banner banner banner
Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı


Çankırı’nın tuzdan ekmek yemesi gibi köyümüz de kilcilikten epey bir ekmek yedi. Köy mezarlığının bulunduğu üst kesimdeki çukurluklar hep killikti. Maden ocağı gibi kil ocaklarında da göçükler meydana gelirdi. İnsanların ölümü göze alarak çıkarttıkları kil, özellikle saç yıkamada kullanılırdı. O yüzden baş kili denirdi. Çamaşır kili Eskişehir tarafından öğütülmüş olarak gelirdi.

Bugün kozmetik firmaları tarafından yüz maskesi olarak satılan killi ürünlerin kalitesindeki kil, köy mezarlığının olduğu arka sırtlardan çıkartılırdı. Esasında baş kili dedikleri bu kilin çıkartılması öyle kolay değildi. Toprağın 20-25 metre altına tünelle inilir, oradan çıkrıklarla toprak olarak çıkartılırdı. Çıkan kil ocakta pişirildikten sonra kullanılabilir hâle getirilirdi. Bunun için kil önce suya konarak iyice eritilir, sonra da saç yıkamada kullanılırdı. Kullananlar iyi bilir, suda yumuşayan kille yıkanan saç ipek gibi olur. Bugün kullandığımız hiçbir şampuan saçları onun kadar temizlemez.

Evlerde belirli ölçüde kullanılmakla birlikte o zamanlar sabun pek bilinmediğinden, çıkartılan kil kağnılarla evlerin avlusuna yığılır ve kış geldiğinde köyden köye, sabun yerine temizlik maddesi olarak satılırdı.

Sabun ve deterjan kullanımı Anadolu’da yaygınlaşınca kilcilik zamanla verimli bir iktisadi faaliyet olmaktan çıktı. Bunun yerini leblebicilik aldı. Bazen çerçi, bazen çulcu diye tabir edilen insanlar, yüzlerce hektar ormanı yok etme pahasına ürettikleri leblebiyi yaban yerlere götürüp satarak geçimlerini temin etmeye başladılar. Alışverişte nakit para kullanımının kısıtlı olmasından ötürü, sattıkları leblebi karşılığında çorap, yün, kazak, bakır, alüminyum gibi eski ürünler aldılar. Aldıkları bu eski ürünleri de Ankara’da toptancılara verip nakde dönüştürdüler. Yaptıkları bu işten dolayı, yaygın şekilde “eskici” olarak anıldılar. Zamanla her köyde bakkal açılıp, dışarıdan gelen çerçilere iş kalmayınca, nasibini dışarıda arayan köylülerimizin tamamına yakını soluğu Ankara’da aldı.

Hiçbir zaman çıktığın kapıyı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin.

    Don Herold

Bir Avuç Leblebi İçin Bir Orman Yok Edildi

Arazimiz engebeli olduğundan köyümüz çiftçilik yapmaya pek elverişli değildi. Küçük tarlalarda daha çok fi ve nohut yetiştirilirdi. Fi hayvan yemi olarak kullanılırken nohut da leblebi yapmak için yetiştirilirdi. Ayrıca bahçecilik yapmak da mümkündü.

Yaz mevsiminde, nohut tarladan yolunurdu, herkesin evinin önünde yığın yığın nohut olurdu. Onlar kurutulup kabuğundan ayrıldıktan sonra çuvallara doldurulup leblebi yapmak için ocak başına taşınırdı. Kurutulmuş bir nohutun leblebi hâline gelmesi bir haftayı bulurdu. O zamanlar kuru nohut, bizim güre dediğimiz tavada, yüksek ateşte, tokmak gibi bir aletle çevire çevire, üç kez kavrulurdu. Nohut kavruldukça kıvama gelir ve güneşin altında taş gibi sertleşen o yiyecek pamuk gibi yumuşardı. Üç aşamalı bu kavurma işleminin ardından leblebi güneşin altına serilir ve tekrar kurumaya terk edilirdi. Bir iki gün öyle kaldıktan sonra tahta bir el düveni ile kabuğundan ayrılır, sapsarı bir yiyecek ortaya çıkardı.

Köyde leblebiciliğin tarihi neredeyse yüzyıl önceye uzanmaktadır. Pazarlama işini herkes kendisi yapıyordu. Evinde kavurduğu leblebiyi herkes Ilgaz, Kurşunlu, Yapraklı, Çankırı gibi köye yakın yerlere götürüp satıyordu.

Bir merkebe en fazla 80 kilo leblebi yüklenebilirdi. Leblebi satılırken üç sınıfa ayrılırdı. Kırık leblebi, ufak leblebi ve iri leblebi diye. Tabii satış fiyatı da leblebinin kalitesine göre değişirdi. O zaman ortalama fiyatı on beş kuruş falandı. İşte kırık leblebi on kuruş, iri leblebi yirmi kuruş, küçük leblebi on beş kuruş olarak düşünüldüğünde, ortalama fiyatı on beş kuruş olurdu. O vakitler iki buçuk üç liraya on hak nohut alınıyordu. On hak nohut yaklaşık doksan kilo gelirdi. Kavrulup leblebi hâline getirildiğinde seksen kilo civarı leblebi çıkardı. Satılan leblebinin yaklaşık yüzde yirmisi masrafa düşülür, kalanı kârdan sayılırdı. Seksen kilo leblebi satan bir kişi, iki buçuk lirası masrafa çıkıldığında yaklaşık dokuz buçuk lira kazanırdı. Bu dokuz buçuk liranın içinde o kadar leblebiyi yapmak için bir hafta çalışmak ve eşekle köy köy gezerek leblebiyi satmaya çabalamak da vardı. Üstelik yakılan tonlarca odun da maliyetin içinde sayılmıyordu çünkü dağlardan kesilip getirilen çamların bedeli yoktu. Başlı başına bir zahmet çekilse de o dönemde bilinen para kazanma yöntemi bu idi. Çünkü köyde hayvancılık imkânları kısıtlıydı. Köyün bol arazisi olmadığı gibi, mevcut arazilerde de hayvanları yemlemeye yetecek kadar üretim yapılamıyordu.

Tabii -çok leblebi yapılmasından ötürü- köye “Ereğez” adını verdirten orman ağaçları da büyük ölçüde yok oldu. Leblebiyi kavurmak için o kadar çok ağaç kesildi ki köyün çevresinde çam ağacı bırakılmadı. Eğer marangozluk mesleği bilinseydi, üç kuruşluk kazanç için tonlarca çam yakılmazdı. Üstelik ağaç kesimi de kaçak yapılırdı. Denetimi muhtar yaptığı için ona yakalanmamaya çalışılırdı. Muhtar yakaladığının baltasını, kazmasını alırdı. Baltasını kaptıran birkaç kuruş vererek geri alırdı.

Leblebicilik işi zamanla biçim değiştirdi. Özellikle 1950’li yıllarda yerini çulculuk diye de tabir edilen çerçilik aldı. O zaman köydeki öğretmen ayda yüz elli lira maaş alırken onlar bir seferde yüz elli lira kazanabiliyorlardı. Hatta bu yüzden köy öğretmeninin maaşını azımsıyorlardı. Paranın ne olduğunu bilmedikleri için, ellerine geçen üç kuruşu para zannediyor ve iyi kazandıklarını düşünüyorlardı. Oysa esas parayı kazanan, onların mal aldıkları Ankara Samanpazarı’ndaki toptancılardı. Üstelik kazandıkları paranın hayrı da yoktu. Senede iki sefer çula gidiyor, onunla bir sene idare ediyorlardı. Kazandıkları, bakkala, pazara ancak yetiyordu.

Leblebi satanlar ve sonradan işi eskiciliğe dönüştürenler, esasında Çankırı tarafına pek gitmezlerdi. Çankırı, nüfus olarak küçük olduğu kadar, iktisaden de fakir bir vilayetti. Ticaretin canlı olmadığı Çankırı’ya gitmek yerine, genellikle Ankara tarafına gidilirdi. Tabii onların gidip geldikleri yıllarda yol olmadığı için katırcılar Şabanözü ile Çubuk arasındaki özleri güzergâh olarak kullanırlardı. Yol şartları öyle elverişsizdi ki çetin kış günlerinde Han Deresi gibi çetrefilli bir mevkide insan ölse, cesedi getirilemezdi. Hatta köyümüzden, Yüstan diye biri bu şekilde orada kalmış, mezarı yolun kenarına yapılmıştı.

Ankara’dan Çankırı’ya gitmek, günümüzde olduğu gibi kolay değildi. Yola çıkan leblebiciler, yollarda ecel terleri döküyorlardı. Çankırı’ya giderken, Kalecik’e varmadan önceki Teke Beli eşkıya yatağıydı. Eşekle, katırla yola çıkan insanların, Teke Beli’ni geçene kadar canları çıkıyordu.

1916

“Fransız Tarihçi Larcher’nin Türkler açısından beş safha içinde ele aldığı Birinci Dünya Harbi’nin üçüncü safhası Ocak 1916’dan Ekim 1916’ya kadarki zamanı içine almakta ve ‘Türk kuvvetlerinin en yüksek sayıda varışı ve sonra azalarak, zamanla kayboluşu.’ şeklinde ifade edilmektedir.

1916 bizim için hem yayılma hem yıpranma yılıdır. Gerçi Çanakkale Cephesi tasfiye edilmiştir. Doğu Cephesi’nde bir hatta tutunulmuştur ama Irak’ta, Suriye’de çekilmeler başlamıştır. Hicaz’da Emir Hüseyin isyan etmiştir. Genelkurmay, iç cepheleri takviye edecek yerde, dış cephelere asker yetiştirmektedir. Makedonya’ya, Romanya’ya, Galiçya’ya, hatta Tirol Alpleri’ne Türk birlikleri gönderilmektedir. Ekonomik çöküntü ise hızla ilerlemektedir. Sanayi mamullerinin harp öncesi ithal edilmiş olan stokları tükenmiştir. Memlekette yerli sanayi yoktur. İaşe buhranı ve ihtikâr başlamıştır. Harbin hayırlı bir neticesi; Bitlis, Muş, Erzincan’ın cenubunda ve Trabzon’un garbındadır. Süveyş cephesinde El Ariş tahliye edilmiş ve Filistin muharebeleri başlamıştır. O sıralarda Irak’ta garip bir karar alınmıştır. İttihatçıların güvenilir subaylarından Süleyman Askeri isminde bir binbaşı yarbaylığa yükseltilerek 38. Basra Tümeni kumandanlığına, Basra valiliğine ve Irak havalisi kumandanlığına tayin olunmuştur. Süleyman Askeri, İngilizleri Basra’dan ‘süpürge sopasıyla’ kovacağını ilan etmektedir.

Irak’la ne tren ne yol bağlantımız vardı. Fırat, Dicle üzerindeki şatlar, keleklerle, şişirilmiş tulumlara bağlanmış, frensiz, dümensiz sallarla yapılan ulaştırma, Sümerler ve Asurlular zamanından daha da bozuktu. Nitekim Abdülhamit’in ilk yıllarında Büyük Mithat Paşa Bağdat’a vali olduğu zaman, ilk iş olarak bu nehirlerde ulaştırma meselesini ele almıştı.

Hülasa, her türlü sanayiden, tesisten, ulaştırma, askerlik, sağlık organizasyonundan yoksun, iptidai, harap, hatta boş, beş yüz bin kilometrekare bir ülke! Ayrıca kuzeydoğuda, Kerkük, Süleymaniye bölgesindeki Türkmen asıllı bir azınlıktan gayrı halkı da Türk değildi.

Fakat Süleyman Askeri, asker veya kumandan olmaktan ziyade İttihatçı bir politikacı idi. Kendine göre, garip, pratikte değersiz fikirleri olan bir zattı. Irak’ta, Basra’dan ilerleyen İngilizlere karşı hareket edecek yerde, İran’da akınlar tertip ediyordu.

Ama macera akınları hiçbir şeyi halletmeyeceği için, neticede İngiliz kuvvetleriyle çatışma başlayınca bozgunlarla karşılaşmış ve en doğru kararı alarak intihar etmiştir. Ondan sonra İngilizlerin Bağdat’a doğru ilerleme hareketleri başladı. 1916 yılı bu hareketlerin de en önemli safhalarını içine alır.” (Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam”, 3. baskı, 1. cilt, s. 296)

Aynı gökte uçarlar ama kuzgunun dünyası başka, şahinin dünyası başkadır.

    Muhammed İkbal

Babam, Bir Hengâmeye Doğan Nesildendi

Atatürk, Ulus’ta, bugünkü hipodromda onuncu yıl nutkunu okurken ben de kendi serüvenimi yaşamak üzere dünyaya gözlerimi açmışım. İçinde ahır ve samanlığı da olan, geniş bir avlu içinde, iki gözlü bir evde dünyaya gelmişim. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 milyonuncu üyesiydim. Dünyaya geldiğim ev, köye hâkim bir tepenin yamacına kurulu mezarlığın başındaydı.

Babam, 1306 doğumluydu. Miladi takvimle 1890’a denk geliyordu. Onlar kavganın ve kargaşanın içine doğmuş bir nesildi. Dünyanın telaşı onların başındaydı. Memleket öyle bir girdabın içindeydi ki kimse kendi istikbalini düşünecek hâlde değildi.

On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben

Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde geçen dize, sanki babamgilin nesli için yazılmıştı.

Anadolu’da gurbete çıkma yaşı askerlikle başlardı. Babamın gurbetle tanışması da askerlikle birlikte olmuş. Askere gittiğinde kendinden bir yaş küçük olan annemle evliymiş. Daha terhis olmadan Balkan Savaşı çıkmış. Ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış. On sekiz yaşında askere giden babam, otuz bir yaşında ancak evinin yolunu bulabilmiş. Bu 13 yıllık ayrılığın dört yılı esarette geçmiş.

Babam öyle konuşkan biri değildi. Biraz da asabiydi. Eskilerin, çocuklarıyla sohbet etme âdeti yoktu. Buyurgan bir dilleri vardı. Bu yüzden askerde yaşadıklarına ilişkin bildiklerimiz sınırlıydı. Gerçi aklımız da ermezdi. Irak nere, Rusya nere, “cihan” ne ki? Cihan Harbi olunca ne olur? Bunlar, çocuk hâlimizle algı sınırlarımızı aşıyordu.

Babam esaret yıllarını Rusya’da geçirmiş. 1915 yılında Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşen babam, dört yıl boyunca bu ülkede esir kalmış. Götürüldükleri yerlerde çiftliklere dağıtılmışlar. Onu da çalışmak üzere bir çiftliğe vermişler. Orada çiftçi olarak çalışan babam, Rusçayı da öğrenmiş. Hatta evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş.

Rusya’da Kızıl Devrim olduğunda esirlerin üzerindeki baskı kalkmış. Bulundukları yerlerde daha rahat hareket edebilir hâle gelince, bu durumu kaçmak için fırsata dönüştürmüşler. Daha doğrusu kaçmalarına biraz da göz yumulmuş.

Babam esir düştüğünde aynı köyden üç kişi daha onunla berabermiş. Babamın ismini hatırladığı Hasan Çavuş ve diğer iki kişiyle birlikte birbirine yakın çiftliklerde çalıştırılmışlar. Hasan Çavuş, Rusya’da devrim olduğunu duyunca babamın yanına gelmiş, “Nuri, hudutlar açılıyormuş. Hadi artık kaçalım!” demiş. Aralarında plan yapmışlar ve sahip oldukları ne varsa geride bırakarak yola düşmüşler. Hatta kaçarlarken Rus kadınları, gizlenmeleri için onlara yardımcı olmuş.

O vakitler erkeklerin çoğu asker olduğu için hayatın yükü büyük ölçüde kadınların üzerindeymiş. Kadınlar kocalarının yokluğunda, ayaklarının üzerinde durmak için, benim diyen erkeğe taş çıkartırlarmış. Babamın yokluğunda tarlaları annem sürmüş, hayvanlara annem bakmış. Hatta seferberlik sırasında diğer kadınlarla birlikte, kağnıyla Kalecik’ten Çankırı’ya yaralı taşımış.

Annem uzun süre babamdan haber alamayınca onun şehit düştüğünü düşünmüş fakat ölü ya da dirisinden haber alamadığı için yine de belki dönüp gelir diye bir ümit beklemiş. Nihayetinde annemin ümitleri boşa çıkmamış. Babamla birlikte cepheye giden yüz yirmi gençten sadece dördü köye dönebilmiş.

Bir insan köprü kurar, bin insan geçer.

    Özbek Atasözü

1933’te Köyümüz Kasaba Kadardı

Türkiye’nin kırsal nüfusunun genel nüfusa oranının yüzde yetmişlere yaklaştığı 1930’lu yıllarda köyümüzün nüfusu, bugünkünün dört katıydı. Benim doğduğum yıl olan 1933’te köyümüzün nüfusunun dört yüz hane olduğu söylenir. O zaman en küçük hanede en az sekiz on kişi yaşıyordu. Hane denildiğinde bugünkü anlamda kapı numarası olan bir ev anlaşılmıyordu. Bir babanın kanatları altında yaşayan bütün nüfus, hane olarak kabul ediliyordu.

Türkiye’de ilk nüfus sayımı 1927’de, ikinci nüfus sayımı 1935’te yapıldı. İlk sayımda olduğu gibi ikincisinde de hâlihazır nüfusu tespit etmeye dönük bir sayım tekniği uygulandı. Alınan sonuçlara göre Türkiye’nin nüfusu; 8 milyon 221 bin 248’i kadın, 7 milyon 936 bin 770’i erkek olmak üzere 16 milyon 158 bin 18 kişi olarak belirlendi.

Bu sayıma göre kadınlar genel nüfusun yüzde 51’ini, erkekler yüzde 49’unu oluşturuyordu. Bu oran, 1927’de erkekler için yüzde 48, kadınlar için yüzde 52 olarak tespit edilmişti. 1935 sayımı ülkedeki okur yazar oranının yüzde 19,2 olduğunu ortaya koydu. Aynı oran 1927’de yüzde 11 olarak belirlenmişti.

1927’de kilometrekareye 18 kişi düşerken, 1935’te bu rakam 21’e yükseldi. Nüfusun iktisadi etkinlik kollarına göre dağılımı ise Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğunu ortaya koyuyordu. Buna göre nüfusun yüzde 79’u tarım, yüzde 7,8’i sanayi, yüzde 12,3’ü ise hizmet sektöründe çalışıyordu. İkinci genel nüfus sayımında, bir önceki sayımdan bu yana ülkeye gelen göçmenlerin sayısı da 207 bin 350 olarak belirlendi.

İl nüfusu sıralamasında İstanbul başı çekiyordu. Onun ardından İzmir, Konya ve Ankara geliyordu. 1927’deki sayımda İstanbul’un nüfusu 699 bin 796 iken, 1935’te 739 bin 171 olarak belirlendi. Ankara’nın nüfusu, 1927’de 74 bin iken, son sayımda 123 bin olarak tespit edildi.

Az şey bilirsek bir şeyin doğruluğundan emin olabiliriz, bilgi artınca şüphe de artar.

    Goethe

Okula Girseydin Gâvur Olacaktın

Köyde okumak denilince camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılıyordu. Ben de Kur’an okumayı öğrenmek için ilk olarak köyün sayılan hocalarından biri olan Hüseyin Hoca’ya gitmiştim. İsteyen çocuk, aynı zamanda köyün imamlığını da yapan Hüseyin Hoca’dan Kur’an öğrenebiliyordu.