banner banner banner
Kafes
Kafes
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kafes


“Eh işte böyle. Bizim çocuklar da çok delikanlı idiler.”

Biliyordum ki övgüsünün ardından mutlaka yergisi de gelir. Ne diyecek diye beklerken o:

“Ama!..” dedi. “Orada bizim Memet’in gobitlerini gördüm. Çok daha geriler. Doğru dürüst bir Marksiste rastlayamadığıma yanıyorum. Konuşacak kimse yoktu orada.”

Aklından geçenleri tam aktarmıyordu. Kendi kendine cümleler sarf ediyor, en sonundaki cümleleri tamamlamak bize kalıyordu. Belki de, kendi kendine söylediği cümleleri, bizim duyduğumuzu sanıyordu.

O gün, akşama kadar, sanattan, edebiyattan eskilerden, yenilerden, geçmişten, gelecekten, yurttan, evden, evlilikten, hürriyetten, kafesten konuştuk. Bir de yeni doğmuş bebeklerden.

Akşam, başkentin üzerine abandığında koyu bir sis tabakasının arasından birer birer yandı tüm ışıklar… Silik silik.

Çay ve sigara. Gece içtiğimiz bunlardı. Herkes gitmiş, ikimiz kalmıştık. Belki de sadece o vardı ve bir başınaydı.

Bir saat başka şeylerle ilgilendik. Sanki konuşacak hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Oysa işin başında bile değildik.

Birbirini seven iki kişi, sevgilerini mutlaka birbirlerine ifade etmeliler. Bu çok önemli. Bir de ne kadar sevseniz de konuşacak bir şey kalmayınca ayrılmak istiyor insan. Kaçmak istiyor. Terk edeceklerimiz en sevdiklerimiz bile olsa insan tarifsiz duygulara gark olduğu kimi zamanlar uzaklara gitmek ister. Hasretin, vuslata üstünlüğü burada belki de.

Gitmeye yeltendi. Dedim ki, “Otobüsleri kaçırdın hep.”

“Banliyö treni ile giderim.”

“Bırak allasen. Geç oldu gidemezsin artık. Burada sabahı edeceğiz. Şimdi sana bir çay demlerim.” Kalktım mutfağa doğru yürüdüm. Yanından geçerken onu sandalyeye biraz kabaca ama samimi bir şekilde oturttum. Rıza gösterdi.

“Eski günlerdeki gibi.” dedi.

“Evet.”

Mutfakta, çayı koyarken “Hey gidi günler hey.” diyorum kendi kendime. Dostluğumuz, başımızdan geçenler, o ve ben. İkimizin sevinçleri, kederleri, birbirimiz arasında geçen iyi kötü anılar. Hepsi bir film şeridi gibi geçiyordu. Sırf ikimiz değildik o film şeridinde yer alanlar. İkimizin şahsında bütün bir neslimiz, dünyamız, dertlerimiz, arayışlarımız da vardı.

Mutfaktan seslendim ona:

“Biliyor musun, eskiden seninle güreş yapardık, alt alta üst üste boğuşurduk. Sonra oturur çalışırdık saatlerce. Uykumuz geldi mi tekrar birbirimize girerdik; hatırlıyor musun?”

İçerden ben duyamadım ama o iki dudağı arasında ancak kendisinin duyabileceği kadar bir sesle “Evet.” dedi.

Mutfakta aklıma bir şey gelmişti. Onu mutfakta konuşturmalıyım,dedim içimden. Onun başından geçenler, çok kişinin başından geçti biliyorum. Hatta öyle öyküleri var ki onun çektiklerini gölgede bırakır. Ama o başkaydı. Yakından tanıyordum onu. İradesi dışında bir saniye bile bir yerde oturamazdı, hürriyetine karışamazdınız. Çok kişi onu anlayamamıştır bu yüzden. Onu tanıyordum ve bir günlük esaretinin, şahsen benim, bir yılıma tekabül ettiğini tahmin ediyordum.

Odaya döndüğümde bir sigara yakmış, tavanda bir şeyler arıyordu.

“Bak dedim. Yapacak bir şey yok. Şurada hocanın bir teybi var. Onu açalım. Senle entelektüel bir oyun oynayalım.”

“Allah Allah! O nasıl şey öyle?”

Bir numara çektiğimi anlamıştı ama edasını değiştirmedi.

“Ben sana bir kelime söyleyeceğim. Sen de bir cümleyle veya bir kelimeyle cevaplayacaksın.” Mevzu anlaşılmıştı, ben daha lafımı bitirmeden “Haydi bakalım aç!” dedi.

“Cevapları ne olursa olsun istediğini söylemekte serbestsin. Ama tabii benim söylediklerimden hareketle kelime seçeceksin.”

“Tamam tamam aç.”

Açtım. Birbirimize baktık, gülüştük. “Bu tekniğin ürünü alet varken konuşamıyoruz herhâlde.” dedim. O şöyle elinin tersiyle itti teybi.

Tekrar açtım.

Sordum.

“Burası?”

“Gönül evi.”

“Güzel.”

“Bir bebeğin bakışları?”

“Hayır hayır, cevap güzeldi demek istedim.”

“Olmadı, hani sen tek kelime söyleyecektin?”

“Tamam tamam.”

Ben yine güldüm. “Devam edelim.” dedim

“Ankara?”

“Ciğerimdeki hava.”

“Çocuk?”

“Çiçek.”

“Kuşlar?”

“Hürriyet.”

“Hürriyet mi?”

“Hürriyet: Cam bardak ve çay.”

“Yıldızlar?”

“Sevgilinin göz kırpışları.”

“Gece?”

“Ölüm.”

Böyle uzayıp gitti konuşmamız. Arada çaylar içtik. Ağzım zehir gibiydi… Çay sigara, çay sigara. Oysa ikisini de bırakma yolundaydım. Hayata bağlanacak, evlenecek, düzenli bir iş hayatım olacaktı. Ama işte, o çıkıp gelince eskisi gibi yaşamak istedim birden… Sabaha doğru ben uykusuzluğumun tesiriyle kendimden geçtim. Koltuğumun üstünde dalmışım. O uyumamış, oturmuş bir yazı yazmış. Başlığı “Bir İç Çekişe Sığan” idi. “Bu…” dedim. “Benim senden beklediklerimin kısa ama öz bir cevabı.”