Yasin Topaloğlu
Fâtımîler ve Fâtımî Halifeleri
ÖNSÖZ
Gençlik hatta çocukluk dönemlerimizde resmî tarih dışında algımızı değiştirmeye dönük olarak yayımlanan Mustafa Müftüoğlu’nun “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” isimli ciltler tutan kitapları, farklı bir bakış açısı taşımanın endişelerini de ihtiva etmekteydi. Resmî ideolojinin son derece pejoratif bir tarih dili inşa etmeye çalışması, dönemin farklı ve sıra dışı algılarına hayat hakkı vermeyen yaklaşımlar içermekteydi.
Tarihe yalan söyletmek Cumhuriyet seçkinlerinin tarihte ilk defa başvurdukları bir durum değildi. Batı zihninin miladi takvimi oluştururken başlattığı “riyakârlık”, Hz. İsa’nın doğumu da dâhil olmak üzere, her olay ve her durumda “tarihe yalan” söyletmiştir.
Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicreti ile başlatılan Müslümanların takvimi ile de kısmen İslam’ın yazılı tarihi oluşmaya başlamıştır. Hurafe veya “tarihin yalan söylemesi” İslam dünyasında da baş göstermiş ve İsrailiyat adı altında neredeyse bir ilim dalı olmuştur.
Yaşayan bütün iktidar sahipleri, sadece yaşadıkları dönemi/dönemleri değil geleceği ve gelecekteki nesilleri de tasarlamak ve biçimlendirmek istemişlerdir. Gerçeğin anlaşılması ve çerçevesinin çizilmesi bu anlamda iktidar sahipleri tarafından her zaman öncelikli “iş” edinilmiştir.
Batı zihin dünyasının daha sonra dezenformasyon diye kavramsallaştırdığı hakikati yok etme, hakikati karartma veya en masum ifadeyle hakikati farklılaştırma, Müslüman egemenler tarafından da sıkça başvurulan bir yöntemdir.
Seçilmiş halife Hz. Ali’ye itiraz ederek isyan bayrağı açan Şam Valisi Muaviye’nin bu iktidarcı tutumu önce Sıffin’de ortaya çıkmış, ardından da bin yıllarca sürecek bir iktidar çatışmasının fitilini ateşlemiştir.
Sözde, Hz. Osman’ın korunması maksadıyla Medine’ye Şam Valisi Muaviye tarafından gönderilen askerî bir müfreze, olayların daha da artması için bekletilmiştir. Asayişi sağlamak yerine anarşi için Medine’ye bir menzil uzaklıkta bekletilen ordunun sahibi Muaviye, Hz. Osman’ın şehadeti üzerine, Hz. Osman’ın kanlı gömleğini ve eşinin kesilmiş parmaklarını Şam’da günlerce teşhir ederek halkın infialini sağlamak için mümkün olan her yöntemi denemiştir.
İslam’ın yeryüzünü şereflendirmesinin ardından Müslümanlar arasındaki ilk büyük kıyıcı savaş Cemel’de yaşanmış, ardından Sıffin’de katliama dönüşmüştür. O günden bu yana Müslümanların kendi aralarındaki bütün çatışmalar fevkalade kanlı olmuştur.
Bu kanlı ve vahşi çatışmaların odak noktasında yer alan ise her zaman hilafet olmuştur. Allah’ın halifesi, peygamberin halifesi, peygamberin halifesinin halifesi olmak çok efsunlu ve çok etkileyici bir cazibe taşır hâle dönüşmüştür.
Hilafet tarihinde Şia olan Fâtımîler’in iktidarı ele geçirmeleri ve ardından Mısır’a hâkim olmaları İslam dünyasında çok büyük yankı buldu. Müslüman dünyayı ekonomik, sosyal, siyasal olarak etkileyen bu gelişme, İslam dünyasının ruhani lideri olan halifenin, Bağdat yerine Mısır’a taşınmasına da yol açtı. Bu durum, ilk kez Abbasi halifesinden icazet alınmadan yeni bir dönemin başlaması demekti.
Daha önceki pek çok halifenin İslam’a mugayir davranışları olduğu gibi Fâtımî halifeleri de diğerlerinden geri kalmamıştır.
Sahabelere küfür etmeyi, gündelik hayatın sıradan bir davranışına dönüştüren, cami, ev ve sokak duvarlarına hakaretamiz yazılar yazılmasını sağlayan Fâtımî halifeleri eksantrik uygulama ve anlayışları ile tarihin en sıra dışı halife ailesi olmuştur.
Günümüzde herhangi bir İslam ülkesine Batı’nın müdahalesi karşısında “tüylerimiz diken diken” olurken beş yaşında halife koltuğuna oturmuş olan Fâtımî Halifesi Biahkâmillah’ın veziri Efdal, Selçuklular’a karşı haçlılarla anlaşma yapmıştır.
Altı bağlanan çocukların halife olabildiği Fâtımîler’de bazen devletin tek umudu, sarayın hamile kadınlarının bir erkek çocuk doğurmasıydı. Devlet, bir erkek çocuğun doğmadığı zamanda ise “emanetçi imam” atayarak sorunu palyatif olarak çözüyor ve iktidarın sıkıntıya düştüğü zamanlarda da yönetim, Ermeni yöneticilere teslim ediliyordu.
Babanın, oğlunu öldürttüğü, oğulun vezirlerle iş birliği yaparak babasını öldürdüğü, amcanın yeğenine iktidar için kılıç salladığı, yeğenin amcaya ölümü reva gördüğü iktidar çatışmalarıyla geçen Fâtımî Hanedanlığı bir dönem ikiye de bölünmüştür.
Bu kanlı iktidar savaşları sırasında yeryüzünün en eski eğitim kurumlarından El-Ezher’i kuran, dünyanın en büyük kütüphanelerini yaptıran Fâtımîler, dönemlerinde en canlı kültür merkezlerini kurmayı başarmışlardır.
12. yüzyılda kitap ve kütüphane sayısı açısından dünyaya örnek gösterilen Fâtımîler’in kültürel varlığı Selâhaddin Eyyûbî tarafından yağmalanmış, satışa çıkartılmış ve bu satışlar on yıl süreyle devam etmiştir.
Fâtımîler, 929 yılında Kâbe’nin, Ebu Tahir el-Cennabi tarafından sökülüp kaçırılan Hacer’ül Esved taşını da onlardan alarak yerine yerleştirmişlerdir. Bugün bir Müslüman’ın veya Müslüman topluluğun Kâbe’nin taşını sökmesi elbette hayal edilemez ve kabul edilemez.
Günümüzde sıradan sayılabilecek şehirlerin, dönemlerinde erken uyanan valileri kendilerini halife ilan edebiliyorlardı. Muaviye’nin kendi kendini halife ilan ederek, kılıç sayesinde bu makama oturması, bu konuda, gelecek tüm iktidar sahiplerinin de kerameti kendinde görerek halife olmalarına imkân sağlamıştır.
İlk Fâtımî halifesi Ubeydullah, Keyravan şehrinde adına hutbe okutarak “emirül müminin” unvanı aldı.
Hiçbir şûra geleneğine veya seçime ihtiyaç duymadan kendini halife ilan eden Ubeydullah’ın ailesinden gelen halifeler oldukça ilginç uygulamalar yaparak tarihe geçmişlerdir.
Bunlar arasında Hâkim-Biemrillah’ın (996-1021), Yahudi ve Hristiyanların, Müslümanlardan farklı elbiseler giymesi için yasa çıkarması, aynı gemide yolculuk yapmalarını hatta aynı hamamda yıkanmalarını, dokuz yıl süreyle teravih namazı kılınmasını yasaklaması sayılabilir. Ezana eklemeler yapan, “es-salatü hayrun mine’nnevm” ifadelerini çıkartan Biemrillah saçmalıklarını 30 Mayıs 1017 günü kendini Tanrı ilan ederek taçlandırmıştır.
Fâtımîler döneminde mezhep ayrılıkları fevkalade derin ayrılıklara ve tefrikalara yol açmıştır. Fâtımî Halifesi Amir-Biahkâmillah, haçlı ordularına karşı savaşan Arap ve Türklere hiçbir askerî ve mali yardımda bulunmayarak bunu, Sünni ve haçlı ihtilafı olarak gördüğünü ortaya koymuştur.
Fâtımîler, kendilerinden önce ve sonra da uygulamalarını gördüğümüz taht ve iktidar kavgalarında da sıra dışı örnekler ortaya koymuşlardır.
Yasin TopaloğluFÂTIMÎLER
Tarihte İfrikiye diye anılan Tunus’ta kurulduktan sonra merkezi Kahire’ye taşınan ve Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye’de egemen olan bir devlettir. Teokratik esaslara göre kurulan Fâtımî Devleti, Şii inanışının İsmailîye kolunun resmî savunucusu idi. Devletin kurucuları Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’nin soyundan geldikleri iddiasındaydı.
İslam dünyasında uzun süre etkin olan İsmailîye inancı, ismini 765 yılında vefat eden Şii inanışının altıncı imamı Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail’den almaktadır. Araplar arasında çok yaygın olan soyculuğun yarattığı ekolün temelleri Yemen’de atıldı. İbn-i Havşeb tarafından oluşturulan ekol, kendini Tunus’ta somutlaştırdı. İbn-i Havşeb, kendi oluşturduğu prensipleri yayması için Ebu Abdullah el-Şii’yi Tunus’a gönderdi. Ebu Abdullah, Ağlebî devleti egemenliğindeki Tunus’ta ilk üssünü kurdu.
Bu arada, Şiiler arasında büyük bir nüfuzu bulunan İmam Ubeydullah el-Mehdi de Abbasiler’in denetiminden uzaklaşmak için 903 senesinde Tunus’a gitmek üzere yola çıksa da yolda yakalandı ve altı yıl hapiste tutuldu. Ebu Abdullah el-Şii’nin Ağlebî hâkimiyetini yıkmak üzere olduğu dönemde İmam Ubeydullah’ın, 909 yılında Tunus’a ulaşması, Ebu Abdullah el-Şii’nin gücünü pekiştirmesine ve hedef büyütmesine neden oldu.
909 yılında Ağlebî devletinin başkenti Rakkâde’yi ele geçiren Ebu Abdullah, 15 Ocak 910 tarihinde İmam Ubeydullah’ı halife ilan etti. Böylece Fâtımîler’in Afrika dönemi başlamış oldu. 973 yılına kadar süren bu dönemde, Fâtımîler büyük güçlüklerle karşılaştılar. Kuzey Afrika’daki iktidar denklemini bozan İsmailîler, bir yandan ehlisünnet ve Harici inanışına mensup olanlar, diğer yandan Kuzey Afrika’nın batısındaki Zenâte Kabilesi ile doğusundaki Sanhâce kabileleri ile mücadele hâlindeydiler.
O dönemde Tunus’ta bir de Rüstemiler ile İdrîsî Devleti vardı. Rüstemiler, Harici inanışını savunurken, İdrîsî Devleti de Şii inanışına mensuptu. Dolayısıyla Fâtımîler’in, Kuzey Afrika’nın karmaşık denkleminde egemenlik kurmaları büyük bir direnişe sahne oldu. Bu denklemi kaotik hâle getiren bir neden de İmam Ubeydullah’ın, kendisini halife ilan eden Ebu Abdullah el-Şii’den kurtulmak istemesiydi.
Mehdi unvanını kullanan İmam Ubeydullah, Kuzey Afrika’nın batı kesiminin sosyal ve siyasal denklemindeki karmaşanın yanında, coğrafyasının da zorluğunu dikkate alarak, hedefleri açısından daha uygun olan Abbasiler’in egemenliğindeki Mısır’a doğru yayılmanın çarelerini aramaya başladı. Bu amaçla, 913 ve 919 yılları arasında Mısır’ı fethetmek için iki ayrı deneme yaptı. Başarısız olan bu denemeleri, 934-946 yılları arasında oğlu ve halefi Kaim-Biemrillah el-Fâtımî devam ettirse de bir sonuç alamadı.
İmam Mehdi, Mısır’a doğru büyüme stratejisini gerçekleştiremeyince, 915 yılında Kuzey Afrika’nın doğu sahillerinde bir yarımadada Mehdiye adıyla anılan bir şehir kurdu ve 920’de burayı başkent ilan ettikten sonra devletinin kurumsal gücünü tahkim etmek için uzun dönemli bir barış ortamı tesis etti. Bu barış sürecinde Fâtımî Devleti’ni tehdit eden en önemli güç Hariciler idi. Ancak bu hareket 947 yılında Halife Mansûr-Billah tarafından etkisiz hâle getirildi. Ardından Fâtımîler başkentlerini Sabra’ya taşıdılar.
Fâtımîler, Kuzey Afrika’nın batısından doğusuna doğru genişleme imkânını 10’uncu yüzyılın ikinci yarısında bulabildiler. O dönemde Mısır, İhşîdî Devleti’nin kontrolündeydi. 963 yılında Vali Kafur’un ölümüyle birlikte Mısır’da iç karışıklıklar baş gösterdi. Meydana gelen karışıklıklar, ekonomik ve sosyal sorunları beraberinde getirdi. Böylece İsmailî inancının propagandisti olan Dailer için uygun bir ortam oluştu. Halk bir kurtarıcı bekler gibi Fâtımîler’in istilasına hazır hâle getirildikten sonra 968 yılının sonlarında Muiz-Lidinillah yönetimindeki Fâtımî Devleti, Rakkâde şehrinde topladığı 100 bin kişilik ordusu ile harekete geçti. Cevher es-Sıkıllî adlı komutanın yönetimindeki Fâtımî ordusu Temmuz 969’da Mısır’ı işgal ederek Fâtımîler’in büyük hayalini gerçekleştirdi.
Fâtımîler’in Mısır’a hâkim olmalarının İslam dünyasında büyük etkileri oldu. Bu egemenlik İslam dünyasındaki ekonomik, sosyal ve siyasal dengeleri değiştirdi. O tarihe kadar İslam dünyasının egemenliği Bağdat’ta yerleşik Abbasi halifesinde iken Fâtımîler’in Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte İslam dünyasında Bağdat’tan icazet almadan kurulan ilk devlet ortaya çıktı.
Fâtımîler’in Mısır’a girmesiyle birlikte İslam dünyasında üstlendikleri görev de değişti. Şiiler Mısır merkezli bir devlet sahibi olurken İslam dünyasında da siyasi ve sosyal değişimin fitilini ateşlediler. Hedefleri İslam dünyasına egemen olmaktı. Zira, Sıffin Savaşı’yla başlayan ayrışmada bayrağı göndere çekmeyi başarmışlardı. Mısır’dan sonraki hedefleri, Şam ve Bağdat’ı ele geçirmekti. Onları bu hedeflerine en çok yaklaştıran da 11. yüzyılda başlayan haçlı seferleri ve 13. yüzyılda meydana gelen Moğol istilası oldu.
Fâtımîler’in Mısır’ı ele geçirdikten sonra yaptıkları ilk iş, bugünkü Kahire şehrinin etrafında şekillendiği büyük bir saray ve cami inşa etmek oldu. Ardından hutbelerden ve madenî paralardan Abbasi halifesinin adını çıkartıp yerine Muiz-Lidinillah’ın adını yerleştirdiler. Aynı zamanda imamların giydiği siyah cübbenin yerini beyaz cübbe aldı. Böylece Sünniler ile Şiilerin siyah ile beyaz kadar farklı oldukları vurgusu yapıldı.
Diğer yandan, Fâtımîler dinî ve sosyal yaşamda ciddi değişiklikler yaptılar. Yapılan değişiklikler şöyledir:
Ramazan ayının başlangıcı ve Ramazan Bayramı’nın başlangıcını hilalin görünmesini beklemeksizin takvim esasına bağladılar.
Ezana, “hayye alâ hayri’l-amel” (Hayırlı amele koşun.) ibaresini eklediler. İmamlar, namazda besmeleyi açıktan okumaya başladılar. Cuma namazının ikinci rekatında Kunut Duaları’nı okuttular.
Cevher es-Sıkıllî’nin dört yıllık valiliği döneminde vergi oranları arttırılarak çevrenin imarına önem verildi. Toprak sahiplerinden ellerindeki arazi karşılığında alınan ücretleri de arttırıldı ve Mısır dinarının değeri yükseltildi.
Fâtımîler, Abbasi egemenliğine son vermek için, kendi egemenlik alanlarını kullanarak stratejilerini İslam dünyasını ele geçirmek üzerine kurmuşlardı. O dönemde henüz Türkler tarih sahnesinde olmadığı için karşılarında dingin bir güç yoktu. Abbasi iktidarı artık yorgundu ve Kuzey Afrika’dan gelen dingin gücün tehdidini boşa çıkartacak güçten giderek uzaklaşıyordu. Bu nedenle Fâtımîler, Mısır’dan sonra Suriye’yi de almak istedi. Suriye, Bağdat’a bağlı Büveyhoğullarının egemenliği altında idi. Fakat Şam’da 31 Ağustos 971’de yapılan savaşta, Fâtımîler’in Suriye bölgesi komutanı Cafer b. Felah’ın ölmesi bütün planı altüst etti. Cevher es-Sıkıllî, Halife Muiz-Lidinillah’ı Tunus’tan Mısır’a davet etti. Mısır’a geldiğinde halifenin yaptığı ilk iş, Cevher’i görevinden alarak yerine, Ya’küb bin Killis’i getirmek oldu.
Fâtımîler Suriye’yi ele geçirmeyi, diğer ülkelere sahip olmanın garantisi gibi görüyorlar ve özellikle Bağdat’ı ele geçirmek istiyorlardı. Çünkü Bağdat, Sünni Müslümanlığın merkezi durumundaydı. Fakat Bağdat’ı hâkimiyet altına almaları öyle kolay değildi. Bu nedenle taktik bir değişiklik yaptılar ve Abbasiler döneminde önemini iyice yitiren Mekke ve Medine’yi de içine alan Hicaz bölgesine yöneldiler ve bu amaçlarına 978 yılında ulaşarak cuma hutbelerini Fâtımî halifeleri adına okutmayı başardılar.
Hicaz bölgesinde hâkimiyet kurmaları, Fâtımîler’in İslam dünyasındaki etkinliğini iyice arttırınca Suriye’ye duydukları ilgi daha da yoğunlaştı. Bu süreçte, Suriye halkının desteğini kazanmak için propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırarak Şia inanışının bütün İslam dünyasının yegâne inanışı olması gayesine odaklandılar.
Bu amaca ulaşmak için bir yandan Müslüman olmayanları Müslüman olmaya zorlarken, diğer yandan ehlisünnet inanışına mensup Müslümanlar üzerindeki baskılarını arttırdılar. Sahabelere küfür etmeyi toplumsal bir davranışa dönüştürdüler. Hatta Halife Hâkim-Biemrillah döneminde camilerin duvarlarına, ev ve dükkânların kapılarına sahabelere hakaret içeren sözler yazdırdılar. 10’uncu yüzyılın son çeyreğinde artan aşırılıklar had safhaya ulaştı. Kendinde ilahi bir güç vehmeden Hâkim-Biemrillah döneminde Fâtımîler ile dönemin en kudretli devletlerinden biri olan Bizans İmparatorluğu ilişkileri de bozuldu. Nitekim, 13 Şubat 1021 tarihinde Hâkim-Biemrillah, esrarengiz bir şekilde ortadan kayboldu. Bütün kuşkular Bizans Devleti üzerine yönelse de kayboluşun sırrı çözülemedi.
Fâtımî Devleti en geniş sınırlarını Müstansır-Billah’ın döneminde ulaştı. 11’inci yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren Mısır, Suriye’nin güneyi, Kuzey Afrika, Sicilya Adası, Mekke ve Medine’yi de içine alan Hicaz bölgesi ve Yemen, Fâtımî Devleti’nin egemenliği altına girdi.
Fâtımî Devleti’nin küçülmesi de büyümesi gibi kısa sürede oldu. Vezir Ebü’l-Kasım Ali b. Ahmed el-Cercerâî’nin 1045 yılının ramazan ayında ölümüyle birlikte diplomatik alanda önemli bir akıldan yoksun kaldılar.
Tunus’ta Endülüs Emevi Devleti ile çekişen Fâtımîler, Mısır’a geldikten sonra da Abbasiler ve onların en büyük koruyucusu Büyük Selçuklu Devleti ile çatıştılar. Abbasiler, kendilerine yönelen Fâtımî tehdidini savuşturmak için bir yandan Büyük Selçuklu Devleti’nden yardım isterken, diğer yandan Afrika Valisi Muiz bin Badis’i, Mısır’ın egemenliğinden ayrılmak için tahrik ettiler. Muiz bin Badis de 1051 yılında Kuzey Afrika’da hutbeleri Abbasiler adına okutmaya başladı. Büyük Selçuklu Devleti de Bizans İmparatorluğu ile yaptığı anlaşma sonucunda Mısır’a buğday ambargosu uygulanmasını sağladı. Bu durum, Fâtımîler’in, Abbasi Devleti’ne karşı yürüttüğü stratejide değişikliğe gitmelerine neden oldu. Fâtımîler, ilk olarak Abbasiler’i doğudan sıkıştırmak için Şia inanışını doğuda yayma yoluna gitti. Bunun için propagandistlerini Hindistan’a gönderdiler. Fâtımîler bu çabalarıyla bir yandan ekonomik canlılık sağlayarak İslam dünyasındaki etkilerini güçlendirmek, diğer yandan halkı kazanarak Abbasiler’i zayıflatmak istiyorlardı. Aynı zamanda Abbasi yönetimine karşı gelişen her türlü siyasi ve sosyal tepkiye destek verdiler. Nitekim, Arslan Besâsirî’nin 1058 yılında Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah’a karşı başlattığı ayaklanma başarıya ulaşmış ve halife bir yıl müddetle gözaltında tutulmuştur. Halifeliğin Abbasiler’de kalmasını sağlayan da dönemin taze gücü olan Tuğrul Bey yönetimindeki Büyük Selçuklu Devleti olmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin müdahalesiyle Abbasi halifesi unvanına kavuşurken, Suriye bölgesi de 1075 yılında Selçuklu Devleti’nin eline geçti.
Selçuklular’ın vurduğu darbe Fâtımî Devleti’nde sarsıntıya yol açtı. Devlet uğradığı ekonomik kayıplar nedeniyle krize girdi. Bu durum iç karışıklıkları körükledi. Çıkan kaosu önleyemeyen Halife Müstansır-Billah, Akka’da konuşlu bulunan ordunun komutanı Bedr el-Cemali’yi Mısır’a çağırarak asayişi ancak tesis edebildi. Bedr el-Cemali, verdiği bu hizmet karşılığında halifenin yetkilerini üstüne aldı. Böylece Fâtımîler tarihinde yeni bir dönem başladı. Bu döneme “Vezirlerin nüfuz dönemi” adı verildi. Bedr el-Cemali’den sonra Fâtımî Devleti’nin ömrü ancak yüz yıl sürdü.
Halifelik Babadan Oğula Geçiyordu
Fâtımî Devleti’nde, el-İmam, emir-ül müminin gibi lakaplar kullanan halife, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi kabul ediliyordu. Her ilmin kaynağı ve Kur’an’ın en doğru açıklayıcısı olarak görülüyorlardı. İçlerinde Hâkim-Biemrillah gibi uluhiyet iddiasında bulunanlar da oluyordu.
Fâtımîler halifede özel şartlar aramazlardı. Devleti zaafa uğratan da halife olacak kişide özel şartlar aranmaması oldu. Bu nedenle, çok sayıda çocuk ve genç halifelik makamına geçti. Dolayısıyla saraydaki kadınların ve devlet adamlarının devlet işlerini yürütmeleri mümkün oldu.
Halifelik, devlet başkanlığı yerine geçtiği ve dönemin diğer devletlerindeki hükümdarlarda olduğu gibi babadan oğula geçen bir görevdi. Devlet, halife ailesinin mülkü sayılıyordu. Halife öldüğünde, birden fazla oğlu varsa devlet büyük oğluna miras kalıyordu. Fâtımî halifeliğindeki bu geleneği, Bedr el-Cemali’nin oğlu Efdal bin Bedr el-Cemali bozdu. Babasının yerine vezirlik makamına geçen Efdal b. Bedr el-Cemali, halifelik görevinin meşru vârisi Müstansır’ın büyük oğlu Nizar’ı uzaklaştırıp, küçük oğlunu Müsta’lî-Billah lakabıyla halifelik makamına oturtunca İsmailî ekolüne mensup Şiileri ikiye böldü. Mısır, Suriye, Yemen ve Hindistan’daki İsmailîler, Müsta’lî’ye biat ederken, Hasan Sabbah’ın başkanlığındaki İran İsmailîleri Nizar’a biat etti. Bu grup tarihte Nizariyye veya el-İsmailîyyetü’l-cedide olarak da anıldı.
Halife Müsta’lî, 1101 yılında hayatını kaybedince yerine Amir-Biahkâmillah lakabıyla Ebu Ali Mansur geçirildi. Biahkâmillah, Vezir Efdal tarafından halifelik görevine getirildiğinde henüz 5 yaşındaydı. Böylece Vezir Efdal 20 yıl boyunca Fâtımî Devleti’nin tek hâkimi oldu. Onun döneminde devlet hizmetinde çalışan Hristiyanların sayısı arttı. Bu dönemde Kudüs’e yönelen haçlı seferlerine karşı son derece ilgisiz kalan Vezir Efdal, Selçuklular’a karşı haçlılarla anlaşma yoluna gitti. Onun bu duyarsızlığı sonuçta Fâtımî Devleti’nin Kudüs, Akka, Sur ve Sayda gibi bağlı şehirlerini kaybetmesine yol açtı.
Vezir Efdal’i, Fâtımî Devleti’nin başından uzaklaştıran da gözünün önünde büyüttüğü Halife Biahkâmillah oldu. Halife Amir-Biahkâmillah, 26 yaşına geldiğinde Emir Muhammed b. Fatih el-Bataihi ile iş birliği yaparak 1121 yılının Ramazan Bayramı gecesinde Vezir Efdal’i öldürttü. Ardından, kendisine yetkilerini kazandıran Bataihi’yi el-Me’mûn Tâcü’l-hilâfe lakabıyla 11 Şubat 1122’de vezir tayin etti. Halife Amir ile Vezir Me’mûn’un dönemi Fâtımîler’in Mısır’daki en parlak devri oldu.
Bu dönem sadece üç yıl sürdü. Ülkeyi tek başına yönetmek isteyen Halife Biahkâmillah, 1125 yılında Me’mûn’u önce hapsettirdi, ardından öldürttü. Onun bu tercihi Fâtımî Devleti’nin parlak günlerinin de sonunu getirdi. Devleti tek başına yönetme becerisi gösteremeyen Halife Biâhkamillah, biri Müslüman, diğeri Sâmirî olan iki kişiyi divanda görevlendirdi. Ebu Necâh b. Kana adıyla bilinen bir rahibi de müstevfî tayin etmek zorunda kaldı. Bu rahibin döneminde Müslümanlar tutuklanıp hakarete uğradı. Bu durum Müslümanların isyan etmesine yol açtı. Halife Biahkâmillah, bu isyandan Ravza Adası’na kaçarak kurtuldu. Ancak daha adaya ulaşamadan 7 Ekim 1130’da yolda Nizarîler tarafından öldürüldü.
Halifenin arkasından vâris bırakmadan ölümü, Fâtımî Devleti’ni ilk defa karşılaşılan bir durumla baş başa bıraktı. İlk defa karşılaşılan bu durumda ne yapılacağını kimse bilmiyordu. Devletin tek umudu, hamile olan hanımlarından birinin doğacak çocuğu oldu. Herkesin dünyaya gelecek bebeği beklediği dönemde, İsmailî kolunun mensuplarının ifadesiyle “emanetçi imam” atandı. Bu kişi Amir’in amcasının oğlu Ebü’l-Meymûn Abdülmecid oldu. Akrabalar içinde yaşça en büyüğü olan Ebü’l-Meymûn’a doğumu beklenen veliahdın kefili olarak biat edildi. Askerler ise Bedr el-Cemali’nin torunu Ebu Ali Ahmed b. Efdal Küteyfât’ı vezirlik makamına oturttular. Ebu Ali de emanetçi imam Abdülmecid’i hapsettirerek Şia inancına mensup Müslümanlar tarafından beklenen 12. İmam adına davette bulunmaya başladı ve İsmailîye mezhebinin faaliyetlerini durdurdu. Aynı zamanda beklenen imam adına para bastırıp üzerine “Allâhu’ssamed el-İmam Muhammed” ibaresini yazdırdı. Fakat bu inkılap uzun sürmedi ve Ebu Ali 8 Aralık 1131 tarihinde öldürüldü. Amir-Biahkâmillah’ın taraftarları emanetçi imam Emir Abdülmecid’e tekrar biat ettiler. Abdülmecid 23 Şubat 1132 tarihinde Hafız-Lidinillah lakabıyla halife ilan edildi.
Fâtımî Devleti, tarih sahnesindeki yerini almadan 40 yıl önce büzüşmeye başladı. Hafız-Lidinillah ve ondan sonra gelen halifelerin halifeliğini tanımayan İsmailîye mensupları, onlara biat etmediler. Böylece Fâtımî Devleti, son 40 yılında Kahire’ye sıkışıp kalmış mahallî bir hanedanlığa dönüştü.
Halifelerin yaptıkları siyasi hatalar, Şii Müslümanların kendilerinden yüz çevirmelerine neden oldu. Nitekim Hafız-Lidinillah, vezirliğini yapan oğlu Hasan’ı öldürttükten sonra yerine Ermeni kökenli Behram’ı vezirlik makamına getirmiş ve ona seyfü’l-İslam tâcü’l-hilâfe lakabını vermişti. Böylece ilk defa bir Hristiyan, halife kadar geniş yetkilere kavuşup vezir olmuştu. Vezir Behram döneminde Mısır’a yoğun bir Ermeni göçü oldu. Mısır’daki nüfusları 30 bine ulaşan Ermeniler, birçok kilise inşa ettiler. Devletin en etkili makamlarında Hristiyanların görevlendirilmesi Mısırlı Müslümanları endişelendirdi. Behram’ın kardeşi Basak’ın da Küs valiliğine tayin edilmesi Mısırlı Müslümanları kurtuluş çareleri aramaya yöneltti. Müslümanlar bu durum karşısında nüfuzlu bir devlet adamı olan Rıdvan b. Valahşi’den yardım istediler. Rıdvan bin Valahşi’nin devreye girmesi Halife Lidinillah’ı kendine getirdi. Vezirlik makamını Rıdvan b. Valahşi’ye teslim etti.
Vezirlik görevinin Rıdvan ile birlikte yeniden Müslümanların eline geçmesiyle, halkta büyük bir rahatlama oldu. Rıdvan ilk iş olarak halkının çoğunluğu Sünni olan İskenderiye’deki Sünni faaliyetlere öncülük etti. İskenderiye’de Mısır’ın ilk İslam medresesi 1138’de kuruldu. Ancak halifenin askerleri kışkırtması üzerine buradan kaçmaya mecbur kaldı ve Sarhad Valisi Emîrüddevle Gümüştegin el-Atabegî’ye sığındı. Hafız-Lidinillah, Rıdvan’dan sonra vezirlik makamına atama yapmadı ve vefat ettiği 1149 yılına kadar yönetimi kendi elinde tuttu.
Hafız-Lidinillah’tan sonra Fâtımî Devleti’nde vezirlik görevine gelmek için çekişmeler başladı. Dönemin tarihçisi İbnü’l-Esir, bu durumu, “Mısır’da vezirlik galip gelen kişinindi… Efdal b. Bedr el-Cemali’den sonra harpsiz ve kansız şekilde pek az kişi vezir olmuştur.” şeklinde kayda almıştır. Vezirlik makamı üzerindeki bu çekişmeler ülke içinde ve hatta sarayda çeşitli karışıklıklara sebep olurken, ahlak dışı hikâyelerin anlatılmasına, iftiralar atılmasına, benzetmeler yapılmasına da yol açtı. Devlet içindeki çekişmeler haçlı yayılmasını kolaylaştırdı. Fâtımîler’in Suriye’deki son kalesi Askalan da bu nedenle haçlı ordularının eline geçti. Fâtımî Devleti’ni iktidar çekişmesinden kurtaran ise 1144 yılında Mısır’a gelen Emir Üsâme b. Münkız oldu.
Bir mezhep dini olmasına karşılık, Fâtımîler’de vezirlik makamına getirilen kişilerin etnik köken ve inançları konusunda bağnaz bir tutum takınılmıyordu. Bu nedenle Müslüman olmayan kişiler kadar, mezhep çatışmalarının bir tarafı olan Sünnilerden de vezirlik makamına atananlar oldu. 1153 yılında öldürülen Adil bin Sellâr bunlardan biri idi.