banner banner banner
Alâeddin’in Sihirli Lambası
Alâeddin’in Sihirli Lambası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Alâeddin’in Sihirli Lambası


Mağribi, sabah olur olmaz soluğu Alâeddinlerin evinde almış. Kapıyı ona delikanlının annesi açmış ve kendisini eve buyur etmiş; fakat Mağribi içeri girmeyi reddetmiş ve Alâeddin’i alarak pazar yerine götürmek istediğini söylemiş. Kapıda amcasının sesini duyan Alâeddin ise koşa koşa onun yanına gelmiş ve ellerini öperek hayırlı sabahlar dilemiş. Sonra da büyücünün elini tutmuş ve alışveriş yapmak üzere dolaşmaya başlamışlar. İlk iş kıyafet satan güzel bir dükkâna girmişler. Mağribi en gösterişli kıyafetlerini getirmelerini söylemiş. Bunun üzerine dükkân sahibi çeşit çeşit giysileri önlerine dizmiş. Büyücü, Alâeddin’e:

“İstediğini seç oğlum.” demiş.

Alâeddin, amcasının kıyafet seçimini kendisine bırakması üzerine büyük bir sevinç duymuş ve en beğendiği kıyafeti göstermiş. Mağribi, onun istediği kıyafeti satın aldıktan sonra delikanlıyı hamama götürmüş. Bir temiz yıkanıp paklanmış ve şerbetlerini yudumlamışlar. Sonra Alâeddin oldukça neşeli bir hâlde yeni kıyafetlerini giyinmiş ve amcasının elini öpüp yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmiş.

Büyücü ve Alâeddin, hamamdan çıktıktan sonra tüccarların dükkânlarını gezmeye başlamışlar. Mağribi, alışveriş yapanları göstererek çocuğun dikkatini dağıtmaya çalışıyor:

“Oğlum, şimdi yapacağın en iyi şey ahaliyi, özellikle de tüccarları tanımak. Böylece yakın bir zamanda yapacağın iş hakkında bir şeyler öğrenebilirsin.” diyormuş.

Sonra da ona şehri gezdirmiş. Büyük camileri, tarihî yerleri, kısacası görülebilecek her yeri göstermiş. Gezme faslı bitince de yemek yemek üzere büyücünün kaldığı hana gitmişler. Kendilerine gümüş tepsilerde sunulan yemeklerden yiyip içeceklerini yudumladıktan sonra da evlerine doğru yola koyulmuşlar. Büyücü, etraftaki heybetli binaları Alâeddin’e gösteriyor, sarayları gezdiriyor, malikânelerin güzelliğini anlatıp duruyormuş. Nihayet akşam olunca da onu kendi kaldığı hana götürmüş.

Mağribi, kervansarayda kalan bütün tacirleri akşam yemeğine çağırmış ve onlara yeğenini, yani Alâeddin’i tanıtmış. Yemek yenip de karanlık iyiden iyiye bastırmaya başlayınca da onu annesinin evine geri götürmüş. Annesi, oğlunun âdeta bir tüccara benzediğini görünce şaşkınlıktan neredeyse dilini yutuyormuş. Sevincinden gözleri dolmuş. Sonra kendilerine bu kadar iyilik yapan sözde akrabasına teşekkür etmiş:

“Ah benim kayınbiraderim! Sana nasıl teşekkür edeceğimi, bu iyiliklerinin karşılığını nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki ömrümün kalan günlerinde sana dua edeceğim.”

Büyücü: “Aşk olsun yenge! Böyle şeylerin lafı mı olur? Bu delikanlı benim oğlum sayılır, onun babasının yerinde artık ben varım. Sen gönlünü ferah tut!” demiş.

“Gelmiş geçmiş bütün azizlerin yüzü suyu hürmetine yüce Allah’tan dileğim, seni koruyup kollamasıdır. Allah benim ömrümden alsın senin ömrüne katsın ki bu yetimi koruyup kollayasın. Emin ol ki kendisi sana hep itaat edecek, sözünden çıkmayacaktır.”

“Alâeddin artık aklı başında bir genç, yenge. Tek dileğim, babasının izinden gitmesi ve sana hayırlı bir evlat olması. Ama şöyle bir durum var: Dükkânı yarın açamayacağım; çünkü yarın günlerden cuma. Buradaki bütün tüccarlar cuma namazını kıldıktan sonra şehrin dört bir yanını gezer, eğlencelerine bakarlar. Merak etme, cumartesi günü inşallah dükkânını açacağım ve kendi işimizi kuracağız. Bu arada, yarın erkenden gelip Alâeddin’i almayı düşünüyorum. Onu diğer tüccarlarla birlikte gezmeye götüreceğim. Bu sayede hem hayatı boyunca görmediği güzellikte yerleri görme şansı yakalayacak hem de tüccarlarla tanışıp işi hakkında fikir sahibi olacak.”

Büyücü, geceyi kervansarayda geçirmiş. Şafak söker sökmez de Terzi Mustafa’nın evine gelmiş. Meğer Alâeddin o gece, giydiği güzel kıyafetlerin sevincini, hamam sefasını, şehir gezmesini, yiyip içtiği lezzetli yemekleri düşünmekten gözünü bile kırpmamış. Sabırsız genç, kapının çaldığını duyar duymaz fişek gibi fırlamış ve amcasının boynuna atılmış, sonra da elini tutarak onunla beraber yürümeye başlamış. Bu arada Mağribi:

“Sevgili yeğenim, bugün seni öyle yerlere götüreceğim ki aklın duracak!” demiş ve delikanlıyı eğlendirmeye, güldürmeye başlamış. Böyle böyle şehir kapısından çıkmışlar ve büyücü, Alâeddin’e birbirinden güzel bahçeleri, muazzam binaları göstermiş. Ne zamanki bir malikâne ya da saray görecek olsalar Mağribi, delikanlıya:

“Nasıl beğendin mi sevgili yeğenim?” diyormuş.

Alâeddin, hayatı boyunca varlığından bile haberdar olmadığı bu şahane şeyleri gördüğü için neredeyse sevincinden havalara uçacakmış. Şehrin dışındaki yerleri gezmekten yoruldukları vakit, yakınlarda bulunan büyük bir bahçeye girmiş ve karşılarına çıkan manzarayı seyre dalmışlar. Mis kokulu bahçelerin arasından geçen minik dere, altın gibi parlayan sarı pirinçten yapılma aslan heykelleri, incelikle tasarlanmış çeşmeler ikisini de büyülemiş. Nihayet küçük bir gölün yanına gidip bir parça soluklanmak istemişler. Amcası olduğunu düşündüğü adamla birlikte vakit geçirmek Alâeddin’i fazlasıyla mutlu ediyormuş. Bir süre sonra Mağribi ayağa kalkmış ve yanında getirdiği torbadan kuruyemiş vesaire çıkarıp Alâeddin’e vermiş. Ona:

“Sevgili yeğenim, sanırım acıktın. Gel de karnını doyur.” demiş.

Bunun üzerine delikanlı, amcasının verdiği şeyleri yemeye koyulmuş. Hayat, onun için çok güzelmiş…

Büyücü, “Hadi artık kalkalım oğlum! Bu kadar dinlendiğimiz yeter. Birazcık daha gezelim, sonra da evlerimize döneriz.” demiş.

Alâeddin derhâl ayağa kalkmış ve büyücü ile beraber yeniden yollara düşmüş. Bahçeleri, bostanları gezip esaslı bir yol aldıktan sonra kendilerini çıplak bir tepede buluvermişler. Hayatı boyunca şehrin kapısından bir kez bile dışarı çıkmamış olan delikanlı, bu kadar yolu yürüdükten sonra Mağribiye:

“Nereye gidiyoruz amcacığım? Bağlar, bostanlar hep arkamızda kaldı. Bu tepede ne işimiz var? Gideceğimiz yol daha çok mu? Ben yorgunluktan neredeyse bayılmak üzereyim de… Buralarda bahçe yok. Geri dönelim mi?” deyince büyücü:

“Hayır oğlum, önümüzde bir sürü bahçe var daha. Doğru yoldayız merak etme. Şimdi sana göstereceğim bahçe o kadar güzeldir ki böylesi sultanların saraylarında bile yoktur. Dünyanın en güzel bahçesine gideceğiz yavrum. Hadi gücünü toparla da yolumuza devam edelim. Artık koca adam oldun sen çok şükür!” demiş.

Böyle böyle tatlı sözlerle Alâeddin’i yatıştırıyor, adi yalanlarını parlak sözlerle süslüyormuş hain büyücü. Nihayet Mağripli büyücüyü Çin yollarına düşüren o yere gelmişler. Buraya ulaştıklarında Alâeddin’e:

“Sen şimdi buraya otur ve dinlenmene bak. Gelmek istediğimiz yer burası çünkü. Birazdan sana göstereceğim şeyler karşısında hayretten dilin tutulacak. Dediğim gibi, böylesini daha önce hiç kimse görmedi. Şimdi şahit olacağın şey gerçekten de müthiş… Ah sen ne şanslısın! Ha bu arada, dinlenip de kendini toparladığın zaman etraftaki dalları topla ve ateş yak. O zaman sana bahsettiğim şeyleri göstereceğim.” demiş.

Bu sözleri duyan delikanlı, amcasının kendisine göstereceği şeyler üzerinde düşünmeye başlamış ve bütün yorgunluğunu unutarak ince, kuru dal parçaları toplamaya başlamış. Büyücü kendisine: “Bu kadar yeter, yeğenim.” deyinceye kadar da dal toplamaya devam etmiş.

Sonra büyücü, cebinden küçük bir kutu çıkarmış ve içindeki tütsüleri yakmış. Bir yandan da dualar ediyor ve ne olduğu anlaşılmayan sözler mırıldanıyormuş. Büyücünün tuhaf sözleri bittiğinde önce şiddetli bir gök gürültüsü duyulmuş. Sonra da yer sarsılarak yarılmış. Alâeddin’e gelince… Zavallı çocuk, korkusundan ne yapacağını şaşırmış ve kaçmaya çalışmış. Bunu gören Mağribi ise büyük bir öfkeye kapılmış; çünkü delikanlı olmazsa yaptığı her şey boşa gidermiş. Bulmak için didinip durduğu hazineye Alâeddin olmadan ulaşması imkânsızmış. İşte bu yüzden Alâeddin’in kaçma teşebbüsü onu fazlasıyla öfkelendirmiş. Bu sinirle delikanlıya okkalı bir tokat indirmiş. Zavallı çocuk, bu darbenin etkisiyle bayılarak yere yığılmış; fakat bir süre sonra büyücü, sihir gücüyle onu ayıltmış. Alâeddin, kendine geldiğinde ağlayarak:

“Amcacığım, söyler misin bunları hak edecek ne yaptım ben?” demiş.

Mağribi ise delikanlıyı teskin etmeye çalışmış:

“Ah benim oğlum! Ben sadece senin adam olman için uğraşıyorum. Onun için bana karşı gelme. Senden tek istediğim, bana itaat etmen. Birazdan göreceğin müthiş şeyler bütün bu çektiklerini sana unutturacak. Buna emin olabilirsin.”

Büyücü, sözlerini bitirdiği anda yer yarılmış ve koca bir mermer taşı çıkmış ortaya. Bir yandan büyü yapıyor, diğer yandan Alâeddin’e:

“Eğer sana söylediğim şeyleri yaparsan sultanlardan bile daha zengin olursun. Evet, sana vurdum; çünkü burada sana ait olan koca bir hazine var. Sense bu serveti bırakıp kaçmaya davrandın. Şimdi kendine gel ve büyülü sözlerle yeri nasıl ikiye ayırdığımı gör. Şu gördüğün mermer taşın altında paha biçilmez bir hazine var. Şimdi senden istediğim, bu taşı kaldırman; çünkü bunu yapabilecek tek kişi sensin. Şu ölümlü dünyada senden başka hiçbir insan bu değerli şeyleri göremeyecek; ama bunu yapabilmen için sana öğreteceğim şeylere dikkatle kulak vermen gerekiyor. Dediğim gibi, sana söyleyeceklerime sakın ola ki karşı gelme! Bütün bunlar sadece ve sadece senin iyiliğin için evladım. Bu hazine dünyada eşi benzeri olmayan mücevherlerden oluşuyor ve hepsi bizim olacak!” diyormuş.

Zavallı Alâeddin, bütün yorgunluğunu, yediği dayağın acısını unutmuş, gözyaşlarını silmiş. Büyücünün sözleri karşısında büyük bir hayret ve sevinç duyuyormuş. Sultanların bile sahip olmadığı bir zenginliğe ulaşma hayali ona yetiyormuş.

Büyücüye: “Amcacığım, ne istersen söyle. Her şeyi yapacağım!” demiş.

Mağribi: “Ah yeğenim! Sen benim kendi çocuğum gibisin, çok değerlisin. Senden başka ne dostum var ne de akrabam. Sen benim vârisimsin.” demiş ve Alâeddin’i öperek “Bütün bu uğraşlarım ne için sanıyorsun? Ne yapıyorsam senin için yapıyorum ben. Zengin, güçlü bir adam olmanı istiyorum. Onun için sana söylediklerimi yapmalısın. Şimdi lütfen şu taşı kaldır.” diye eklemiş.

Alâeddin, “Ama amcacığım bu taş çok ağır, tek başıma kaldıramıyorum. Lütfen bana yardım et. Ben bunun için çok küçüğüm.” demiş.

“Canım yeğenim, eğer sana yardım edersem hazineyi bulmamız mümkün olmaz. Bütün emeklerimiz boşa mı gitsin istiyorsun? Biraz daha gayret et ve taşı kaldırmaya çalış, eminim başarılı olacaksın. Dediğim gibi, bu taşı senden başka kimsenin kaldırması mümkün değil. Bu arada taşı kaldırırken kendi adını ve anne babanın adını söyle. Bu sayede taşı bir seferde kaldırabileceksin. Ağırlığını hissetmeyeceksin bile…”

Bunun üzerine delikanlı, bu zorlu görevin hakkından gelebilmek için gücünü iyice toparlamış ve anne babasının adını söyleyerek taşı bir seferde kolayca kaldırıp kenara fırlatmış.

Meğer taş, bir yer altı mahzeninin girişini kapatmaktaymış. On iki basamaktan oluşan eski bir merdiven ile iniliyormuş buraya.

Mağribi: “Alâeddin, şimdi kafanı iyice toparla ve sana söyleyeceklerimi harfiyen yerine getir. Senden bu mahzene inmeni istiyorum. En derine ulaşıncaya kadar da inmeye devam et. Aşağıda tam dört tane geniş dehliz göreceksin. Bu dehlizlerin her birinde ağzına kadar altın ve gümüşle dolu sandıklar var. Ama dikkatli olman gerekiyor, kıyafetlerinle bile olsa hiçbir yere temas etmemelisin. Sandıkları gördükten sonra bir saniye bile oyalanmadan yürümeye devam et. Eğer bu dediklerimi yapmazsan anında koca bir taşa dönüşürsün ona göre! Dördüncü dehlize ulaştığında karşına bir kapı çıkacak, o kapıyı açarken yine kendi adını ve anne babanın adlarını söylemeyi ihmal etme. Bu dehliz, çeşit çeşit meyveleri olan ağaçlarla süslü bir bahçeye açılıyor. Burada yaklaşık elli cubit[1 - Dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü (ç.n.).] uzunluğunda bir yol var, o yoldan karşıya geçtiğinde geniş bir salona çıkacaksın. İşte bu salonun tavanından sarkan otuz basamaklı bir merdiven var. Bu merdivenden çık ve orada bulacağın lambayı içindekileri boşalttıktan sonra cebine koy. Lambanın içinde senin bildiğin türden yağ yok, onun için rahat ol. Dönüş yolunda ağaçlardan istediğini toplayabilirsin. Tabii ilk önce lambayı almış olman gerekiyor.” demiş.

Mağribi, talimat verme işini bitirdikten sonra cebinden bir mühür yüzüğü çıkarmış ve Alâeddin’in parmağına takarak:

“Oğlum, bu yüzük seni başına gelecek bütün kötülüklerden koruyacaktır. Tabii sana söylediklerimi yerine getirdiğin müddetçe… Hadi şimdi ayağa kalk ve merdivenlerden aşağı in. Bütün gücünü topla ve elinden gelenin en iyisini yapmaya bak. Hem korkacak ne var yahu? Sen artık kocaman adam oldun ve kısa bir süre sonra herkesin kıskanacağı büyük bir servete kavuşacaksın.” demiş.

Bunun üzerine Alâeddin, mahzenin merdivenlerinden inmeye başlamış. Büyücünün bahsettiği altın dolu sandıkların olduğu dört dehlizi büyük bir ihtimamla geçmiş ve bahçeye ulaşmış. Bir müddet yürüdükten sonra da salona varmış ve merdivenlerden tırmanıp lambayı almış. Ateşini söndürdüğü lambayı, içindeki yağı boşalttıktan sonra cebine koymuş. İkinci kez bahçeye çıktığında ise ağaçların güzelliğini seyretmeye, kuşların Yaradan’ı tespih edişini dinlemeye dalmış.

Delikanlı, telaşla lambayı bulmaya çalıştığından gelirken fark etmemiş buraların güzelliğini. Meğer bu ağaçların dallarından meyve yerine değerli taşlar sarkmaktaymış. Bu taşların âdeta şiir gibi bir güzelliği varmış. Çeşit çeşit renkleri ve insanın gözünü alan parlaklıklarıyla seyredilesi bir manzaraymış. Büyüklüklerine gelince, dünyadaki hiçbir sultan, bu irilikte mücevherlere sahip değilmiş. Alâeddin, ağaçların arasında yürüyerek bütün bu muhteşem şeyleri seyrediyor, gördükleri karşısında inanılmaz bir şaşkınlık duyuyormuş. Bu taşları iyice incelemeye koyulduğunda bir kez daha hayran kalmış; bunlar, paha biçilemez mücevherlerin yapıldığı taşlarmış. Elmaslar, zümrütler, yakutlar, inciler… Delikanlı hayatında görmemiş böylelerini. Hâlâ küçük bir çocuk olduğundan ne kadar değerli olabilecekleri hakkında hiçbir fikri yokmuş. Nihayet ceplerini bu taşlarla doldurmaya karar vermiş. Fakat şaşkın genç, bütün taşların camdan ya da billurdan olduğunu sanıyormuş. İlk başta gerçek meyveler olduğunu düşündüğü bu taşları yiyemeyeceğini anlayınca da:

Ben de bu cam parçalarını eve götürür, onlarla oynarım, demiş kendi kendine.

Böyle böyle bol miktarda taş toplamış, bütün ceplerini, kuşağını, sarığını doldurmuş. Taşıyabileceğinden bile daha fazlasını toplamış; fakat hâlâ bunların cam olduğunu düşünüyormuş. Sonra birden aklına amcası gelmiş ve aceleyle yürüyerek dehlizleri geçmiş. Amcası sandıklardaki altınlardan almasına izin verse de delikanlı dönüp bakmamış bile. Nihayet mahzenin merdivenlerinden çıkmaya başlamış; fakat tam da son basamağa geldiğinde yardım almadan çıkamayacağını anlamış. Bu basamak diğerlerinden bile daha yüksek görünmüş gözüne nedense. Mağribiye:

“Amcacığım, bana elini uzat da tırmanayım.” deyince büyücü:

“Oğlum, sen şimdi lambayı bana ver, yükünü hafiflet. Böylece rahatça tırmanırsın.” demiş.

“Bana ağırlık yapan lamba değil ki! Lütfen elini uzat da çıkayım.”

Tek amacı lambaya ulaşmak olan büyücü, Alâeddin’e ısrar etmeye başlamış; fakat delikanlı taşların ağırlığından dolayı lambayı uzatmayı başaramamış. Delikanlıya ısrar ederek boşa kürek çektiğini anlayan büyücü büyük bir öfkeye kapılmış. Zavallı Alâeddin lambaya uzanmayı başaramıyormuş oysaki… Delikanlı, mahzenden çıkar çıkmaz onu vereceğine dair yeminler ediyormuş, aklından hiçbir kötülük geçirmeden. Büyücü ise lambaya ulaşmaya dair bütün ümitleri tükendiğinden daha bir sinirlenmiş. Tütsüler yakıp sihirli sözleri söylemiş ve mahzenin mermerden kapağı kendiliğinden kapanmış. Sihrin etkisiyle her şey eski hâline dönmüş ve kapağın üzeri toprakla kaplanmış. Zavallı Alâeddin, dışarı çıkmayı başaramamış.

Büyücünün tek amacı, Alâeddin’i kullanarak lambaya ulaşmakmış. Bunu başaramayınca da toprağı üzerine kapatarak delikanlıyı açlıktan ölmeye terk etmiş. Bu büyücü, doğma büyüme Afrikalıymış. Küçük yaşlardan itibaren sihirle, büyüyle uğraşırmış. Böyle böyle büyü sanatında uzmanlaşmış. Zaten böyleleri en iyi Afrika diyarında yetişir… Büyücülük konusunda her şeyi öğrenmek için çok okumuş, çok emek vermiş. Dile kolay kırk yıl… Tam kırk yıl boyunca öğrenilebilecek ne kadar sihirli söz varsa hepsini öğrenmiş. Günlerden bir gün, şeytanın ilhamıyla olsa gerek, Çin ülkesindeki Al-Kalas şehrinde bulunan gömülü bir hazinenin varlığından haberdar olmuş. Bu hazine öyle bir hazineymiş ki dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Daha da önemlisi, mahzende bulunan sihirli lambaymış… Bu lambaya sahip olan adama hiç kimse galip gelemezmiş. İster dünyanın en zengin adamı olsun isterse en kuvvetli hükümdarı hiç kimse bu lambanın gerçekleştirebileceklerinin yanından geçemezmiş.

Mağribi, yaptığı büyüler sayesinde, bu hazineye ancak ve ancak Alâeddin isimli bir delikanlının yardımıyla ulaşabileceğini anlamış. Bu genç, hazinenin bulunduğu şehirde yaşıyormuş ve oldukça fakir bir aileye mensupmuş. Büyücü, bu işin tereyağından kıl çekmek kadar kolay olacağını düşünüyormuş. Derhâl hazırlıklarını tamamlamış ve Çin diyarına doğru yola çıkmış. Alâeddin’i kandırdıktan sonra lambaya ulaşacağına eminmiş; fakat hesaplar altüst olmuş. Bütün ümitleri suya düşmüş, bütün emekleri boşa gitmiş. Bu sebepten, delikanlının ölmesinin en iyisi olacağına karar vermiş ve onu mahzende terk edip büyü gücünü kullanarak üstünü koca bir toprak tabakasıyla kapatmış. Zavallının öleceği onun umurunda bile değilmiş.