banner banner banner
Ordusunu Arayan Kumandan
Ordusunu Arayan Kumandan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Ordusunu Arayan Kumandan

Ordusunu Arayan Kumandan
Lütfü Şehsuvaroğlu

Necip Fazıl Kısakürek, yani üstad yani “Büyük Doğu” kurucusu, müşiri, başyazarı yani “Büyük Doğu” cemiyeti töre ağası yani “Büyük Doğu” ordusunun kumandanı; cumhuriyetle yaşıt olan sanat, fikir ve cemiyet hayatında çıkardığı dergiler, kurduğu cemiyetler ve etkilediği siyasetler göz önüne alındığında Türk düşünce tarihi, Türk siyaset tarihi, Türk edebiyat tarihi içinde vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Onun 1976-1983 tarihleri arasındaki hayatında ben de vardım. “Büyük Doğu”nun son dönemecinde ve “Rapor”ların tamamında… Onunla Türk gençliğini bütünleştirecek, özellikle ülkücüler ve akıncılar mahfillerini “Büyük Doğu” yani tarihî olan hakiki büyük birliğe kalbedecektik. “Ordusunu Arayan Kumandan” olarak Necip Fazıl sanatkâr deruniliği ile siyaset yaratan kurmaylığını buluşturup Türk’ün ruh köküne dayanan yeni bir inkılap peşindeydi. Fakat ya orduları onu anlamadı yahut o, ordulara kumanda edemedi…

Lütfü Şehsuvaroğlu

Ordusunu Arayan KumandanNecip Fazıl Kısakürek ve Büyük Doğu’su

ÖN SÖZ

Necip Fazıl Kısakürek, Türk düşünce tarihi, Türk edebiyat tarihi ve Türk siyaset tarihi bakımından nevi şahsına münhasır bir konuma sahiptir. Düşünce tarihimiz açısından onun sadece şair, tiyatro yazarı, senaryo yazarı, hikâyeci, romancı, dergi ve gazete sahibi ve yazarı kimlikleri olmadığını ve ideolocya örgüsü ile birlikte birtakım kavramları yeniden inşa edici bir rol oynadığını biliyoruz. Bu açıdan Türk düşünce ufuklarını tayin etmeye kalkıştığınızda mutlaka yolunuz Necip Fazıl’dan geçecektir.

Edebiyat tarihimiz açısından da onun müstesna bir yeri vardır. Edebiyatın hemen her alanında eser vermekle kalmamış; özellikle sağlam hecesiyle aruzun terk edilmesi nedeniyle ahenk zaafı yaşayan şiirimizde bir gelenek inşa etmiş ve fakat modern mazmunları ve konuları şiirimize kazandırmıştır. Kriz entelektüel onunla Türk şiirinde zirveye erişmiştir. Akif’in toplumcu ve kendini azade eden şiir anlayışı yanında hafakanları, zaafları, bunalımları, iç ben ile uğraşıların yükselttiği duyuşlarıyla Necip Fazıl, ferdin kendi içinden topluma yönelen arayış ve aşkının ifadesini yakalamıştır. Bir anlamda Türk Bodler’i[1 - Charles Baudelaire (1821-1867): Ünlü Fransız şair.] olarak, Tanzimat’tan beri Türk şairlerinin yakalamak istediği sesi yansıtmıştır.

Türk siyaset tarihinde de bir dönem, önemli bir fonksiyon ve aktör olmuştur. CHP’nin yeni “İstiklal Marşı” için başvurduğu bir şairdir o. Sonradan “Büyük Doğu Marşı” olan şiir, aslında 1937’den sonra yeni dönem için hazırlanan üç siyasi ismin kurguladığı yeni Türkiye için tayin edilmiş millî marş olacaktı. Fakat bu darbeciler başarılı olamadı. Şiir üstlendiği fonksiyonu ifa edemedi.

Sonra İnönü döneminin ana rahminde teşekkül eden muhalefetin, daha doğrusu yeni dünya düzeninde Türkiye için planlanan yeni siyasi yapının içinde rol almaya çalışan bir fikir mahfili olma iştiyakı yahut ihtiyarı… İlk dönem Büyük Doğu hamlesi… Menderes ve Büyük Doğu münasebeti… İhtilal söyleminin de kendince yeniden inşası… 60 sonrası Türkiye’sinde Demirel’e uyarıcı vicdanın temsilcisi olarak yeni görev yüklenmeler… Sağ siyasetlerin ortasında İslam bayraktarlığının fikir ve eylem planında adres soruşturması ve sonunda Erbakan yanında bir aksakal olarak başvuru kaynağı… Oradan 70’ler Türkiye’sinde ihtiyacını hissettiği Büyük Doğu gençlik örgüsünün biçimlenmesi için tekrar tekrar uğraşılar, son çare olarak Akıncılarla Ülkücülerin bileşkesinden Gençliğe Hitabe’nin muhatabı bir yeni gençlik paydası meydana getirme gayretleri… Türkeş ve MHP’sinde aradığı cevvaliyeti bulduğu inancı ve 12 Eylül müdahalesine uzanan süreç içinde artık çıkaramadığı dergi yerine piyasaya sunduğu Raporlar…

Gerçekten de kendisini bir prens olarak gören şair, sadece İstanbul kadınlarının gönlünü çelen bir küçük burjuva değil, ülkenin kaderine oynayan bir kriz entelektüeldir. Sancıların, çilelerin, bunalımların yoğurduğu, en kadim olandan en yeniye uzanan kavramsal inşanın kendi beninden gençliğin ve toplumun bütününe yönelik olarak da ibdası-inşası için nefsini feda eden yahut diğer bir deyişle öne geçiren lider olarak Necip Fazıl, “kumandan” sözünü çok tutuyordu.

O bir kumandandı. Napolyon gibi…

Zaten Napolyon’un kendisini öldürmeye gelen ordulara karşı yaptığı konuşmayı ve askerleri kendi yanına nasıl kattığını ne de güzel anlatırdı. Üstad’ın Fransızcasına o hitapla muttali olmuştuk.

O elbette kumandandı…

Ordu ise Büyük Doğu…

Kaç kişilik olduğu pek tartışmalıdır fakat yine de Büyük Doğu bir orduydu ona göre… O da bir kumandan…

O, orduyu sevk ve idare ederdi. Nasıl mı?

Önce derginin hazırlanışı, yazıların siparişi, tasnifi, mahkemenin kurulması (Dergide bir “edebiyat mahkemesi” sayfası vardı ve orada edebiyatımızın büyükleri yargılanırdı.), yazılması, derginin sayfalarının çatılması ve sonra baskısı, dağıtımı hep bir sevk ve idare işiydi.

İkinci olarak derginin okuyucusu ile buluşması… Bu hem derginin / gazetinin satılması işidir hem de zaman zaman verilen konferanslarla, yapılan toplantılarla bir Büyük Doğu bağımlılığı oluşturma işidir.

Gönüllüler, onun konferans vereceği yere giderler ve organizasyona katılırlardı. “Büyük Doğu” mecmuası almak, okumak ve okutmak bir dava adamlığı gibiydi.

Öyle ki bir zaman Türkiye’de “Büyük Doğu”cu adıyla maruf bir kitlenin siyasi çevreler için dikkate alınması gereken bir cemaat gibi algılandığını söyleyebiliriz.

Zamanla bu “Büyük Doğu”cu kitle, yine Üstad’ın işaretiyle değişik partilerde yer alsa da kumandanın ordusu olarak asla gereği kadar teçhizatlanamadı ve hemen hemen hiçbir muharebeyi kazanamadı.

Ordunun Üstad’dan sonra en kıdemli kurmayı yine bütün bedeniyle, davranış biçimiyle, konuşma üslubuyla, duruş ve edasıyla Hilmi Oflaz’dı.

Hilmi Oflaz, meslek olarak işportacıydı. Üstad’ın kitaplarını en iyi pazarlayan yayıncı ve dağıtımcı sayılabilirdi. Tek katlı evinin neredeyse bütün odaları Üstad’ın kitaplarıyla doluydu. Gönlü genişti. Sigara içerken tıpkı Üstad gibiydi. Üstad da onu en seçkin insanların bulunduğu meclislerde onurlandırmayı iyi bilirdi.

Başkalarını filanca vali, x holdinginin patronu, filanca milletvekili diye tanıtırken onun için “Gözü bir kartalın gözünden daha keskin, bir arslan kadar yürekli, elinin tersiyle bütün dünya zenginliklerini bir tarafa itebilen arkadaşım İşportacı Hilmi!” derdi.

Birçok şair ve yazar, “Büyük Doğu” mecmuasının kadrosunda görev almış, birçok profesör yazı yazmış olmakla birlikte ne kadarı “Büyük Doğu” ordusunun sadık neferiydi bu ancak Üstad’ın ayıklaması ile mümkün olabilirdi.

“Necip Fazıl” adlı çalışmamızı daha önce biyografi denemesi olarak yirmi dört kitaplık bir set hâlinde Alternatif Yayınlarından çıkarmıştık. O zaman Alternatif Yayınlarının editörüydüm ve Namık Kemal’den günümüze en önemli yirmi dört düşünce adamını seçip yazarlara sipariş ederek yazdırmıştık.

O serinin sunuşu şu cümlelerle başlıyordu:

“Düşünce dünyamızı aydınlatmış isimlerin ve onların eserlerinin, bugün yeterince tanınmadığı bir gerçektir. Özellikle genç nesiller, düşünce dünyamızın yıldızlarını tanımıyorlar. Son dönemde önemli bir kopuşun yaşandığını düşünüyoruz.

Türk kültürüne, Türk düşüncesine, Türk edebiyatına eserleriyle ve çalışmalarıyla hizmet etmiş, yön vermiş şahsiyetler, aramızdan ayrılmış olsalar da yaşamaya devam ediyorlar. Aradan geçen zaman, onların değerini azaltmamış aksine daha da arttırmıştır. Onlar bugün de yolumuza ışık tutuyorlar.

Şimdi onların yeniden keşfedilmesi, okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Çünkü 20. yüzyılda ortaya koydukları bu birikim, içine girdiğimiz yeni yüzyılda da belirleyici olmaya devam ediyor. Günümüzde konuşulmaya ve tartışılmaya devam eden çoğu konuyu, yıllar önce onların ele aldığını görüyoruz.

Sıfırdan bir Türk düşüncesi meydana getirilemeyeceğine göre, düşüncemizi o birikim üzerine inşa etme mecburiyetimiz vardır.

Türkiye bugün kökleriyle buluşma sürecini yaşıyor. Bu süreçte karşımıza işte bu birikimi oluşturan isimler çıkıyor. Bir Cemil Meriç, bir Tanpınar, bir Akçura, bir Erol Güngör, bir Ülgener vb. sanki yeniden doğuyorlar.

(…)

Kendi kaynaklarımıza dönme anlamına da gelen bu dizide yirmi dört isim yer almaktadır: Namık Kemal, İsmail Gaspıralı, Mehmet Akif, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yahya Kemal, Zeki Velidi, Peyami Safa, Tanpınar, Arif Nihat, Necip Fazıl, Atsız, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Sabri Ülgener, Osman Turan, Cemil Meriç, Serdengeçti, Ahmet Kabaklı, Dündar Taşer, Galip Erdem, Ahmet Arvasi ve Erol Güngör.

Dizideki her kitap, o ismin özelliğine göre bazı değişiklikler gösterse de genel bir çerçeveye uyuldu. Kitapların girişinde yazarın hayatı, şahsiyeti, düşünceleri ve çalışmaları yer aldı; diğer bölümde ise eserlerinden seçmeler yapıldı. Eserlerinden seçmeler yapılırken ele alınan yazarın veya düşünürün, bütün yönleriyle yansıtılmasına çalışıldı.

‘Türk Düşünce Ufukları’ dizisi, okuyucuyu dizide yer alan yazarlarımızın, düşünürlerimizin asıl eserlerine ulaştırarak mütevazı bir köprü olmak üzere hazırlandı.

Bu diziyle, Türk düşüncesinin kilometre taşları olan yazarlarımızın, genç nesiller tarafından tanınmasına, okunmasına vesile olabilirsek kendimizi bahtiyar sayacağız.”

Necip Fazıl, her ne kadar Namık Kemal’den başlayarak kendisine kadar gelen şair, yazar ve Türk düşünce ufuklarını oluşturan kalemleri, eleştiri boyutunu da aşan ifadelerle doğramışsa da kendisi bizatihi onların ortak paydasının simgesi hâline gelmeye de özen göstermiştir. Bu biraz da ordu ve kumandan arasındaki sadakat çizgisinin perçinlenmesi amacına yönelik bir davranış olsa gerektir. Hem yeni hem eski olanın bileşkesini bulmak kolay mı? Nasıl Namık Kemal, eski edebiyatı çok iyi bilmesine rağmen yıkılması gerektiğine kani ise Necip Fazıl da kendinden evvelkileri aynı metotla yıkmak ve yerine kendi flaneurünü oturtmak istiyordu. Dönemin rüzgârlarının da bunda payı büyüktür.

Agâh Oktay Güner, 12 Eylül 1980 İhtilali sonrası yaşananlara MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında “kendisi mahpus fikri ise iktidarda” diye bir açıklama getirmişti. İbda hareketinin öncülerinin içeride, sempatizanlarının ise iktidarda oluşu bugün ordu ve kumandan ilişkisini çözümleme ihtiyacını daha bariz ortaya koyuyor.

    Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu

GİRİŞ

Mehmet Akif; tekke, sokak, okul, ev, cami, resmî daire Türkçesinin en sade ve yakın üslupla -ama aruz vezniyle- toplumun ve gerçekçi şiirimizin zirvesi olmuş fakat bütün samimiyetine rağmen kendi benliğini, şair ruhunu şiirine katmamıştır. Necip Fazıl ise kişisel zaaflarını, benliğini, korkularını, hafakanlarını, nefsi muhasebelerini şiirinin nirengi noktası yapmıştır. Bu anlamda Necip Fazıl da Türk şiirinde yeni bir fasıl açmıştır.

“Çile”nin, “Kaldırımlar”ın şairi, cumhuriyetin ilk yıllarında elde ettiği statüyü kullanarak sanatını ruhçu-maneviyatçı fikriyatının hamisi kılmayı bilmiştir. Bir bohem-şair kimliği altındaki bu fikriyatı, Arvasi Hazretleri’yle karşılaştıktan sonra geleneğin dinginliğine, huzura ermiş ve ondan sonra sanki derin bir mesuliyetle görev adamlığı devri başlamış; artık çelik çomak oynamak biçimindeki sanat, Allah’ı arayan sanata kalp edilmiştir.

Necip Fazıl sanatın ve hayatın her alanında eserler vermiş ve at koşturmuştu. Dergiler çıkarmış, radyo projesi ortaya koymuş, konferanslarını hatta mahkemelerini bir medya olayı hâline getirmiş bir medya operatörü olmanın yanında; İnönü’den, Menderes’e, Demirel’den, Erbakan’a ve Türkeş’e kadar hem her siyasi lidere yön göstermiş; hem de her siyasi kadroya üstad olmuştur. İdeolojiler çağında gençlik, çeşitli düşünceler peşindeyken kendine mahsus kavramsal dünyasıyla “İdeolocya Örgüsü”nü salık vermiştir. Konferansları, tiyatro eserleri, gazete ve dergi yazıları, hikâye ve senaryoları, roman ve tarih denemeleriyle çok yönlü bir yazar olan Necip Fazıl, Sultan-ı Şuara unvanıyla -esasen şair olarak- edebiyat tarihimize geçmiştir. Türk modernleşmesinin, Namık Kemal’den günümüze gelen ortak çizgisinin teşkil ettiği “Türk Düşüncesi” bakımından her ne kadar Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Erol Güngör gibi sistematik bir fikriyat çerçevesi ortaya koymamışsa da Namık Kemal gibi sanatı, fikriyatının hizmetine sunarak, değinmelerle şok edici, çarpıcı bir işlev görmüştür. Nasıl Namık Kemal’de hürriyet, vatan, meşveret, meclis, İttihad-ı İslam gibi kavramlar, o zamanki devlet idaresi ve millet hayatı için yeni ve düşündürücü etki yapmış ve böylece Kemal bir fikir yenileyicisi olmuşsa; Necip Fazıl da “müdir fikir”, “cami mihverli medeniyet”, “tersine dönmüş ehram” ve bunlar etrafında kullandığı polemikçi dili ve zengin kelime dünyasıyla camide mahpus Müslüman’ı sokağa taşırmayı bilmiş, üniversite gençliğine aristokrat duruşu gösterecek sünepe politikacı tipinin ötesinde bir öz güven aşılamıştır. Türk düşüncesinin bin yıllık geleneksel ve bu toprağa bağlı fikriyatı, Tanzimat’tan sonra Batı tesirinde yenilenme devresinde Namık Kemal’den Erol Güngör’e çok çileli bir yüzyıl yaşamıştır. Necip Fazıl, bu yüzyılın tam ortasında olarak ilginç kişiliğiyle hem yüzyılın başındaki Kemallere, hem de sonunda yer alan bizlere uzanmaktadır. Gençliğimizde Üstad’la yakın teşrik-i mesaimiz olması ve onun mücadelemizde sahip olduğu özel konum bizi de ister istemez yüzyılın sonu ile başını bütünleştirmeye itiyor.

“Ordusunu Arayan Kumandan” tabirini yakıştırıyorum ona. Gerek “Gençliğe Hitabe”si gerek “Büyük Doğu Marşı” gerekse “Büyük Doğu”yu sadece bir dergi ve gazete yahut bir yayınevi olarak değil bir dernek ve / veya kulüp olarak örgülemesi bizim toprakların bir sivil inisiyatif hareketi olarak değerlendirilmelidir.

Ordusunu Arayan Kumandan olarak Necip Fazıl, kültürel tabanları, bir anlamda gençlik potansiyelini yanına alarak bir diriliş nesli vücuda getirmek arzusundadır. Bu, gerçi ilk bakışta kendisine bir okuyucu kitlesi kazandırma hamlesi olarak algılanabilir fakat üstlendiği mesuliyet ve onun icabı çekilen çileleri göz önüne aldığımızda bin yıllık terkibin çağdaş iz düşümleri olarak bir hatta birkaç kuşağın üstlenmesi gereken vazifeleri işaret ettiğini ve buna öncülük ettiğini anlayabiliyoruz. Eğer sadece okuyucu yani “reyting” için çabalıyor olsaydı daha eziyetsiz, zahmetsiz, kolay yoldan bunu yapabilirdi.

Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, “gençlikle köprübaşı bir genç” aramaktadır. Neden? Birincisi; yaşı artık bir gençlik lideri olmak için hayli geçmiştir ve gençliğinin bohem hayatına ve işlediği günahlara karşılık gelecek bir sevap, bir emri bil maruf peşindedir. İkincisi; Türkiye gerçekten dönüşmüştür ve bu dönüşümlerin kuşaklarının inşası için üzerine vazife düşmektedir. O, bu yeni neslin vicdanı, bilgisi, aklı, ruhu, heyecanı, fikir ve eylem planı için birikim sahibi olduğunu düşünmektedir.

Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, üç dönem boyunca (1950’li yıllar, 1960’lı yıllar ve 1970’li yıllar) meydana getirilen siyasi hareketlerin, kültürel tabanları yani gençlik potansiyellerini kendilerine nasıl çekip kullandıklarını müşahede etmiştir. Her siyasi hareket, siyasi taban yetiştirmeyip hazır olan kültürel tabanlar üstüne oturmuştur. O bunun farkındadır. Bu tabanlar ve potansiyeller gerçekte onların değildir. Bu yüzden siyasi partilerin hizmetine koşan gençliği asıl fikir ve eylem planında “Büyük Doğu Gençliği” olarak yeniden bir kimliğe eriştirmek imkânı her zaman vardır.

Ordusunu arayan kumandan olarak Necip Fazıl, siyasi bir tercihle ve böylelikle belki milletvekili filan olabilmek için öyle her politikacının yaptığını yapamazdı. Siyasi partiler onu davet edeceklerse taşıdığı o büyük miras ve emanetin de taşıyıcısı olmak durumundaydılar.

Gerek Menderes gerek Demirel gerek Erbakan gerekse Türkeş ile münasebetinde bu emanet ve mirasın belki de konuşulmadık ve asla da konuşulamayacak gururlu heyakilini oluşturuyordu. Bu heyakile nüfuz edebilmek ve bederine sahip çıkabilmek yahut temessül edebilmek için bir empati, bir (Mehmet Akif’in ifadesiyle) “tabiat-ı icad” gerekiyordu. Oysa siyasiler klasik “aksakal” konumu ötesinde Necip Fazıl’dan daha fonksiyonel bir siyasi rol beklemiyor, talep etmiyorlardı. Böylece Kumandan, ordusunu kullanamayan bir emekli generale dönüşüverdi. Yalnız kalan paşanın yine emekli “Büyük Doğu”cular dışında samimi münasebette olduğu pek ender insan kalmıştı.