banner banner banner
Alâeddin’in Sihirli Lambası
Alâeddin’in Sihirli Lambası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Alâeddin’in Sihirli Lambası

Alâeddin’in Sihirli Lambası
Anonim

Alâeddin’in serseri arkadaşlarıyla vakit öldürdüğü günlerin birinde Mağrip diyarından, yani güneşin battığı yerden gelen bir ihtiyar, yanlarına yaklaşarak oğlanları, özellikle de Alâeddin’i dikkatli gözlerle incelemeye başlamış. Meğer bu adam, Faslı bir büyücüymüş ve sihir gücüyle dağları birbiri üzerine bindirebilirmiş. Kendisi aynı zamanda da bir müneccimmiş. Alâeddin’i bir süre gözlemledikten sonra şöyle düşünmüş:“Arayıp bulmak için ülkemden ayrıldığım o şeyi elde edebilmek için işte böyle bir delikanlıya ihtiyacım var!” (…) Bu büyücü, doğma büyüme Afrikalıymış. Küçük yaşlardan itibaren sihirle, büyüyle uğraşırmış. Böyle böyle büyü sanatında uzmanlaşmış. Zaten böyleleri en iyi Afrika diyarında yetişir… Büyücülük konusunda her şeyi öğrenmek için çok okumuş, çok emek vermiş. Dile kolay kırk yıl!.. Tam kırk yıl boyunca öğrenilebilecek ne kadar sihirli söz varsa hepsini öğrenmiş. Günlerden bir gün, şeytanın ilhamıyla olsa gerek, Çin ülkesindeki Al-Kalas şehrinde bulunan gömülü bir hazinenin varlığından haberdar olmuş. Bu hazine öyle bir hazineymiş ki dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Daha da önemlisi, mahzende bulunan sihirli lambaymış… Bu lambaya sahip olan adama hiç kimse galip gelemezmiş. İster dünyanın en zengin adamı olsun isterse en kuvvetli hükümdarı hiç kimse bu lambanın gerçekleştirebileceklerinin yanından geçemezmiş.

Alâeddin’in Sihirli Lambası

Uzak diyarlardan birinde, Çin ülkesinde, Mustafa isimli oldukça fakir bir terzi yaşarmış. Bu adamın Alâeddin adında bir oğlu varmış ki dostlar başına! Alâeddin yaramaz, haylaz, haşarı bir çocukmuş. On yaşına geldiğinde babası ona kendi mesleğini öğretmeye karar vermiş. Çocuğuna doğru düzgün bir tahsil temin edecek zenginliğe sahip olmadığı için de onu kendi dükkânında eğitmek istemiş; ama Alâeddin öylesine arlanmaz, öylesine uslanmaz bir çocukmuş ve arkadaşlarıyla haylazlık yapmaya o kadar çok alışkınmış ki babasının dükkânında vakit geçirmeye dayanamazmış. Olur da babası müşterileriyle görüşmek ya da herhangi bir işi halletmek için dışarı çıkarsa derhâl dükkândan kaçar ve mahallenin diğer yaramazları ile birlikte oynamaya başlarmış. Ne nasihat ne de azar işitmek onu yolundan döndürmezmiş. Anne babasının sözünü dinlemez, bir baltaya sap olmak için en ufak bir gayret göstermezmiş. Oğlunun yaramazlığına kalbi daha fazla dayanamayan terzi hastalanarak vefat etmiş. Fakat Alâeddin, eski alışkanlıklarını bir türlü bırakmıyormuş. Kocasının ölümüne rağmen oğlunun tembelliğe devam ettiğini ve hiçbir işe yaramadığını gören kadın, kocasından kalan her şey ile birlikte dükkânı satmış ve yün eğirmeye başlayarak geçimlerini temin etmeye çalışmış. Zavallı kadın, böylesine meşakkatli bir işle uğraşarak oğlunun ve kendisinin rızkını kazanmaya çalışıyormuş. Alâeddin’e gelince… Babasının baskısından kurtulunca kötü alışkanlıklarına devam etmekle kalmamış, onlara yenilerini eklemiş. Yemek saatleri dışında eve uğramaz, annesinin binbir güçlükle önüne koyduğu yemeği arsızlıkla yermiş. Alâeddin, böyle böyle on beş yaşına gelmiş.

Serseri arkadaşlarıyla vakit öldürdüğü günlerin birinde Mağrip diyarından, yani güneşin battığı yerden gelen bir ihtiyar, yanlarına yaklaşarak oğlanları, özellikle de Alâeddin’i dikkatli gözlerle incelemeye başlamış. Meğer bu adam, Faslı bir büyücüymüş ve sihir gücüyle dağları birbiri üzerine bindirebilirmiş. Kendisi aynı zamanda da bir müneccimmiş. Alâeddin’i bir süre gözlemledikten sonra şöyle düşünmüş:

Arayıp bulmak için ülkemden ayrıldığım o şeyi elde edebilmek için işte böyle bir delikanlıya ihtiyacım var!

Derhâl civarlardaki çocuklardan birini yanına çağırmış ve ona Alâeddin hakkında sorular sormaya başlamış.

“Bu çocuk kimin oğlu?” demiş ve hakkında iyiden iyiye bilgi topladıktan sonra Alâeddin’in yanına giderek:

“Oğlum, sen Terzi Mustafa’nın oğlu musun?” diye sormuş.

“Evet efendim. Ama babam uzun zaman önce vefat etti.”

Bu sözleri duyan büyücü derhâl, Alâeddin’in boynuna sarılmış ve onu öpmeye başlamış. Bu arada gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyormuş. Adamın bu hâlini gören Alâeddin:

“Neden ağlıyorsunuz efendim? Hem siz benim babamı nereden tanıyorsunuz?” diye sormuş.

Yumuşak, duygulu bir sesle söze başlamış Mağribi: “Sen nasıl benim kim olduğumu soruyorsun? Ben senin babanın kardeşiyim. Uzun zamandır sürgündeydim. Buraya döndüğümden beri de babanı arar dururum. Onunla konuşmayalı o kadar zaman oldu ki… Şimdi de kendisinin vefat ettiğini duydum. Ama ‘Kan kanı çeker.’ dedikleri kadar varmış doğrusu. Seni o çocukların arasında gördüğüm anda tanıdım. Gerçi ben buradan ayrıldığımda baban evli bile değildi.”

Büyücü, terzinin zavallı yetimine, “Oğlum Alâeddin, babanın cenazesini kaçırdım, kendisiyle buluşup hasret gidermek, acı dolu sürgün yıllarımın ardından bir parça da olsa teselli bulmak istiyordum. Ölmeden önce son bir kez de olsa onu görmek isterdim. Ama yazgımızdan kaçamayız, değil mi? Kim yüce Allah’ın düzenine karşı gelebilir ki zaten?” demiş ve onu bir kez daha göğsüne bastırarak devam etmiş: “Ah benim oğlum! Artık senden başka hiçbir tesellim yok şu hayatta. Baban yerine sen varsın artık benim için; çünkü sen onun evladısın ve şu hayatta geride bir evlat bırakan adam aslında hiç ölmemiştir!”

Büyücü, sözlerini bitirdikten sonra cebinden on altın çıkarmış ve Alâeddin’e vererek:

“Peki oğlum senin evin nerede, annen, kardeşimin dul kalan eşi şimdi ne yapar?” diye sormuş.

Bunun üzerine Alâeddin, onu evine götürmek üzere ayağa kalkmış. Bu arada büyücü şunları söylüyormuş:

“Oğlum, bu parayı annene götür ve ona selamlarımı ilet. Kendisine benim -yani amcanın- sürgünden döndüğümü ve Allah’ın da izniyle yarın kendisini ziyaret edip kardeşimin hayatını sürdürdüğü evi görmek istediğimi söyle.”

Alâeddin, koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Her zamanki umursamaz hâlinin aksine derli toplu bir biçimde girmiş içeri. Zaten yemek vakti haricinde eve gelmek gibi bir alışkanlığı da yokmuş. Büyük bir heyecanla anlatmaya başlamış annesine:

“Anneciğim sana sürgünden dönen amcamın müjdesini vereceğim. Bol bol selam söyledi sana.”

“Ah oğlum!” diye karşılık vermiş annesi. “Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu amca da kim Allah aşkına? Nereden çıktı?”

“Ne demek nereden çıktı? Şimdi benim bu hayatta amcam ya da akrabam yok mu hiç? Söylemek istediğin bu mu? Babamın kardeşinden bahsediyorum. Bana sarılan, beni öpen, gözyaşlarıyla bağrına basan adamdan… Sana bunları söylememi o istedi.”

“Aslına bakarsan senin bir amcan vardı ama kendisi uzun zaman önce vefat etti. Başka da bir amcan yok bildiğim kadarıyla.”

Büyücü, ertesi sabah Alâeddin’i bulmak üzere yola koyulmuş. Ondan uzak durmaya gönlü razı gelmiyormuş bir türlü. Böyle böyle şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşmaya başlamış. Nihayet onu bulduğunda delikanlı, hayta arkadaşlarıyla birlikte oyalanıyormuş her zamanki gibi… Mağribi, yine onun yanına yaklaşmış, elini tutmuş ve iki dinar uzatarak:

“Bu parayı alıp derhâl annenin yanına git ve ‘Amcam akşam yemeğine bize gelecek.’ de. Bize şöyle mükellef bir sofra hazırlasın. Ama önce bana sizin evinizi bir kez daha gösteriver.” demiş.

“Başım gözüm üstüne amcacığım!” deyip önden yürüyerek evine giden yolu göstermiş Alâeddin. Sonra da büyücü kendi yoluna gitmiş zaten. Alâeddin yine pürtelaş eve girmiş ve annesine parayı vererek:

“Amcam yemeğe bize gelecek.” demiş.

Annesi, derhâl pazara gidip öteberi satın almış. Sonra da komşularına uğrayıp tencere, tabak vesaire alıp yemek hazırlamaya koyulmuş. Akşam yemeği vakti geldiğinde de Alâeddin’e:

“Oğlum, yemek hazır ama belki amcan evin yolunu bilmiyordur. Hadi git de onu karşılayıver.” demiş.

Alâeddin’in, “Başüstüne!” demesiyle kapının çalınması bir olmuş. Büyücü, lezzetli meyveler ve şarap taşıyan bir köle eşliğinde kapıdaymış. Delikanlı, adamı içeri almış. Köle de yoluna gitmiş.

Büyücü, sözde yengesini selamlamış ve ağlamaya başlayarak:

“Kardeşim nereye otururdu?” diye sormuş.

Kadın, kocasının oturduğu yeri gösterdiğinde büyücü orada secdeye kapanmış ve yeri öperek:

“Ah ben ne zavallı, ne şanssız adamım! Çünkü seni kaybettim. Kardeşim, gözümün nuru…” demiş.

İşte bu şekilde feryat figan ağlamış. Gözyaşları içinde dövünmekten yorulduğu anda da bayılıp yere düşmüş. Bu görüntü, Alâeddin’in annesini, adamın samimiyetine ve doğruları söylediğine ikna etmeye yetmiş. Kadın, büyücünün yanına gitmiş ve onu yerden kaldırarak:

“Böylesine kendinizi hırpalamanızın ne anlamı var?” demiş.

Bir müddet kendisini teselli ettikten sonra da büyücüyü divana oturtmuş. Adam kendine geldiğinde de önüne yemek tepsilerini koymuş. Mağribi konuşmaya başlamış:

“Hayatınız boyunca beni görmediniz. Rahmetli abim de size hiçbir şey söylememiş anladığım kadarıyla. Bir anda karşınıza çıkmam sizi çok şaşırtmıştır eminim. Kırk yıl önce buralardan ayrıldım, Hint diyarlarıyla Sind diyarlarını gezdikten sonra Mısır’a gittim. Bu müthiş ülkede bir süre kaldıktan sonra da güneşin battığı ülkeye, Fas’a gittim. Orada da bir otuz yıl kadar kaldım. Evimde yalnız başıma oturduğum bir gün, ülkemi, doğup büyüdüğüm yeri ve rahmetli abimi özlediğimi fark ettim. Onu görme isteğim o kadar şiddetliydi ki ağlamaya başladım. Yabancı bir ülkede tek başıma kalmak ve kardeşimi görememek artık canıma tak etmişti. Nihayet evime, doğduğum yere tekrar dönüp abimi görmeye karar vermiştim. Kendi kendime, ‘Daha ne kadar vahşi bir Arap gibi yaşamayı düşünüyorsun bu gurbet ellerde? Biricik kardeşinden başka kimin var şu hayatta? Şimdi yola çıkıp onu bulmalı, ölmeden önce son kez de olsa onu görmelisin. Bu hayatın ne getireceğini kim bilebilir? Bugün var, yarın yokuz. Kardeşini görmeden ölüm döşeğine düşmek hayatında yaşayabileceğin en acı şey değil mi? Yüce Allah sana böylesine bir servet bağışladı ama kardeşinin ne hâlde olduğunu biliyor musun? Belki de çok zor durumdadır. Ne zaman onu görüp ona yardım edeceksin?’ dedim.

İşte böyle, bu düşünceler üzerine yol hazırlığımı yaptım ve Fatiha’mı okuyup son cuma namazımı kıldıktan sonra atıma atlayıp yollara düştüm. Binbir türlü güçlükle nihayet bu şehre ulaşmayı başardım. Çektiğim sıkıntılar karşısında hep yüce Allah’a sığındım. O da yardımını ve inayetini esirgemedi benden. Neyse, evvelki gün şehri dolaşmaya çıktığımda Alâeddin’i arkadaşlarıyla oynarken gördüm. Allah da şahidimdir ki yenge, onu görür görmez kanım kaynadı (Can canı kendinden bilirmiş.) ve o an anladım ki bu delikanlı benim yeğenim. Onu görünce bütün kederlerimi, sıkıntılarımı unuttum. Sevincimden âdeta havalara uçuyordum. Ama ne zamanki abimin vefat ettiğini söyledi işte o zaman dünyam başıma yıkıldı. Yeğenim size anlatmıştır zaten. Neyse ki kardeşimin emaneti Alâeddin artık yanımdaydı. O bana abimden bir hatıra…”

Bu arada sözde yengesine bakıp da onun hüngür hüngür ağladığını görünce kadının sakinleşmesi için yeğenine dönmüş. Büyük bir ustalıkla hazırladığı entrikaları hayata geçirmek istiyormuş. Delikanlıya:

“Peki söyle bakalım Alâeddin, hayatınızı nasıl idame ettiriyorsunuz? Ne iş yaparsın? Annen ve senin geçim kaynağınız nedir?” demiş.

Bu sorular karşısında mahcup olan delikanlı başını yere eğmiş; fakat annesi:

“Nasıl geçindiğimizi mi merak ediyorsunuz? Allah da biliyor ya hayatımda bunun kadar nankör başka bir çocuk görmedim! Gün boyunca kendisi gibi serseri arkadaşlarıyla aylak aylak dolaşır durur. Zavallı babası da bunun derdinden terki diyar eyledi zaten. Benim çektiklerimi Allah düşmanıma vermesin! Gece gündüz ip eğirir, büyük güçlüklere katlanarak da olsa yemek koyarım bu sofraya, bu haylaz yesin de doyursun karnını diye. Kadın başıma hem de… Ah benim kayınbiraderim! Bu var ya bu, Allah seni inandırsın yemek vakti dışında bu evin yanından geçmez. Aslında evin kapısını kilitleyip bir daha açmamaya niyetliyim. Yemeği gitsin başka yerden bulsun ne yapayım! Artık iyice yaşlandım. Böyle bir hayatı sürdürecek gücüm yok. Kendisinin bana bakması gerekirken ben ona bakıyorum!”

Bu sözleri duyan büyücü, Alâeddin’e:

“Neden oğlum? Neden böylesine nankörsün evladım? Bu senin yaptığın utanç verici bir şey ve senin gibi bir delikanlıya yakışmıyor. Sen aklı başında bir çocuksun ve düzgün insanlar tarafından yetiştirildin. Bu haylazlıklarının annen için bir utanç kaynağı olduğunun farkında değil misin? Bu yaşta bir kadının bu kadar çalışması doğru mu? Asıl senin onun için uğraşman, onu rahat ettirmen gerekiyor. Artık büyüdün ve genç bir adam oldun. Ekmeğini taştan çıkartırsın. Etrafına bir baksana, bu şehirde sana her türlü zanaatı öğretecek onlarca usta var. Yapmak istediğin şeyi seç, ben sana yardımcı olurum. Dediğim gibi, bir mesleğin olmalı artık. Babanın işi senin ilgini çekmiyor olabilir ama mutlaka yapabileceğin bir iş vardır. O işi bul, ben sana yardım etmek için elimden geleni yaparım.” demiş.

Alâeddin’in bu sözler karşısında sessizliğini bozmaması üzerine büyücü onun avare bir hayat sürdürmek istediğini anlamış ve “Sevgili yeğenim, sakın ola ki sözlerime alınma. Bütün bu söylediklerime rağmen yine de çalışmak istemiyorsan sana bir dükkân açarım ve içine türlü türlü ticaret eşyası yerleştiririm. Böylece kendi işini yapar, paranı kazanırsın, hem de şehirdeki itibarın artar.” demiş.

Amcasının, kendisini itibarlı bir ticaret adamı yapmak istediğini düşünen Alâeddin büyük bir sevinç duymuş. Giyeceği güzel kıyafetlerin, yaşayacağı rahat hayatın hayaliyle gülümsemiş. Mahcup delikanlı hemen başını yere eğmiş.

Delikanlının yüzündeki gülümsemeden yaptığı teklifi kabul ettiğini anlayan büyücü:

“Artık bir tüccar ve beyefendi olmaya karar verdiğine göre yarın seni terziye götürüp doğru düzgün giysiler diktireceğim. Şöyle büyük tüccarların giyeceği türden afili elbiseler… Sonra da güzel bir dükkân kiralayıp sana verdiğim sözü yerine getireceğim.” demiş.

Büyücünün, kayınbiraderi olmadığına dair şüpheleri devam eden terzinin karısı, adamın bu vaatlerini dinleyip de oğlunu iş güç sahibi yapacağını duyunca onun, gerçekten de kocasının kardeşi olduğuna ikna olmuş; çünkü bir yabancının bu kadar iyilik yapmasının bir anlamı olmayacağını düşünüyormuş. Oğluna daha fazla nasihat ediyor, cahilliği bırakıp adam olmak için çabalamasını, kendisine oğluymuş gibi sahip çıkan amcasına itaatsizlik etmemesini, arkadaşlarıyla serserilik etmeyi bırakıp hayatını doğru yola sokmasını tembih ediyormuş. Oğluna öğüt verme faslını bitirince de sofrayı kurmuş. Hep beraber oturup yiyip içmişler. Mağribi, Alâeddin’le sohbet ediyor, onunla iş meseleleri hakkında konuşuyormuş. Bu muhabbet, Alâeddin’in üzerinde öylesine müthiş bir etki bırakmış ki delikanlı, uykusunun geldiğinin farkına bile varmamış. Havanın iyice karardığını ve içkinin tükendiğini fark eden büyücü, nihayet evine gitmek üzere ayağa kalkmış. Dışarı çıkmadan önce de ertesi sabah Alâeddin’i götüreceğini ve ona üst baş diktireceğini söylemiş.