banner banner banner
Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı

Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı
Hasan Yılmaz

Her insan kendi hayatının kahramanıdır. Onları seçilmiş yerlerde aramak gerekmiyor. “Onda ne var!” denilecek kadar basit olmayan hayat mücadelesinde, ayaklarının üzerinde durup tek başına yürüyebilmek en büyük kahramanlık sayılmalı. O kahraman ki pek çok badireler atlatıp, yaşam yolculuğunu sonlandırana kadar kendi öyküsünü yazan kişidir. Esasında Cumhuriyet, bir yönüyle köylülükten kurtulma hamlesiydi fakat bu hamlede, fizik ile metafiziğin birbirinin karşıtı gibi algılanması söz konusuydu. Okul, caminin; öğretmen, imamın ayrılmaz parçası iken, karşıtı gibi algılandı veya gösterildi. Devletin öğretmeni tercih ettiği bu süreçte halkın imamı tercih etmesi kaçınılmazdı. Oysa okulu camiye egemen kılmaya çalışmak yerine, camiyi okulla barışık tutmak gerekiyordu. Belki yaşanan bu ikilemde, bu ülkenin aydınlarının tercihlerinin etkisi de vardı. Doğrusu, hiçbirini dışlamadan, “hem o hem o” diyebilmek önemliydi.Bugüne kadar okuduklarımızın pek çoğu, kurumların ve yönetenlerin tarihidir. Toplumsal bilinçaltını şekillendiren izdüşümleri görebileceğimiz netlikte “öteki insanın hikâyesi” pek seyrek kaleme alınmıştır. Bu yüzdendir ki çok farklı sosyolojik evrelerden geçen bir toplumun tarihini okuduğumuzda, o toplumu oluşturan tüm kesimleri aynı sosyo-kültürel iklimden geçmişler gibi algılayabiliriz.Okuduğunuz biyografik anı kitabı, bir insanın hayatından hareketle toplumsal tarihe ışık tutacak niteliği haiz bir kişisel tarih çalışmasıdır. Yazım türü itibarıyla diğer biyografi çalışmalarının bir benzeri sayılabilir. Onlardan farklı yanı ise bir köy imamının hayatının kaleme alınmış olmasıdır.

Hasan Yılmaz

Çankırılı HocaCumhuriyet’in Öteki İnsanlarıBir Köy İmamının Hayatı

Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır.

    Andre Gide

İlk Söz

Her insan kendi hayatının kahramanıdır. Onları seçilmiş yerlerde aramak gerekmiyor. “Onda ne var!” denilecek kadar basit olmayan hayat mücadelesinde, ayaklarının üzerinde durup tek başına yürüyebilmek en büyük kahramanlık sayılmalı. O kahraman ki pek çok badireler atlatıp, yaşam yolculuğunu sonlandırana kadar kendi öyküsünü yazan kişidir.

Korunma refleksi, yaşama iradesinin bir sonucudur. Her canlı gibi insan da kendini koruma iradesine sahiptir. Devlet gibi insan da kendi kendisinin son kalesidir. Bu nedenle insanın kendini koruma hakkı, devletinkinden daha az kutsal değildir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihine ilişkin bakış açımız Osmanlı tarihine bakışımızdan farklı değildir. Cumhuriyet’in kuruluşu başlı başına bir devrimdir. Devrimin yapıcıları birer kahramandır. Cumhuriyet’e, daha iyi bir hayat hayalinin operasyonu da denebilir. Ona, geçmişte yaşanan bütün aksaklıkları giderme projesi olarak bakılabilir. Bundan ötürüdür ki başta eğitim olmak üzere toplumu yeni baştan inşa edecek ideolojik tezleri ve tercihleri vardı. Bu tezlerini ve tercihlerini bugünleri şekillendirmek için halka telkin etti. Kabul edildi ya da edilmedi, sonuçta günümüz Türkiye’si ortaya çıktı.

Türkiye’nin tarihsel yolculuğu devam ediyor. Bu süreçte, Cumhuriyet öncesinde başlayan, Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşmenin yönü tartışılıyor. Bu tartışmanın tarafları, kendilerini Cumhuriyet’in banisi ve sahibi olarak görenlerle onların karşıtları. Cumhuriyet’in sahibi olduklarına inananlar, günümüzde yaşanan tartışmada, bugüne kadar elde ettikleri bütün kazanımların yitip gittiği kaygısını taşırlarken, muhafazakârlar geçmişte kaldığına inandıkları pek çok güzelliği yeniden ihya etme telaşındalar.

Cumhuriyet ilan edildiğinde Anadolu’da pek çok insan neyin değiştiğini anlamadı bile. Atatürk, 1938 yılında hayata gözlerini yumduğunda, iletişim bugünkü kadar yaygın değildi. Ankara’ya 80 kilometre ötede, pek çok kişi bu ölümün ne ifade ettiğini anlayamadı. Yüzlerce kilometre ötedeki bir çok insan da farklı durumda değildi. O yıllarda birileri tatillerini Paris’te, Londra’da geçirmek için programlar yaparken, kimileri küçük küçük köylere tıkılmış, kendi dünyalarında yaşıyorlardı.

Esasında Cumhuriyet, bir yönüyle köylülükten kurtulma hamlesiydi fakat bu hamlede, fizik ile metafiziğin birbirinin karşıtı gibi algılanması söz konusuydu. Okul caminin, öğretmen imamın ayrılmaz parçası iken, karşıtı gibi algılandı ya da gösterildi. Devletin öğretmeni tercih ettiği bu süreçte halkın imamı tercih etmesi kaçınılmazdı. Oysa okulu camiye egemen kılmaya çalışmak yerine, camiyi okulla barışık tutmak gerekiyordu. Belki yaşanan bu ikilemde, bu ülkenin aydınlarının tercihlerinin etkisi de vardı. Doğrusu, hiçbirini dışlamadan, “hem o hem o” diyebilmek önemliydi.

Bugüne kadar okuduklarımızın pek çoğu, kurumların ve yönetenlerin tarihidir. Toplumsal bilinçaltını şekillendiren izdüşümleri görebileceğimiz netlikte “öteki insanın hikâyesi” pek seyrek kaleme alınmıştır. Bu yüzdendir ki çok farklı sosyolojik evrelerden geçen bir toplumun tarihini okuduğumuzda, o toplumu oluşturan tüm kesimleri aynı sosyo-kültürel iklimden geçmişler gibi algılayabiliriz.

Okuduğunuz biyografik anı kitabı, bir insanın hayatından hareketle toplumsal tarihe ışık tutacak niteliği haiz bir kişisel tarih çalışmasıdır. Yazım türü itibarıyla diğer biyografi çalışmalarının bir benzeri sayılabilir. Onlardan farklı yanı ise bir köy imamının hayatının kaleme alınmış olmasıdır.

Sözünü ettiğim kişiyi, yani babamı ve onun hayatından hareketle toplumun nüvesini oluşturan kendi döneminin insanlarının bilinçaltı dekorunu ortaya koymak istedim. İnsan-toplum-devlet triosunda, bir köy imamının yaşamından yola çıkarak, bugüne ışık tutacağını ümit ettiğim bu kitabı yazmaya karar verdim.

Kaleme aldığım bu çalışmanın diğer bir amacı da içinde bulunduğumuz psiko-sosyal atmosferin yapı taşını oluşturan bireyin inşa sürecini ortaya koymaktır.

Kurucu iradenin, insanın iktisadi bir varlık olduğunu göz ardı etmesinin bugünkü sonucu yarattığını anlatmaya çalıştım.

Popüler tabirle “muhafazakâr” denilen ya da bir başka ifadeyle “mütedeyyin” olarak adlandırılan ve hiçbir ideolojik tavrı olmayan, bırakın “karşı devrim”i, devrim kavramının ne demek olduğunu bilmeyen insanların, jakoben bir zümrenin kendi ideolojik fantazyalarının mezesi yapılmaya çalışılmasının bugün karşımıza amaç birliği olmayan bir öfke koalisyonu olarak çıktığını özellikle tespit etmeye çalıştım.

Satır aralarında bireyin yaşamından hareketle Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki âcizliklerin günümüzdeki yansımalarını bir im olarak ortaya koymak istedim. Çağdaşlaşma adına konulan ideolojik hedeflerden, uygulamada gösterilen zaaflar ve uygulayıcılardan kaynaklanan aymazlıklardan ötürü zamanla nasıl uzaklaşıldığına dikkat çekmek istedim.

Onun hayatı olduğu için kitabı babamın anlatımıyla kaleme aldım. Bu konuda babamdan ve annemden büyük yardım gördüm. Ayrıca dönemin olaylarının aktarımında ve günümüz olaylarıyla karşılaştırılmasında dayımın ve eşimin babasının büyük katkısı oldu. Özellikle mahallî tanımlarda berrak hafızalarıyla bana çok yol gösterdiler. Hepsine çok teşekkür ediyorum.

Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir; ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılmaz.

    Farabi

İnsanların hayatına yön veren, istikbali tayin eden anlar vardır. Kimi öğretmenden duyduğu bir sözle, kimi tanık olduğu bir olayla, kimi başına gelen kazayla yaşamına yön verir. Benim yaşamımda da böyle anlar oldu. Ortalığa söylediğimiz, semada dalga dalga yayıldığına inandığımız sözlerin eyleme geçtiğinde ne denli etkili olduğunu yıllar sonra geriye dönüp baktığımda anladım. O güne kadar köydeki diğer çocuklar gibi akşama kadar dışarıda oynayan, akşam olunca evin yolunu tutan, bahçede, bağda verilen işleri yapan bir çocukken, ilkokula gitmek istediğimi söylediğim gün bambaşka bir serüvenin içine atıldım.

Benim küçüklüğümde köyde hocalık yapan kişi çoktu. Bunların önde gelenlerinden biri Hüseyin Hoca, diğeri de Hasan Hoca’ydı. Hüseyin Hoca, Hasan Hoca gibi sert mizaçlı, otoriter bir insan değildi. Namazını kıldırır, Kur’an öğretir, cemaatle oturur kalkardı. Hasan Hoca, köyün daha eski hocasıydı. Bir şey olduğunda önce Hasan Hoca’nın ne dediğine bakılırdı.

O vakitler okumak denilince, camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılırdı. Ben de Kur’an öğrenmek için ilk defa Hüseyin Hoca’nın önüne oturduğumda henüz ilkokula başlama yaşındaydım. Benim gibi pek çok kişi, köyümüzün imamlığını yapan Hüseyin Hoca’nın önünde incik kırmıştı.

Bir gün babam, Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyan üç çocuk görmüş. Onların Kur’an okumalarına heveslenerek bana da okutmayı aklından geçirmiş. Aynı günlerde ben köydeki okulun önünde çocuklarla oyun oynuyordum. O sırada biri, “Herkes okula yazılıyormuş, biz de yazılalım.” dedi. Ben de öğretmene gidip okula yazılmak istediğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öyle okula gitmek yoktu. Öğretmen eline bir defter alırdı. Yaşı gelmiş öğrenciye sorup kaydını yapardı.

Beni kaydeden, Çankırılı bir kadın öğretmendi. Ramazanda falan devamlı sakız çiğnediği için köyde ona “sakız çiğneyen öğretmen” derlerdi. Biz çocuk olduğumuz için pek yadırgamazdık ama büyüklerin tepkisini çekerdi.

Evimize geldiğimde müjde verir gibi, “Baba ben okula yazıldım!” dedim. Babam, “Oğlum, okulun içine girdin mi?” diye sordu. “Yoo!” dedim. “Eğer içeri girseydin gâvur olurdun!” diyerek beni korkuttu. Bu sözcük bugün filmlerde dahi yasaklansa da o vakitler kötü olan her şey bizim için “gâvur”du.

“Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bar bar bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.

“Herkes gidiyor, ben de gitsem ne olur baba?” dedim ama dinlemedi, “Seni sabah doğru Kalfat’a götüreceğim.” diyerek avludan içeri girdi.

Bir insan kendisini, ancak hayatın küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihnî bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Talihimiz içimizde çok gizli bir yerdedir.

Fakat ona erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız lazımdır.

    Ahmet Hamdi Tanpınar

İşin Yoksa Ara Gez

Bugün belde belediyesi statüsünde olan köyümüz, vaktiyle orman içinde bir yerleşim yeriydi. Şimdi mezarlık olan köy tepesine çıkıldığında koyu bir ormanlık görülürdü. Dere Mahallesi’ndekievlerin kalasları, kirişleri, o mezarlıktan kesilen çamlardan yapılmıştı.

Köyün arka tarafında, Ören denilen yerde bir kale ve kalenin yukarısında antik dönemden kalma eski mezarlar vardır. Orada, bir zamanlar bir hayat sürüldüğü biliniyor. Köyden çok kişi gidip, o mezarları kazıp gömü falan aramıştır. Kalenin yanı sıra Yörükler denilen mevkide de ayrı bir yerleşim varmış. Bazı kişilerin, oralarda çift sürerken, bir takım testi çömlek falan buldukları söylenir.

Köyümüzün yerleşimine ilişkin kesin bir tarih tespit edilemese de 300-500 yıllık bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Çankırı çevresinde ikamet eden, özellikle Kayı ve Bayat gibi Türk boylarına mensup insanlar, ilk önce köyün çevresine mezralar hâlinde, dağınık şekilde yerleşmişler. Çoklukla hayvancılık ve bahçecilik yaparak geçimlerini temin ettikleri için uzun yıllar bu şekilde yerleşimlerini sürdürmüşler. Zamanla Anadolu’da güvenlik sorunu baş gösterince insanlar bir araya gelme ihtiyacı hissetmişler.

Çevremizdeki bir çok köyün isminde “Kayı” vardır. Çaparkayı, Asarcıkkayı gibi. Bizim köyümüzün iki boyundan birinin Kayı, diğerinin de Bayat boyu olduğu söylenir. Orta’nın köylerinde falan da Kayı ismiyle anılan köyler vardır.

Çevrede dağınık şekilde duran ailelerin biraraya gelerek köyün bugünkü yerinde iskân olmaları aslında biraz da korunma kaygısından kaynaklanmış. Devlet otoritesinin kalmadığı 18. yüzyılda her tarafta türeyen eşkıyaların şerrinden sakınmak için mezra gibi küçük yerleşim yerlerini terk edip köyümüzü kurmuşlar. Eşkıya falan köye geldiğinde sık ormanlık alanda insanları arayıp bulamazmış. Büyükbabam, köyün arkasındaki Yörük Yaylası tarafından gelip köye yerleşmiş. Kimileri Sivri tarafından, kimileri Aydos tarafından gelmiş.

Köydeki kök isimlere bakıldığında, köyün nüvesini beş altı ailenin oluşturduğu görülür. Bu büyük ailelerin birleşiminden köy oluşmuş. Soyadı kanunundan önceye gidilip, ailelerin kökenlerine ulaşıldığında köyün çoğu birbiriyle akrabadır. Örneğin Kadir Çavuşgile “köy ağası” derlerdi. Örneğin köyde Uğur, Uygur, Yılmaz ve Karan soyadlarını taşıyanlar akrabadır.

Bugünkü anlamda bir kooperatif çalışması ya da imar düzenlemesinin sonucunda oluşmadığı için Anadolu’daki pek çok yerleşim yerinin öyküsü söylentilere dayanmaktadır. Antik dönemden izler taşımıyorsa yerleşim yerine ilişkin bilinenler, sözlü kültürle nakledilen kadardır.

Türkiye’de köy ve yer isimlerini değiştirmek bir dönem pek yaygındı. Bizim köyümüzün adı da değiştirilip Gürpınar yapılmıştı. Aklım erip, Ankara’ya 80 kilometre mesafede olan köyümüzün isminin neden değiştirildiğini düşünmeye başladığımda, o gün itibarıyla anlamsız gelen Ereğez adından hareketle “Köyümüz de eski Ermeni ya da Rum yerleşim yerlerinden biri miydi acaba?” diye sormaktan kendimi alamadım.

Köyümüzün gerçek adına ilişkin değişik rivayetler olsa da bilinen en yaygın rivayet şöyle:

Köyün ilk kurucularından sayılan Zalif Hoca, köydeki geçim kaynaklarının kıtlığına dikkat çekmek için, “Oğlum burada durmayın, nasibinizi arayın, gezin.” dediği söylenir. Köy bol sulu bir vadi ağzında olmasına rağmen kışların çetin ve uzun geçmesi nedeniyle ve hayvancılık yaparak geçinmenin de zor olmasından ötürü böyle demiş olmalı.

Daha önce de belirttiğim gibi köyümüzün olduğu yer ormanlık bir alanmış. Uzun ve sık ağaçlardan dolayı ormanda dolaşmak zor, saklanmaksa kolaymış. Bir gün köyü eşkıyalar bastığında, köy halkı ağaçların tepesine çıkarak saklanmış. Eşkıyalar aşağıda insan ararken yukardan bakanlar, “Arayın gezin, işiniz ne!” demişler. Aragez ve Ereğez ismi oradan kalmış.

Köyümüzün iklim yapısı da İç Anadolu ile Karadeniz bölgesinin sentezi gibidir. Bu nedenle köyümüzde insanlar karınlarını doyurmak için tarla ve bahçe işleriyle uğraşmışlardır ancak iklim ve coğrafya insanların bütün ihtiyaçlarına cevap vermediği için köylülerin çoğu Zalif Hoca’nın dediğini doğrulamak istercesine, nasiplerini hep dışarıda aramışlardır.

Hayatta bir gayesi olmayan insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler. Kendileri gitmezler, suyun akışına kapılırlar.

    Seneca

Ticaret Kilcilikle Başladı