banner banner banner
Emeviler ve Emevi Halifeleri
Emeviler ve Emevi Halifeleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Emeviler ve Emevi Halifeleri


3) Siyasi ve askerî güç sahibi olarak ilayı kelimetullah için fütuhatta bulunmak.

4) Bilginler, devlet adamları, askerler ve halkın onaylaması ve biat etmesi.

Osmanlı Devleti döneminde halifenin, Kureyş kabilesinden olması şartına itibar edilmemiştir. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan bu yorumun Hulefa-i Raşidin Dönemi ile sınırlı olduğu belirtilmiştir. Halifelik müessesesini savunan Cevdet Paşa’ya göre sa-habelerin çoğunluğunun halifenin Kureyş’ten olmasını istemesinin nedeni, Kureyş kabilesinin dönemi itibarıyla Araplar arasında sahip olduğu itibardır.

Bir kısım din bilginlerine göre, halifelik gibi devlet başkanlığı da din ve dünya işlerinde “riyaset-i umumiye” demektir ve bu şekilde Müslümanların işlerini üstlenen kişiye “imam el müslimin” denir. Halifelik, Müslümanlar arasında ittihadı tesis eden bir kurumdur ve ancak güçle ayakta durabilir. Hükümdara itaat etmek ise farzdır. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının hilafetleri meşru kabul edilip onlara itaat etmeyenler asi kabul edilir. Cevdet Paşa, halifelik ve sultanlığın tek kişide toplanması gerektiğini savunmuştur. Ona göre Abbasiler Dönemi’nde ruhani bir hüviyete bürünen halifeliğe, Yavuz Sultan Selim asli kimliğini kazandırmıştır. II. Abdülhamit’in halifelik anlayışı da Cevdet Paşa’nın fikirlerine göre şekillenmiştir. Cevdet Paşa’ya göre, halife ulülemrdir ve ona itaat Allah ve resulüne itaat anlamına gelmektedir.

Ahmet Mithat Efendi, padişahın isteği üzerine hazırladığı raporunda Allah’ın halifeye insanlığın üstünde bir makam verdiğini, Allah ve resulüne itaat emredildiği gibi halifeye de itaatin farz olduğunu, bu emre karşı gelenlerin mürtet kabul edileceğini ve büyük günah işledikleri gerekçesiyle öldürülebileceklerini belirtmiştir. II. Abdülhamit, halifelik müessesesi üzerinde son derece hassas davranmış ve bu kuruma yönelen her türlü tehdide karşı tedbir almıştır.

Devletin ekonomik ve askerî yönden zayıfladığı dönemde halifelik müessesesini canlandıran II. Abdülhamit’e karşı başta İngilizler olmak üzere bazı Avrupalılar, karşı propaganda başlatmışlardır. Sömürgeleri olan Müslümanlar üzerinde onun gösterdiği tesiri kırmak için Abdülhamit’in Kureyş soyundan gelmediği iddiasını yayarak onun gerçek halife sayılamayacağını ileri sürüp çok sayıda broşür dağıtmışlardır. Hazırladıkları özel ekiplerle, hac mevsiminde karşı propaganda yaptırmışlar ve İslam dünyasından saygın kişileri ülkelerine davet ederek onları etkilemeye çalışmışlardır.

İngiltere’nin asıl hedefi, Araplar arasından bir halife çıkartarak Osmanlı Devleti’nin Müslümanlar üzerindeki dinî nüfuzunu zayıflatmaktı. Aslında İngiltere’nin halifelik unvanı ile ilgilenmesi 18. yüzyılın sonlarında başlamıştı. 1870’lerde İngiltere-Osmanlı ilişkilerinde meydana gelen soğukluk ve İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ortaya çıkabilecek direnişlerin halifelik çevresinde güçlenmesi ihtimali İngilizleri bu kurumun manevi nüfuzu hakkında korkuya düşürdü. İngilizlerin halife adayı Mekke emîri idi, bu nedenle Osmanlı hilafetinin meşru olmadığı yönünde basında yayınlar yapmaya başladılar. Aynı şekilde, siyasetçiler ve devlet adamları da Osmanlı hilafetinin bir meşruiyetinin bulunmadığı yönünde beyanatlar verdiler. İngilizler bu iddialarını şu gerekçelere dayandırıyorlardı:

1) Osmanlılar’ın hilafet iddiası, İslam dünyasının tamamı tarafından kabul edilmiş değildir.

2) Osmanlılar Kureyş soyundan gelmemektedir.

3) Osmanlılar halifeliği biatle değil, zorla ele geçirmişlerdir.

Bu propagandalar süreç içinde etkisini göstermiş ve Araplar arasında hilafetin kendilerine iade edilmesini savunan hareketler de ortaya çıkmıştır. Etkisi sınırlı da olsa yaşanan bu propaganda savaşı 1916’daki Şerif Hüseyin İsyanı’nda rol oynamıştır.

İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde, halifelik dış siyasette bir güç olarak kullanılmaya, iç siyasette ise etkisi sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına paralel başlayan tartışmalarla birlikte ortaya çıkan yeni hukuki duruma ilişkin şu görüşler ortaya konulmuştur:

1) Halifelik, Müslümanlar tarafından verilmiş bir vekâlettir. Dolayısıyla halifenin millet üstünde değil, milletin halife üzerinde hâkimiyeti vardır.

2) Halife seçimle gelmiş bir yönetimde hükûmet başkanı makamında olup hak ve yetkileri sadece yürütme organı ile sınırlıdır. Yasama ve yargı gücü başka organlara aittir.

31 Mart Olayı’nın ardından, II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden dört ay sonra, 22 Ağustos 1909’da kabul edilen kanun ile halifenin hak ve yetkileri sınırlandırıldı. Fakat aynı süreçte Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgal edilmesi, Balkanlar’da patlak veren isyanlar Osmanlı Devleti’ne halifeliğin siyasi nüfuzunu kullanma ihtiyacı hissettirdi. İttihat ve Terakki yönetimi, gösterilen tepkileri de dikkate alarak Müslüman kamuoyunun desteğini alabilmek amacıyla tekrar hilafet kurumunun önemine atıflarda bulundu. İslam dünyasının bağımsız tek Müslüman devleti olması nedeniyle, bütün Müslümanlar halifeliğin kaderiyle kendi kaderlerini bir görmeye başladılar. O dönemde, dünya Müslümanlarının hilafetten başka sığınacakları bir merci bulunmadığından Osmanlılar’ın el birliğiyle güçlendirilmesi ortak bir sorumluluktu.

Halifeliği, günümüzde de tartışma konusu hâline getiren, Osmanlı Devleti’nin siyasi birliğini sağlamak için kullanılan söylem olmuştur. Abbasiler’in son dönemlerinde yaptıkları gibi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’yla başlayan bu siyasi söylem, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde yoğunlaştırılarak kullanılmıştır. Halkın maneviyatını yüksek tutmak, yedi düvele karşı verilen savaşta İslam dünyasının desteğini almak, İngiliz, Fransız ve Rusların yönetimi altındaki Müslüman halkları kışkırtmak amacıyla kullanılan bu söylem, süreç içinde dinî bir derinlik kazanmış ve birlik fikrinin merkezine oturtulmuştur. Ancak buna rağmen, savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslam ülkelerinde, beklenen tepki görülmemiştir. Aksine İngiltere’nin Araplara yönelik propagandası sonuç vermiş ve Şerif Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etmiştir.

İngilizler, verdikleri sözlerin aksine, isyan ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılan Şerif Hüseyin’e Birinci Dünya Savaşı bitene kadar hilafet meselesini gündeme getirmemesini tavsiye etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde ise halifelik çekişmesine karışmak istemediklerini Şerif Hüseyin’e bildirmişlerdir. Şerif Hüseyin, kendisine verilen halifelik sözünü 1923’te Lozan masasında gündeme getirmiştir. Ancak İngilizler, halifelik sözünün 1914 şartlarında verildiğini belirterek sözlerini tutmaktan imtina etmişlerdir. İngilizleri halifeliği Şerif Hüseyin’e vermekten vazgeçirten ise Hindistan’da başlayan Hilafet Hareketi idi. İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Hindistan Müslümanlarının tepkisini kırmak için Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün aksini Hindistan Müslümanlarına vermişlerdi. Hindistan Müslümanlarına Osmanlı hilafetine ve mukaddes bölgelerdeki hâkimiyetine halel gelmeyeceğini taahhüt etmişlerdi. İngilizlerin bu sözlerini tutmayacakları Sevr Antlaşması ile görülmüştü. Bunun üzerine Hint Müslümanları, Osmanlı hilafetinin hukukunu korumak üzere büyük bir eylem başlattılar. Hindistan Hilafet Hareketi denilen bu eylem, aynı zamanda Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’nin de dışarıdaki en büyük destekçisi oldu. Bu süreçte, halifelik müessesesi siyasi kimliğiyle daha ön plana çıktı.

Halifeliğin akıbetini belirleyen süreç ise Anadolu’da başlayan Kurtuluş Savaşı oldu. Savaş süresince İstanbul’u işgal altında tutan İngiliz kuvvetleri, halifelik müessesesini de Kurtuluş Savaşı aleyhine kullanmaya çalıştı. Bu süreçte, Ankara’da kurulan yeni meclis, padişah-halifenin durumunun “padişah ve halife cebir ve ikrahtan azade olduğu zaman” ele alınacağını açıkladı.

Son Halife Abdülmecit

Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra Lozan Konferansı’na katılacak Türk heyetinin tespiti, Ankara ve İstanbul’da mevcut iki hükûmetten kaynaklanan iki başlılığın sıkıntılarını gündeme getirdi. İngilizler, konferansa hem Ankara hem İstanbul hükûmetinden temsilci çağırdılar. Ancak ülkenin iki başlılıktan kurtarılması gerektiğine inanan TBMM hükûmeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı ve hilafet makamlarını birbirinden ayırarak saltanatı kaldırdığını ilan etti. Halifelik müessesesi ise yapılan müzakereler sonunda sadece dinî içerikli bir kurum olarak kabul edildi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu kararından endişeye kapılan Padişah Vahdettin 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz gemisiyle Anadolu’yu terk etti.

Son derece sancılı sonuçlar doğuran bu değişim döneminde, veliaht Abdülmecit Efendi ile görüşülerek kendisinden saltanat iddiasında bulunmayacağına dair bir belge alındı. 19 Kasım’da yapılan oturumda, hilafet makamını terk eden Vahdettin’in yerine Abdülmecit Efendi’nin halife seçildiği belirtildi. Aynı gün Abdülmecit Efendi’nin bir halife olarak nasıl davranması gerektiğini belirleyen bir de çerçeve hazırlandı. Buna göre Abdülmecit Efendi sadece “halife-i müslimin” unvanını kullanacak, bu unvana başka sıfatlar eklenmeyecekti. Ayrıca İslam dünyasına hitap eden bir beyanname hazırlayarak onaylanmak üzere Ankara’ya gönderecekti. Bu beyannamede Abdülmecit Efendi halife seçilmesinden dolayı duyduğu memnuniyeti ifade edecek, bu arada Vahdettin’in davranışı tenkit edilecek, Türk devleti ve Büyük Millet Meclisinin bütün İslam âlemi için çok hayırlı ve faydalı olduğu belirtilecek, Türk hükûmetinin hizmetlerinden takdirle bahsedilecekti ve halife siyasi sayılabilecek başka hiçbir beyanda bulunamayacaktı.

Abdülmecit, kendisine önerilen halifeliği kabul ederken Ankara ile temasa geçerek, “halife-i müslimin ve hadimü’l-haremeyn eşşerifeyn” unvanını kullanmasına izin verilmesini istedi. Ayrıca cuma selamlığında önceki halifelerin yaptığı gibi hilat giymek, Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarmak isteğini de ifade etti. Bununla beraber, İslam dünyasına bir beyanname yayımlamak istediğini, beyannamede Vahdettin’den söz etmeyeceğini bildirdi. Abdülmecit’in isteklerinden Fatih Sultan Mehmet gibi sarık sarması kabul edilmedi. İslam dünyasına bulunacağı beyanda da Vahdettin zamanında yaşanan olumsuzluklardan bahsetmesi istendi. Abdülmecit, birkaç gün sonra açıklamasını yayımladı. Ankara’nın uyarısını dikkate almadan şaşaalı bir törenle halifeliği üstlendi. Yeni süreç, taraftarları ve karşıtları açısından TBMM’de tartışmalara neden oldu.

Halifelik Nasıl Kaldırıldı?

TBMM’nin yeni üyelerinin belirleneceği seçimlerin yaklaştığı bir dönemde Atatürk, 13 Ocak 1923’te yurt gezisine çıktı. Amacı, halifelik müessesesi hakkında halkın nabzını tutmaktı. Onun Ankara’dan ayrılmasından bir gün sonra Karahisar-ı Sahib Mebusu Hoca Şükrü Efendi, Hilafet-i İslam ve Büyük Millet Meclisi başlıklı bir risale dağıttı. Risalede halifeliğin kaldırılmasının kabul edilemeyeceği belirtiliyordu. İslam dünyasına sabır tavsiye edilen risalede, halifenin dinî sorumluluklarının yanında, devlet görevlerinin de olduğu ve şartların normale dönmesi durumunda halifenin bu görevlerini yerine getirebileceği belirtiliyordu. Atatürk, durumu İzmit’te haber aldı ve buradaki basın toplantısında gerektiği takdirde halifeliğin de kaldırılacağını söyledi.

Diğer yandan aynı günlerde Lozan’da da barış konferansı başlamıştı. Lozan’da takip edilecek yöntem konusunda tartışmalar yaşanırken üzerinde en çok durulan hususlardan biri de halifelik konusu idi. Meclisin mevcut tablosu, ülke yönetiminde köklü reform yapmaya müsait değildi. Ankara yönetimi, büyük zaferi taçlandıracak reformları yapabileceği yeni bir meclis tablosuna ihtiyacı olduğuna karar verdi. Bunun üzerine, Meclisin 15 Nisan 1923’te gerçekleştirilen son oturumunun ardından 28 Haziran 1923 tarihinde seçimlere gidildi ve 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması, yeni oluşan parlamentonun 11 Ağustos 1923’teki ilk toplantısında onaylandı.

29 Ekim 1923’te cumhuriyet ilan edildi. Bundan sonra sıra sosyal, ekonomik, hukuki, siyasi ve kültürel reformlara gelmişti. Bu dönemde gündemin ilk maddesi hilafet tartışmaları oldu. Halife taraftarları ve karşıtları oluştu. Bu durum, yeni kurulan cumhuriyete zarar vermeye başladı. Halifelik tartışması, İstanbul-Ankara arasında iktidar savaşına dönüştü. Bu bölünmüşlük TBMM üyeleri içinde de ayrışmaya neden oldu. Rauf Bey, Kâzım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Adnan Adıvar gibi Atatürk’ün yakın çevresindeki arkadaşlarının Abdülmecit Efendi’yi İstanbul’a ziyarete gitmelerinin kamuoyunda yankıları oldu. Halifelikle atılacak adıma ilişkin en somut mesaj 22 Kasım 1923’te İsmet İnönü tarafından verildi. İnönü, Cumhuriyet Halk Fırkası genel başkanlığına seçildiği toplantıda yaptığı konuşmada, “Tarihin herhangi bir devrinde bir halife, zihninden bu memleketin mukadderatına karışmak arzusu geçirirse o kafayı behemehâl koparacağız!” dedi.

Halifelik kurumunun geleceğine ilişkin İslam dünyasında da beklentiler söz konusuydu. Londra’da bulunan Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdikleri mektupla, Hindistan Müslümanlarının halifelik kurumunun devamını istediklerini ifade ettiler. Onlara göre, halifenin saygınlığını kaybetmesi, İslam’ın zayıflamasına yol açabilirdi. Tabii Ağa Han ve Seyyid Emir Ali, başbakana gönderdikleri mektubu basına da ulaştırmış; mektup, 5 Aralık 1923 tarihinde İstanbul gazetelerinde yayımlanmıştı. Mektubun basın yoluyla kamuoyu ile paylaşılması Ankara tarafından İngilizlerin bir komplosu olarak değerlendirildi. 8-9 Aralık gecesi TBMM Genel Kurulunda yapılan gizli oturumda İstanbul’a İstiklal Mahkemesi’nin kurulmasına karar verildi. İstanbul basınının etkili gazeteleri Tanin, İkdam ve Tevhid-i Efkâr’ın sahipleri ve sorumlu müdürleri, Vatana İhanet Kanunu’na muhalefet etmekle suçlanarak tutuklandılar.

Aynı şekilde Halife Abdülmecit’in, yeni süreci kendi lehine çevirmeye dönük girişimleri, Atatürk ve İnönü’de rahatsızlık yarattı. Halife Abdülmecit’in padişah gibi davranmaya başlaması, halifelik bütçesinin arttırılmasını ve resmî heyetlerin kendisini ziyaret etmelerini istemesi bardağı taşıran son damla oldu. Cuma alayları düzenlemesini, paralel bir iktidar gibi yabancı devlet temsilcileri ile görüşmeler yapmasını Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin istikbaline tecavüz olarak değerlendirdi. 1924 yılının Şubat ayını İzmir’de geçiren Atatürk, burada ordu komutanları ve basın mensuplarıyla toplantılar düzenleyerek onlardan hilafetin kaldırılması konusunda destek istedi ve genel olarak bu desteği aldı. Ancak Hüseyin Cahit ve Velid Ebüzziya gibi yazarlar hilafet yanlısı tutumlarını devam ettirdiler.

Kamuoyunda bu tartışmalar yapılırken 3 Mart 1924 günü Halk Fırkası grubunda alınan karar doğrultusunda Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşı, halifeliğin kaldırılmasına dair 12 maddeden oluşan bir kanun teklifi verdiler. Teklif aynı gün okundu ve müzakere edildi. Uzun tartışmalara sahne olan görüşmeler sonunda teklif kabul edildi. Son halife Abdülmecit Efendi, aynı gece ailesiyle birlikte Çatalca İstasyonu’ndan trene bindirilerek yurt dışına gönderildi. Kabul edilen kanun çerçevesinde Osmanlı Hanedanı üyeleri de 10 gün içerisinde yurt dışına sürgün edildi.

1292 Yıllık Bir Kurumun Kaldırılması Sancılı Oldu

İmparatorluktan ulus devlete geçişin en sancılı konularından biri olan halifelik kurumunun statüsü günümüzde de tartışma konusudur. Başlangıçtaki statüsünden bağımsızlaşarak ruhani bir misyona bürünen kurumun istikbaline ilişkin alınan karar, yapılan tartışmaları derinleştirmiştir.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) vefatından sonra 1292 yıl İslam dünyasında belirleyici bir güce sahip olan halifelik kurumunun kaldırılmasına ilişkin gerekçeler şöyle sıralanmıştır:

1) Ankara’daki iktidar, otoritesini halife ile paylaşmak istememiştir.

2) Halifelik kurumunun, başkenti Ankara olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna karşı olanların buluşma adresi olması istenmemiştir.

3) Halifelik, yeni devletin planladığı lâdinî içerikli reformlarının önünde bir engel olarak görülmüştür.

4) Hilafetin kaldırılmasıyla yeni Türkiye’nin İslam birliği hedefi olmadığı mesajı verilmek istenmiştir.

Tabii 1292 yıllık bir müessesenin kaldırılması İslam dünyasında büyük şaşkınlığa yol açtı. Hindistan’da ve Mısır’da Türkiye’nin kararı şiddetle kınanarak çözüm arayışlarına başlandı ve Ankara hükûmetinden bu kararı gözden geçirmesi istendi. Ankara hükûmeti kararından geri adım atmayınca da Atatürk’ten halife unvanını alması talep edildi. Bu önerinin de kabul görmemesi üzerine, İslam dünyasının değişik yerlerinde yeni halife adayları ortaya çıktı.

Son padişah Vahdettin ile birlikte son halife Abdülmecit Efendi’den başka Mekke Şerifi Hüseyin, Afgan Kralı Emanullah Han, Fas Kralı Yusuf, Yemen İmamı Yahya’nın isimleri yeni halife olarak ortaya atıldı. Başlardaki tercih, Abdülmecit Efendi’nin halifeliğinin devam etmesi şeklindeydi. Abdülmecit Efendi de İsviçre’de yaptığı açıklamalarla bu çabalara destek verdi. Bir kongre düzenleyerek çabasına destek arayışına girişti. Bu amaçla bir bildiri hazırlayıp, halife unvanıyla imzalayıp İslam dünyasına duyurdu. Onun bu girişimine Türkiye sert tepki gösterdi. O ise yaptığı açıklamada, “Bildirim Türkiye’ye karşı değildir, bana biat etmiş olan Müslümanlara karşı bir görevim vardı; yoksa şahsen düçar olduğum feci haksızlığı vatana olan büyük sevgimle unuturum!” şeklinde cevap verdi. Ancak kendisi sürgünde bulunduğu, yardımlarla geçindiği ve kararını destekleyecek siyasi güçten mahrum olduğu için kısa sürede gündemden düştü.

Abdülmecit Efendi’nin toplamayı başaramadığı Hilafet Kongresi 1926’da Kahire’de yapıldı. Mısır Kralı Fuad’ın amacı, kendisini halife ilan ettirmekti. Bu amaçla kongreyi önce 1925’te toplamak istemiş, birkaç defa erteledikten sonra 1926’da toplayabilmişti. Gelen tepkiler ve katılımın yetersizliği nedeniyle hilafet konusu bütün boyutlarıyla ele alınamadan kongre sona erdi. Bu kongreden beş yıl sonra 1931’de Kudüs’te ikinci kongre yapıldı. Kongreye Abdülmecit Efendi de katıldı ve halifelik iddiasını devam ettirdi. Türkiye ise gelişmelere sert tepki gösterdi. Kongre, katılımcılar arasında çıkan uzlaşmazlık nedeniyle karar alamadan dağıldı.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1010 форматов)