Книга Aşk Politikası - читать онлайн бесплатно, автор Burhan Cahit Morkaya. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Aşk Politikası
Aşk Politikası
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Aşk Politikası

Calibe Hanım uzaktan oğluna işaret ediyor, misafirlere ikram etmesini, öyle manken gibi durmamasını anlatmak istiyordu. Necati biraz canlandı, dayısı rakı getirdi. Aysel’i büfeye çağırdı:

“Haydi bakalım hanımabla, bira mı, viski mi, rakı mı, şarap mı, vermut mu ne istersin? Bugün ev gardenbar oldu. İstersen sana bir de kokteyl yapayım. Hem öyle iyisini bilirim ki; Amerikalılar kırk çeşidini yaparlarmış, ben kırk bir türlüsünü bilirim. Cin de var. Buz da var.”

Aysel, onun meyhane miçosu gibi içkileri tarif edişine gülüyordu. Bu saf ve hilesiz çocuğun hâlleri onun hoşuna gidiyordu:

“Pekâlâ, dedi. Son kırk birinci türlüden bir kokteyl yap da ben de biraz piyano çalayım.”

Zaten ötekiler ısrar ediyorlardı. Genç kız zarif bir süratle piyanonun önüne oturdu. Hamdi amca:

“Aman kızım, alaturka olsun.” diye yalvardı. “Bizim apartmanda altlı üstlü alafranga çalıyorlar. Bıktım, usandım. Hem de şöyle eskilerinden bir şey çal kuzum.”

Kemal Bey, yuvarladığı rakının üstüne bir dilim armut yamayarak latife etti.

“İhtiyarlık bu, insan yaşlandıkça böyle, gençliğine ait havaları dinlemek ister.”

Amca öksürdü:

“Gönül taze olduktan sonra yaşın ne kıymeti olur. Elli üç yaşındayım ama etrafı hâlâ gül pembe görürüm. Sonra… Haydi ne ise, çoluk çocuk yanında söyletmeyin beni. Oğlum Necati, şuradan bana bir viski daha uçur bakalım.”

Aysel, piyanoda amca beyin meşrebine göre eski bir şarkıya başlamıştı.

Artık aile yuvasının neşesi kemaline gelmişti. Hepsi gülüyor, konuşuyor, şakalaşıyordu. Nedim Bey, Necati Bey’e:

“Seni yanıma alayım, kâğıt, kalem inhisarının istikbali çok parlak, para kazanırsın.” diyordu. Hamdi amca:

“Ne münasebet!” dedi. “Necati, olsa olsa ispirto inhisarına memur olur.”

Babası hafif tertip keyiflenmişti. İlave etti:

“Fena olmaz. Talihi varsa, şarap tetkikatı için Avrupa’ya da gönderirler. Gençliğimizde böyle memuriyetler yoktu. işi ticarete döktük. Şimdi Allah için memurlara o kadar iyi bakıyorlar ki; Avrupa’ya seyahat bile var.”

Hamdi amca, rahatı yerinde, kimseye minneti olmayan insanlara mahsus bir laubalilikle sesini yükseltti:

“Yok efendim yok. Memuriyette ne olsa insan kabiliyetini gösteremez. Ben öyle büyük memurlar tanırım ki; eğer vaktiyle serbest işe girmiş olsalardı, dehşetli zengin olurlardı. Memuriyet bana kalsa otomobile binip de yavaş gitmek gibidir. Yavaş gidecek olduktan sonra beygir arabası neyine yetmez. Hayat bir yarıştır. Yarış heyecanlıdır. Bu zevki, bu heyecanı duymadıktan sonra yürümek, yerinde saymaktan farkı olmaz ki!”

Yaşı elli beşi bulan Hamdi amcanın bu fikirlerine hepsi gülüştüler. Kemal Bey:

“Hâlâ mı amca bey hâlâ mı?” dedi. “Bu yaşa kadar hep koştun, hâlâ yorulmadın mı?”

O, viskinin kalanını boşaltarak cevap verdi:

“Ne demek efendim, yorulmak demek; bitmek, yok olmak demektir. Dünya, Galata Tüneli gibidir. Bir deliğinden girip ötekinden çıkıncıya kadar bütün ömrümüz geçer. Bu kısa yolda ne kadar gülersek o kadar yaşarız. Ağladığımız, sıkıldığımız günleri hayattan çıkarırsak geriye ne kalır ki?

Bu mütalaya Aysel de iştirak etti:

“Vallahi doğru amca bey… Asıl neşeli günlerimizi sayacak olsak ömrümüzün bir ayını doldurmaz.”

Hamdi amca bir şey hatırlamış gibi sabırsızlandı:

“Size bektaşi dedesinin fıkrasını anlatayım, ister misiniz?”

Hep birden cevap verdiler:

“Aman anlat, anlat amca bey.”

Yeni dolan viski bardağını yarıladıktan sonra amca bey anlattı:

“Dedenin biri, şark vilayetlerinde seyahat ediyormuş. Yolu bir kızılbaş köyüne rastlamış. Akşam üzeri köye yaklaşırken mezarlığın yanından geçmiş. Sofuluğu tutmuş, şunlara bir fatiha okuyayım, demiş. Dede fatihasını okurken gözü mezar taşlarına ilişmiş, garip garip yazılar… Okumuş, birinde ‘Üç gün yaşayıp vefat eden Ahmet Ağa’, birinde ‘Yedi gün yaşayıp ölen Hüseyin Efendi’, birinde ‘On gün yaşayıp vefat eden İmam Riza Efendi! yazılı.”

Bu tarihlerden bir şey anlamayan dede merak etmiş. Köye girince doğru kahveye varmış. Ağalar, dedeyi ağırlamışlar, yedirip içirmişler, çubuklarını tellendirirken sormuşlar:

“Dedem nereden gelip nereye gidiyorsun?

“Garp’tan geldim, Şark’a gidiyorum.” demiş. “Erenlerin sağı solu olmaz. Nerede akşam, orada sabah.”

Ve köylünün daha başka şey sormasına meydan vermeden hemen ilave etmiş:

“Kuzum ağalar, köyünüze gelirken yolum mezarlıktan geçti, rahmetlilere bir fatiha okuyayım dedim. Bir de baktım, mezar taşlarında, üç gün yaşayıp ölen filan ağa diye yazılar var. Bundan bir şey anlamadım.”

Köylüler susmuşlar. Aksakallı zeki bir ihtiyar cevap vermiş:

“Sana malum olması lazımdı, dedem. Biz fena günlerimizi yaşamaktan saymayız. O gördüğün mezar sahiplerinin her biri altmış, yetmiş sene yaşamışlardır. Fakat bütün ömürlerinde ancak beş günü, on günü ağız tadıyla kasavetsiz geçirmişlerdir. Onun için taşlarına öyle yazılıdır. Mesela ben seksen yaşındayım, ömrümde on iki gün mesut yaşadım, ölürsem böyle yazılacak.”

Bu cevabı alan dede tekke köşelerinde, köy kahvelerinde sürünerek geçen ömrünü düşünerek teessürle cevap vermiş:

“Erenler!” demiş. “Benim adım Ali, babamın adı Veli. Bu gece köyünüze misafirim. Fakat bir emri hak vaki olursa ‘Hiç yaşamadan vefat etti.’ diye yazın e mi?”

Amca beyin hikâyesi, o kadar hoşa gitti ki hep birden kadehlerine sarıldılar:

“Ah ne doğru ne doğru, aman içelim, içelim, gülelim.”

Ve zaten çok samimi bir yol alan aile eğlentisi, bütün neşe ve harareti ile devam etti.

Calibe Hanım, oğlu ile Aysel arasında bir gönül davası açmak ve iki gencin birbirine uygun bir çift olduklarını, bütün aile erkânına ispat etmek fikriyle tertip ettiği bu içtimai, çok keyifli ve şenlikli oldu, fakat ne Aysel de, ne de Necati de birbirini anlamak için kalbi bir temayül alameti görülmedi. Necati içtiği biraların tesiri ile biraz daha açılmış, babasının yanında bar hayatından bahsediyor, Aysel ikide bir piyanoya oturup patırtılı dans havaları çalıyordu.

Bu ziyefette en neşeli görünen yine amca beydi. Onun en muhtaç olduğu, bazen kalbinin en hassas noktalarında yoksuzluğunu duyduğu aile hayatı, bugün onu içine almıştı. Kendi apartmanında her gün hizmetçi elinde hazırlanmış yemeği, yalnız başına yerken, bazen sıkıldığını anlıyor, yaşlandıkça yalnızlığın acılarını tadıyordu.

Bugün ailenin belli başlı azasını bir arada görünce, hayatında bu yeni hissettiği boşluğun dolduğunu anlıyor, bu neşe ile söylüyor, içiyor, gülüyordu.

Yemek yerlerken bütün bu toplanışın gayesini düşünen Calibe Hanım, genç kızın yanına oturttuğu oğluna çıkıştı:

“Aysel’in tabağını değiştirsene çocuk. Kadın yanında oturan erkekler, onların hizmetlerini görürler, öyle heykel gibi ne duruyorsun!”

Onun bu telaşına amca bey cevap verdi:

“Hakkın var kızım. Onları gören âdeta kırk yıllık karı koca zannedecek! Baksana; birbirlerine yabancı gibi.”

Amca bey pot kırmış gibi işi latifeye boğmak için çalışırken Calibe Hanım kaşlarını çattı:

“Niçin amca, karı koca olanlar birbirlerine yabancı mı olurlar? Ne tuhafsınız amca bey.” Ve bu fırsatı kaçırmamak için hemen ilave etti:

“Necati nasıl oğlumsa, Aysel de kızım sayılır. Onların şimdi, gülüp eğlenecek zamanları. Öyle değil mi ağabey?”

Nedim Bey, lakırdının aldığı bu cereyanı pek kavrayamamış gibi başını salladı:

“Öyle ya!” dedi. “Gençlik bulunur şey mi?”

Kemal Bey:

“Hele şimdiki gençlik!” diye ilave etti. “Akılları başlarından bir karış yukarı.”

Calibe Hanım itiraz etti:

“Bizimkiler öyle değil. Maşallah, ikisi de akılları başlarında gençler. Birbirlerine o kadar uygunlar ki!”

Amca bey, muhaverenin şeklinden Calibe Hanım’ın maksadına intikal etmişti. Deminki kırdığı potu tamir etmek için lakırdıya karıştı:

“Uygun da söz mü? Aysel de, Necati de tam birbirlerinin dengi.”

Calibe Hanım:

“Oh, söyle, söyle!” der gibi gözleriyle amca beyi teşvik ediyordu. Ömrünün sonbaharına kadar bekâr kalmış bir adamdan, böyle taze bir izdivaç için yardım beklemek tehlikeli bir şeydi. Nitekim Calibe Hanım’ın umduğu teşvik ve yardımı, amca bey, kendi felsefelerine göre bir tekerleme ile berbat etti:

“Zaten dünyada kadın erkek bir akılda, bir seviyede, bir yaşta oldular mı, mesele kalmamıştır.”

Calibe Hanım sevinçle tasdik etti:

“Öyle ya, öyle ya!”

Fakat amca bey, maksadını bir cümle ilavesiyle şöyle izah etti:

“Böyle insanlar, evlendiklerinin haftasında iki eski dost hâline geçerler.”

Bu hükümden bir şey anlamayan Calibe Hanım merakla dinliyordu. Amca bey eski şen, pervasız vaziyetini takınmış, gülerek devam etti :

“Birbirlerinin tam dengi oldukları için söyleyecek sözleri, tattıracak zevkleri kalmamıştır da ondan!”

Bu son cümle bütün planı altüst etti. Calibe Hanım o kadar kızdı ki; sert bir cevapla aile içtimaini perişan etmemek için dudaklarını sıktı. Yalnız Kemal Bey, temkinli bir ev sahibi gibi, iki kelime ile vaziyeti kurtarmaya çalıştı:

“Bu bir telakki meselesi… Siz Nedim Beyefendi, bir elma daha almaz mısınız?”

Bu, bahsin kapandığına işaretti. Sofraya nagihani çöken soğukluk, bilhassa Aysel ile Necati’yi, âdeta birbirine dargın iki mektep çocuğu hâline getirmişti.

Yemekten sonra sohbet zemini, hep havai dedikodulara bağlı kaldı. Davetliler hep beraber gittiler. Calibe Hanım, bugün, amca beyin mütemadi falsolarıyla yarım kalan maksadı telafi için, Aysel’le annesi çıkarlarken yakında Erenköy’e gelip birkaç gece kalmak istediğini söyledi. İçkinin hepsine verdiği mayhoşlukla bol neşeler ve sürekli kahkahalar içinde ayrıldılar.

***

Necati’ye Galatasaray’daki tütüncünün önünde tesadüf eden amcası onu bir vermut içmek için Degüstasyon’a davet etti.

Hamdi Bey, onu her yakalayışta böyle içecek, konuşacak bir yere götürür, yeni eğlenti âlemleri hakkında tafsilat alırdı. Biri eski devrin eski usul çapkınlığından diploma almış bir mütekait, biri yeni hayatın eğlencelerinde nam salmış bir delikanlı olan bu iki akran, çapkın arkadaş gibi konuşur, çene çalar, dedikodu ederlerdi.

“Vermutun içine biraz da cin koyunuz. Sen de öyle içersin değil mi Necati?”

Genç adam gergin omuzlarını oynatarak güldü:

“Benimkinin cini fazla olsun. Hamdi amca diş gıcırtısına benzeyen bir çene oynatışı ile cevap verdi.”

“Ah gidi gençlik.”

Ve masaya dayanarak sordu:

“Eh, ne var ne yok bakalım? Annen seni daha evlendirmedi mi?”

“Bugün Erenköy’e gitti bakalım ne havadis getirecek.”

“Aysel, bu hazırlığın farkında mı?”

“Bilmem!”

“Olur iş değil, biri Fransız mektebinde, Biri Galatasaray’da okumuş iki genç evlendiriliyor da kendilerinin haberi yok. Kuzum Necati, doğru söyle, sen bu işe ne diyorsun?”

“Hiç, ben işin alayındayım canım. Ama birdenbire kestirip atınca annem kızacak, babama karşı beni müdafaa etmeyecek. İyisi mi suyuna giderim, olur biter.”

“Peki ama iki gözüm. İşin içinde yalnız sen olsan ne ise. Aysel, kafalı bir genç kızdır. Annen bu işi pişirir, hazırlarken tabii onun da haberi olacak, sonra sen işi sallar, alaya dökersen, genç kız bunu bir izzeti nefis meselesi yapmaz mı?”

“İç bakalım.”

Amca yeğen karşılıklı kadehleri boşalttılar. Necati cevap verdi:

“Bu işte Aysel de alay geçiyor galiba.”

“Nerden anladın?”

“Bana geçen hafta, Avrupa’ya gidip resme çalışacağını söyledi.”

“Kim bilir, belki. Sen ne dedin?”

“Fena fikir değil. Babam para verse ben de giderdim dedim.”

“Aranızda aşku alakaya ait hiçbir şey geçmedi mi?”

“Yoook!”

Amca Bey vermutları tazelerken gülümsüyordu.

“Olur adam değilsin Necati, insan Aysel gibi bir kızla akraba olur da sevişmez mi?”

Necati, dışarıdan geçen nefti şapkalı, kıvrak bir kadına selam verdikten sonra sırıttı:

“Sevişmek kolay amca, ama Aysel gibi bir kızla sevişince evlenmeli.”

“İyi ya!”

“Uslu oturmalı.”

“Tabii!”

“Barları, kadınları, sporu bırakmalı.”

“Oldukça!”

“Arkadaşları, kulübü, olimpiyat seyahatlerini unutmalı.”

“Az çok!”

Bu fedakârlıklar bir kadın için değer mi?”

“Kadına, adamına, kalbine, gönlüne göre!”

“Sen ne dersin amca?”

Hamdi amca arkaya doğru yaslandı, yeni yaktığı küçük yaprak sigarasını çeke çeke avurtlarını şişirdi. Mühim bir münakaşada, rey veren bir âyan reisi tavrıyla yavaş yavaş cevap verdi:

“Ben elli altı yaşında bir bekârım; böyle meselede kanaata itibar edilmez. Yalnız, tecrübelerimi söylersem belki istifade edersin. Bazı erkekler, doğuşlarında bir kadınla yaşamaya elverişlidirler. Evlenmek, onlar için öyle rahatlıktır ki; ateş etrafında dolaşan pervaneler gibi döne döne nihayet muratlarına ererler. Artık sabahleyin ellerine verilen köpüklü bir fincan kahve, ayaklarına çevrilen bir çift terlik, önlerine sürülen bir iki kap yemek ve her yıl kollarına verilen bir çocuk onları zaman zaman taze sevinçlere gark eder.

Bazıları da vardır ki; kendilerinin ne olduklarını tartıp hesaplamadan evlenirler. Bunlar aç karnına iştihalı bir sofraya oturmuş pehlivanlara benzerler. İlk hamlede ağızlarını şapırdatıp, avurtlarını şişirerek boğazlarına kadar tıkabasa yerler, şişerler ve sonra yavaş yavaş açıldıkça yemeklerin çeşitlerini, cinsini beğenmez olurlar. Evlilik, ilk zamanlar böyledir, ilk kadının kokusu, sıcaklığı, sesinin ahengi, yürüyüşünün kıvraklığı, her şeyi erkeği mest eder. Gırtlağına kadar mesut olduğunu zanneder. Sonra tabiattaki bütün eşya gibi manzara durgunlaşır, renk bayağılaşır, yürüyüşünün kıvraklığı kaybolur, sesinin ahengi umumileşir ve artık gönül dolduran o genç, güzel, kokulu, lezzetli hayat arkadaşı; mesela duvarları süsleyen çerçevesi çarpık, boyası silik bir karlı dağ lavhası gibi görünür.

Eskilerden biri kadını yemek listesine benzetmişti. En güzel yemeklerin bütün bir hafta hiç değişmeden listeye girmeleri, en aç insanlara bile nasıl dudak büktürecek, iştihasızlık getirecek bir sebepse, aynı kadının bir yıl, on yıl hayatına karışması o kadar usanç getirecek bir felakettir derdi.

Bana kalırsa kadın meraklı, heyecanlı, insana bazen aşk buhranları duyuran, bazen hayatı bir ebedî çiçek bahçesi gibi sevdiren feerik bir filmdir. Bunu bir kere seyretmek insanın ruhuna, sinirine ve kemiğine kadar lezzet ve heyecan verir. İkinci defa temaşasında bu lezzetin yarısı erimiştir. Üçüncü bir defası dayanılmaz bir işkencedir… Sorayım sana, şimdiye kadar seyrettiğin en fevkalade filmler içinde, bir ikinci defa temaşasını arzu ettiğin var mıdır? Mamafi, bu da telakki ve görüş meselesi.”

İngiliz muharrirlerinden biri: ‘Cennette evlilik yokmuş. Pek tabii, çünkü izdivaçta cennet yoktur.’ diyor. Hele ‘Shakespeare’in izdivaç için verdiği hüküm müthiştir. Bu dâhi:

‘Erkekle kadının müştereken yaptıkları belahetin en büyüğü izdivaçtır.’ diyor.

Ama bunlar, anormal insanların kanaatleridir. Büyük bir dâhi böyle söyledi diye, milyarlarca insan evlenmek fikrini değiştirmemiştir. Bu bir hürriyet ve zevk meselesidir. Hürriyetini çok isteyen, nefsinden fedakârlığa razı olmayan erkek, evlilikte saadet bulamaz. Çünkü birleşen hayat iki tarafın da hürriyetinden en etli filetoluk tarafını keser, alır. Geriye kemik ve sinir kalır. Sinirin sağlamsa dayan artık!.. Hatırıma geldi. Yine İngiliz muharrirlerinden biri: ‘İzdivaç dilimizle bağladığımız bir düğümdür ki sonra dişimizle koparmaya çalışırız.’ demiş, yalan değil.

Ne olursa olsun, şunun bunun hükmüyle yaşanmaz; doktor her hastaya aynı ilacı vermiyor ki… Sen kendini yokla, tart, düşün, karar ver.

Rusların bir söz temsili vardır. Tam sırasındadır; Ruslar:

‘Denize çıkarken bir kere, muharebeye giderken iki kere, evlenirken üç kere düşünmeli.’ derler. Evlenmenin ne mühim olduğunu anladın değil mi?

Bizim ediplerimizden birinin, eski süslü ifadesiyle söylediği bir cümle ezberimdedir. Sırası gelmişken onu da ilave edeyim. Bu edip diyor ki: ‘Gelin odası, cehenneme açılan süslü bir intizar salonudur.’ ”

Amca beyin ara sıra vermutla dudaklarını ıslatarak sayıp döktüğü bu kuvvetli felsefeler, Necati’yi evlenmek fikrinden benzin pedalına basılmış bir yarış otomobili gibi kaçırıyordu. Son cümle delikanlıyı güldürdü:

“Bu salona girmek tehlikeli iş amca.” dedi. “Dünya cennetinde yaşamadan, cehenneme gitmeye niyetim yok!”

Eski bekâr, memnun, yalan davayı kazanmış cerbezeli bir avukat gibi pürneşe devam etti:

“Evlenmek, karpuz seçmek gibidir.

Dudakların hararetten yanar, için sıcaktan tutuşur, canın serin, leziz bir şey çeker. Bu ihtiyacı yol üstü bir yerden rastgele seçip beğendiğin bir meyve ile teskin et. Fakat dikkat et, bu meyve kabuklu olmasın! Sonra ya kabak çıkar, ya kokmuş. Kadın erkek münasebeti, kesmece pazar usulü olursa baş ağrıtmaz. Fakat dilini tutar, gözünü kapar da alırsan üstünde kalır. Artık Arnavut’un peynir diye sabun alıp yediği gibi, sen de apursa da köpürse de yemeye mecbur kalırsın! Ama diyeceksin ki şimdi, eski usul evlenme yok, görüşme, tanışma, anlaşma var. Var ama; gel gelelim bu kadınların içleri de yüzleri gibi bir kararda, bir renkte durmaz.

Sabahleyin evden siyah saçlı, kara kaşlı, beyaz yüzlü çıkan kadın kuaföre uğrayınca, evine kızıl saçlı, kumral kaşlı ve hülyalı bir çehre ile dönüyor. Kocaları bile karılarını tanımıyor.

Yüzlerin böyle kalıptan kalıba girdiği zamanda, gönüllerde neler neler olmaz! Zaten ben sana bir şey söyleyeyim mi, şimdi kadınlar âdeta erkeklere rakip oldular. Eskiden kadın ailenin dahiliye nazırı idi. Şimdiki kadınlar, Sinyor Musolini gibi Hariciye, Harbiye, Ticaret, Maliye nezaretlerini de elimizden aldılar. Eskiden erkeğin geliri, gideri hesabı, kitabı, bilançosu kendine malumdu. Bütçenin amiri, itası kendisi idi. Şimdiki kadınlar, divanı muhasebat gibi her hesabı kontrol ediyorlar. Sen dışarda keyfin için bir masraf yapmak istersen yapamazsın. Divanı muhasebat, hiç olmazsa tahsisatı mesture kabul eder. Bunlar, fasıldan fasıla hesap geçmesine bile müsade etmezler. Ama kendi arzuları için ne maddeleri yıkar, ne fasılları altüst ederler. Yaz gelir, hanıma pilaj takımı lazım olur. O fasılda para yoksa, haydi efendim ev kirası faslına müracaat. Sen artık mal sahibini oyalamak için tatlı tatlı dil dök… Kış gelir, hanımefendiye kürk manto lazım olur. Fasılda para yok, haydi efendim odun kömür faslından nakil. Çünkü amiri ita o!..”

Garson beşinci, altıncı vermutları getirmişti. Amca bey içtikçe neşeleniyor, neşelendikçe yıllardan beri kafasını dolduran düşünceleri, tıpası çekilmiş bir bostan havuzu gibi boşaltıyordu.

O akşam Maksim’de arkadaşlarının bir yemeğine davetli olan Necati, kalktı. Mazeretini söyleyerek amcasından müsaade aldı. Delikanlı şapkasını giyerken:

“Çapkın!” dedi. “Hamdi amca, kim bilir ne kadar eğleneceksin, nasıl Maksim’de güzel parçalar var mı?”

“Tek tük, sen uğramıyorsun amca.”

“Bu gece niyetim var. Yemekten sonra şöyle bir uğrarım.”

Ayrıldılar.

***

O akşam Maksim’de dört arkadaştılar. Adana taraflarında arazisi günlerce devam eden çifliklere sahip zengin bir babanın oğlu olan Macit, arkadaşlarına veda ziyafeti çekiyordu. Fütürist ve kübik fenerlerle, kolonlarla süslenen barın, cazbanda yakın bir masasını işgal eden dört genç, yemeye rakı ile başladılar. Hepsinin başında yirmi yaşın o deli rüzgârı esiyordu. Kahkahalar birer havai fişek gibi yükselip yükselip barın tavanlarında saklanıyor, öteki masalarda yemek yiyen kadınlı erkekli gruplar, bu neşe ve şetaret saçan, genç, gürbüz arkadaşlara gıpta, haset ve zevkle bakıyorlardı.

Arkada iki üç masa, ilerde bar artistlerinden ikisi sigara içiyorlardı. Macit onları işaret ederek arkadaşlarına fısıldadı:

“İster misiniz? Davet edelim, yemeği beraber yeriz.”

Ziyafet sahibinin bu teklifi, zaten kaplarına sığmayan misafirleri o kadar sevindirdi ki önlerindeki kadehleri bir hamlede boşalttılar.

“Peki kim yapacak bu daveti?” dedi Macit.

Sporcu, haşarı şeylerdi. Fakat, bu hayata yeni alışıyorlardı. İçkinin yardımı olmasa, belki bu davetten sıkılacaklardı bile. Fakat damarları gergin bir yay gibi sertleşmiş, başları şeytani düşüncelerle kıvılcımlanmıştı. Küçük bir tereddütten sonra Necati kalktı:

“Şimdi!” dedi. “Ben yaparım.”

Ve pişkin, alışkan görünmeye çalışan bir tavırla kadınlara yaklaştı. Eğildi, Fransızca:

“Matmazeller!” dedi. “Ben ve arkadaşlarım, yemeği beraber yemek için masamıza gelmenizi rica ediyoruz.”

Yarım saatten beri, genç adamların, çiçekler, içkiler, elektiriklerle süslenmiş şirin ve neşeli masalarını gönülden gelen bir arzu ile benimseyen artistler, daveti hemen kabul ettiler.

Şimdi masanın etrafı daha genişlemişti. Başgarson sokulmuş yeni emirler bekliyordu, Necati ilk tanışıklığın verdiği salahiyetle, kadınların isimlerini sordu. Arkadaşlarını onlara tanıttı.

Bunlardan biri, iri yeşil gözlü, kumral saçlı, düzgün vücutlu genç bir Rus; Şura… O kadar tatlı bakışları vardı ki, bu kadar samimi ve munis bakışlı bir kızın bar hayatında nasıl muvaffak olduğuna hayret edilirdi.

Öteki, Essi isminde bir Macardı.

Kadınlar birer votka istediler. Necati, yanında oturan Şura’ya hizmet etmeye başlamıştı. İçkiler üzerine konuştular. Sonra mevzu değişti.

Spordan, modadan bahsettiler. Ve yemeye başladılar.

Necati, genç kadına, ne zaman İstanbul’a geldiğini sordu.

Çağla bademi renginde, beline kadar sıkı, alt kısmı gelişigüzel serpilmiş, çok şık bir tuvalet içinde, vücudu bir fildişi gibi görünen genç kadın, kırmızı bir turpu dişlerinin beyazlığında kaybederek cevap verdi:

“İki hafta… Ve bir ay sonra gideceğim.”

“Niçin?”

“Kardeşim Paris’te. Buraya geldiğim zaman mektup aldım. Beni de yanına çağırıyor.” Ve bu vakanın derin, uzun sebepleri, mazisi öldüğünü anlatmak ister gibi, gözlerini uzaklara götürerek yavaşça ilave etti:

“Hadiseler, inkılaplar bizi rahat bırakmıyor ki!”

Necati, bu güzel genç kızın, içten gelen şikâyetini deşmek istedi. Fakat o sırada Macit, eline aldığı şarap kadehini kaldırıp onları da beraber içmeye davet etmişti.

“Bu gecenin şerefine!”

“Matmazellerin şerefine!”

İçiyorlardı. Necati, yavaşça Şura’ya eğilerek ilave etti:

“Saadetiniz şerefine!”

“Mersi!”

Artık klasik parçalar bitmiş, cazbant başlamıştı. Necati, ilk dansı Şura’ya teklif etti. Kalktılar.

Rus kadınlarının gürbüzlüğü ile Çerkez kadınlarının inceliğini, sıhhatli ve narin vücudun de birleştiren genç kız neşelenmişti. Ramona çalıyordu. Ve iki genç, bu güzel valsi bütün zerafetiyle oynuyorlardı.

“Demin, Paris’e gideceğinizi söylüyordunuz.” dedi. “Necati, buradan memnun değil misiniz?”

Genç kızın yüzü yine bulutlandı. Kısa ve kaim, aralarında altınlaşmış gibi teller parlayan kaşları titredi. Gergin ve gelincik yaprağına benzeyen dudakları kımıldadı:

“Bu o kadar uzun mesele ki.” dedi. Ve sonra gülerek devam etti:

“Hem sizi alakadar etmez ki, biz gülelim, eğlenelim.”

Genç kızın bu cevabı, Necati’yi daha fazla meraklandırdı. Geniş Rus ırkının, bu gürbüz ve ateşli kızının ne hülyalı gözleri vardı. Bu taze ve gergin vücudun, bir Çerkez bedenini andıran ince beline sarılı eli, gayriihtiyari gevşemişti. Buna mukabil başı, sıcak yüzü genç kızın omuzlarına eğildi. Ona emniyet veren bir dost sesi ile devam etti:

“Maksadınızı anladım, dediğinizi kabul ediyorum. Bu akşam gülelim, eğlenelim. Fakat isterim ki başka bir zaman bana hikâyenizi anlatınız. Ve bu zaman, içkinin, cazbandın, elektriklerin olmadığı, saf, gürültüsüz bir gün olsun. Yarın sizi öğle yemeğine Tokatliyan’da bekleyebilir miyim?”

Şura’nın, içinde güneşler çalkanan dalgalı bir deniz parçasına benzeyen gözleri gülümsedi. Bir saniye düşündü. Sonra genç adamın avucundaki parmakları hareket etti. Necati, bu pembe, yumuşak parmakların hararetini etine ve kemiğine kadar hissetti:

“Teşekkür ederim, gelirim.”

Ramona; bu sevda ve tahassür şikâyetleriyle dolu güzel vals bitmişti. Masaya geri döndüler.

Artık bardaki hayat kıvamını bulmuş, hemen bütün masalar dolmuştu. Fakat onların masası o kadar neşeliydi ki. Cazbantta çalan saksafoncu Arap bile yerinden kalkmış, onların yanında çalıyordu.

Necati, pudra, ubigan, içki kokuları içinde sarhoş olmuştu. Arkadaşları da aynı hâlde idiler. Numaralar başlamıştı. Şura’nın tam saat on ikide küçük bir numarası vardı. Genç kız, müsade alarak içeri gitti. Biraz sonra elektrikler hafiflemişti. Karşı taraftaki projektör pistin üzerine mavi bir mehtap aydınlığı döktü. Müzik oynak bir hava çalmaya başlarken, arkadan Şura bir kelebek elbisesiyle göründü. Mavi aydınlığın içinde, bu beyaz kanatlı elbise, hele başındaki tüyden taç, aralarında tıpkı kelebek başında görülen yaldızlı, uzun teller, genç kıza o kadar yakışmıştı ki daha ilk adımda bütün masalardan sürekli bir el şakırdısı koptu. Kelebek dansı, hafif, kibar, ahenkli bir danstı. Genç kız uçları ponponlu, altları pamuklu beyaz patiklerle, pist üzerinde bir kelebek cevvaliyetiyle dalgalanırken Necati, onun taze vücudunu, çok düzgün bacaklarını, kıskanç bir gözle seyretti. Alkışlar, alkışlar, localardan atılan çiçekler, serpantinler içinde Şura, dansı bitirdi. O belki gidip soyununcaya kadar bu candan el şakırtıları: “Biz!” sedaları devam etti.