalinden de 100 adet göndermiş. Bunları sat, parasını gönder gibi. Tabii bunu alınca Hacı Ali Kap, Durmuş Ali Kayapınar gibi hoca efendiyi tanıyan bazı arkadaşlar vardı; “Hoca efendi çok mağdurdur. Onun için mecbur kalmış bu kitapları göndermiş sana.” dediler. Ben de kitapları satamasam da satılmış gibi parasını gönderdim. Hoca efendinin bir de kızı vardı. Genç olduğum için hoca efendinin kızına talip olmak istedim. Sonra ben üniversiteye geçinceye kadar kız bir polisle evlenmiş.

Geç kalmışsınız.

Evet, geç kaldım.

Said Nursi Şii İlahiyatından Etkilendi mi?

Risalelerle ilgili iddialardan birisi Şii ilahiyat kaynaklarının Said Nursi üzerinde çok ciddi tesirinin olduğu ve Risalelerde yer yer bu etkinin görüldüğü şeklinde. Belki uzlaşma arayışı da denebilir.