banner banner banner
Genç Werther’in Acıları
Genç Werther’in Acıları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Genç Werther’in Acıları


“Çünkü başkasına söz kesilmiştir. Nişanlısı nazik bir genç. Babası geçenlerde öldü. Bunun için işlerini yola koymak ve iyi bir memuriyet almak niyetiyle biraz uzaklaştı.”

Bu sözleri ben oldukça kayıtsızlıkla dinliyordum. Güneş tepelerin arkasına gizlenirken arabamız da avlunun kapısında durdu. Havada bir ağırlık vardı. Başımızın üstüne yığılan renksiz toplu bulutlar bir fırtına kopacağını anlatıyordu. Küçük hanımlar korkup telaşa başladılar. Ben de havadan pek anlar gibi onlara cesaret verdim. Hâlbuki kendim bir fırtına çıkıp da balomuzun tadını kaçıracak diye korkmuyor değildim.

Arabadan atladım. Kapıya çıkan bir hizmetçi kız Matmazel Charlotte’un hemen inmek üzere olduğunu söyleyerek biraz beklememizi rica etti.

Ben avluyu geçerek bu güzel yuvaya girdim, yukarı çıktım. Merdiven başında öyle hoş bir manzara ile karşılaştım ki bir eşini daha görmemiştim. İki yaşından on bir yaşına kadar yarım düzine çocuk, genç bir kızın etrafını kuşatmışlardı. Orta boylu ve pek alımlı bir kız!..

Giydiği sade beyaz elbisenin yalnız kollarında ve göğsünde sarı gül fiyonklar vardı. Elindeki esmer bir ekmekten çocukların yaşına ve iştahlarına göre parçalar kesip veriyordu. Görsen ne tatlı bir eda ile kesip veriyor ve görsen onlar da nasıl bir saflıkla “Mersi!” diyorlardı. Daha ekmek kesilirken bir düzine minimini ellerin havada uçuştuğunu görmek oldukça hoş bir şey oluyor.

Payını alanların bazısı sıçrayarak oyuna dalıyor, daha ağırbaşlı olanları da sevgili ablalarını almaya gelen arabaya ve içindekilere bakmak için kapıya koşuyorlardı. Beni görünce en tatlı ve utangaç gülümseme ile “Zahmet ettiniz, affınızı rica ederim.” dedi. “Küçük hanımları da aşağıda beklettim. Biraz ev işleri, biraz tuvalet derken çocukların tayınlarını unutmuşum. Başkasının elinden de hiç ekmek almak istemezler.”

Bu sözlere ruhsuz bir iki kelime ile cevap verdim. Zira bütün ruhumla onun simasına, sesine, tavrına dalıp kalmıştım. Benim bu hayranlığım arasında o da bitişik odaya gitti, eldivenlerini, yelpazesini aldı.

Çocuklar bana uzaktan ve yan yan bakıyorlardı. Bunların içinde en güler yüzlü bulduğum birine doğru ilerledim. Ürktü. Geri geri gidiyordu. Charlotte odaya gidip onu görünce “Louis!” dedi. “Elini dayına ver bakayım!”

Çocuk emniyetle elini uzattı. Küçücük burnunun kirli oluşu hiç gözüme görünmedi. Çocuğu candan kucakladım, öptüm. Sonra elimi Charlotte’a uzatarak “Matmazel…” dedim. “Size akraba olmak şerefine layık olduğumu zannediyor musunuz?”

Dudaklarında bir manalı tebessüm gizleyerek “Oh!” dedi. “Bizde akrabalık çerçevesi çok geniştir. Herkese dayı, dayının oğlu deriz. Sizin akrabalıkta daha geri kalmanıza razı değilim.”

Gideceğimiz sırada kendisinden sonra çocukların en büyüğü olan on bir yaşında bir kıza sıkı sıkı tembih etti: Kardeşlerine bakacak, babaları gezmeden geldiği vakit hep birlikte onu kucaklayacaklardı. Sonra ötekilere dönerek “Ablanızın, tıpkı benmişim gibi sözünü dinleyeceksiniz ha!” dedi. Birçokları başlarıyla bunu vadettiler. Yalnız biri, altı yaşlarında sarışın bir kız, varışlı bakışıyla dönüp gülerek şöyle söyledi:

“Bununla beraber o, hiçbir vakitte senin yerini tutamaz Lotte! Biz onun sen olmasını isterdik!”

Arabaya binildi. Çocukların ikisi arabanın arkasına takıldılar. Benim hatırım için Charlotte bunlara ormandan çıkıncaya kadar müsaade etti. Fakat şu şartla ki onlar da uslu uslu oturacaklar, birbirlerini üzecek şeyler yapmayacaklardı.

Arabada yerleştik. Hanımlar birbirine karşı hâl ve hatır sordular. Âdet yerini bulsun diye birbirlerinin tuvaletini ve şapkalarının süsünü beğendiler. Sonra gideceğimiz toplantı üzerine söz açılırken Charlotte arabacıyı durdurarak kardeşlerini indirtti.

Sevgili yavrular, ablalarının elini bir kere daha öpmek istediler. Büyüğü bu eli öperken âdeta on beş yaşında toy bir delikanlı gibi utangaçtı. Küçüğü daha atik, daha hafiflikle kardeşine uydu. Charlotte da yüzlerinden öperek daha küçükleri, üst üste onlara ısmarladı. Çocuklar döndüler, biz de yolumuza koyulduk.

Okunacak kitaplardan söz açıldı. Charlotte’un bütün sözlerini ruhlu buluyordum. Her sözünde başka bir güzellik keşfediyor, gözlerinde kıvılcımlanan zekâ parıltılarına hayran hayran bakıyordum. O da galiba kendisini anladığımı duymaktan ileri gelen bir hazla neşeleniyor, yüzünde güller açılıyordu. Sözlerinin bendeki derin izlerini belli etmemek istiyordum fakat bir aralık kendimden geçtim. O, Wakefield Papazı’nı bütün inceliğiyle dosdoğru meydana koyduğu zaman dayanamadım. Onun için düşündüklerimi sayıp dökmeye başladım, yanımdakilerin varlığını unutmuştum. Bunu ancak Charlotte onlara dönüp söz söylediği vakit şaşarak hatırladım, o kadar dalmışım. Bizim kuzen ikide bir alaylı gözlerle bana bakıyordu ama ben işi pişkinliğe vurdum.

Söz, dans üzerine düştü. Charlotte dedi ki:

“Dans düşkünlüğü ayıp olsun olmasın, açıkça şunu söylemekten çekinmem ki ben kendi payıma bundan üstün bir eğlence bilmiyorum. Ne zaman içime bir sıkıntı bassa hemen gider akortlu akortsuz piyanoda bir dans havası çalarım. Bir şeyim kalmaz!”

Aman ya Rabbi! Onu nasıl bir açgözlülükle dinliyordum! Siyah gözlerine nasıl bir sabırsızlıkla bakıyor, kırmızı dudaklarına, taze yanaklarına kalbimin en ince telleriyle nasıl bağlanıyordum!

Sözlerinin manası ve bana verdiği çarpıntı içinde kendimi kaybederek kullandığı kelimeleri ayırt edemediğim çok olurdu!

Sen ki beni tanırsın, bütün bu anlatmak istediğim şeyler hakkında elbet bir fikir edinmiş olacaksın. Sözün kısası toplantı evinin önünde durup da arabadan indiğimiz vakit ben rüya görür gibi öyle hülyaya dalmışım ki -aydınlık bir salonun derinliklerinde dalga dalga bizi önleyen- müzik havasını güçlükle fark edebildim.

Mösyö Audran, Mösyö bilmem kim (Bu isimleri nasıl bellemeli?) yani Charlotte’la kuzenin kavalyeleri bizi kapıda karşılayarak hemen damlarını kollarına taktılar. Ben de benimkini aldım, yukarı çıktık. Başlangıçta ikişer ikişer birçok dans ettik. Ben birbiri ardı sıra bütün kadınlara başvurdum. Bunların içinde şüphesiz en tatsızları bir türlü elini vermeye karar veremeyenleriydi.

Charlotte’la kavalyesi bir İngiliz dansına başladılar. Çiftler karşılaşırken onun tam bizim hizamızda karşıma gelmesinden ne kadar hoşlandığımı elbet anlarsın. Onu dans ederken görmeli! Ne candan oynuyor, ne kadar aşka geliyor bilsen! Ondan her şey ahenk oluyor. Öyle özentisiz ve serbest bir dans edişi var ki dünyada bundan başka bir şey düşünmediğine, başka bir şey duymadığına hükmolunabilir. Ve şüphesiz şu anda onun için danstan başka her şey hiçtir!

Kendisini dansa davet ettim. Kabul etti. Bir Alman havası çalınıyordu. Başlangıçta bin türlü kol geçmelerle vakit geçirdik. Her hareketinde, bütün kıvranışlarında o ne güzellik, ne tabiilikti ya Rabbi!

Müzik, vals havasında bizi gökteki yıldızlar gibi birbirimizin etrafında çevirmeye başladığı vakit ortada bir karışıklık oldu. Çünkü çoğu bunu bilmiyordu. Bereket versin biz ihtiyatlı davranarak onlar hızlarını alıncaya kadar bir tarafta bekledik. Hepsi içindeki ateşi püskürdü. En ziyade acemi olanlar da işin içinden çekildiler. Meydan bize kaldı. O zaman biz yeni bir şevk ve hararetle ortaya geçerek dansa başladık. Audran da damı ile beraber ortada idi.

Ömrümde bu kadar canlı ve hafif dans ettiğimi bilmiyorum. Sanki artık etten kemikten yaratılmış bir adam değildim. Kollarının arasında dünyanın en güzel bir kızını sarmak! Bir kasırga içinde onunla uçmak… Etrafında her şeyin geçip gittiğini, her şeyin hiç olduğunu görmek… Ve duymak!

Wilhelm, sana bir şey söyleyeyim mi? Bir kadın ki ben onu seveceğim, ona az çok sözüm geçecek, yemin ederim ki… Daha o zaman yemin ettim ki benden başka hiç kimseyle vals edemeyecektir. Öleceğimi bilsem buna razı olmam! Anlıyorsun, değil mi?

Sonunda biraz dinlenmek ve nefes almak için salonda gezindik. Ondan sonra Charlotte oturdu, kendisi için daha önceden saklattığım portakalları getirdim. Bunlardan başka hiç portakal kalmamıştı. Yüreğine serinlik verdiği için bunlardan pek hoşlandı. Fakat yanındaki boşboğaz bir kadına dilim dilim ikramlarda bulundukça benim içim gidiyordu.

Üçüncü İngiliz kontu valsinde ikinci çift biz olduk. En saf, en temiz bir zevkin pırıltılarıyla ateşlenen gözlerine ve omzunda sıcaklığını duyduğum koluna bağlanarak mesut, onunla beraber dönerken sevimli çehresi gözüme çarpan orta yaşlı bir kadınla karşılaştık. Bu kadın Charlotte’a bakarak gülümsedi. Parmağıyla ona bir tehdit işareti yolladı ve yanımızdan geçerken iki kere manalı bir surette Albert ismini tekrarladı.

Charlotte’a yavaşça “Sormak ayıp olmasın ama kimdir bu Albert?” dedim.

Tam cevap vereceği sırada büyük diziye katılmamız için ayrılmamız icap etti. Önünden geçerken alnında bir düşüncenin gölgesini sezer gibi oldum.

Tekrar birleştiğimiz zaman “Sizden niye saklayayım!” dedi. “Albert nazik bir gençtir ve benim nişanlımdır.”

Bu benim için hiç yeni bir haber değildi. Çünkü bunu daha yolda gelirken öteki hanımlar söylemişlerdi. Fakat işin ucu -böyle az bir zamanda bana çok kıymetli olan- bir kıza dokununca iş değişti. Benim üzerimde hiç beklemediğim bir kara haber izi bıraktı. Fena bozuldum. Ayaklarım dolaştı. Oyun çığırından çıktı. Beni artık Charlotte sürüklüyordu. Ötemden berimden çekerek beni yola koymak için artık uğraştı durdu…

Dans daha bitmemişti ki ne zamandan beri gökyüzünün eteklerinde çakan şimşekler, benim tasarladıklarımı boşa çıkararak gittikçe daha fazla yaklaşmaya, daha keskin ışıklarla parlayıp gürlemeye başladı. Gök gürültüsünden müzik işitilmez oldu. Üç kadın ve onların peşi sıra kavalyeleri danstan vazgeçtiler. Kargaşalık büyüdü. Orkestra da susmaya mecbur oldu.

Eğlence arasında apansız çıkan bu gibi bozgunluklar, herkese başka vakitlerden daha çok dokunuyor. Eğlence ve korku düpedüz birbirine zıt şeyler olmasından mı yoksa bütün duygular daha evvel uyanmış olduğu için böyle sarsıntılara dayanacak yeri kalmamasından mı?.. Nedense birçok kadının keyfi kaçtı, yüzleri ekşidi.

İçlerinden en kendi hâlinde olanı bir köşeye büzülerek arkasını pencereye verdi ve kulaklarını tıkadı. Öbürü bunun önüne diz çökmüş, başını onun kucağına gömüyordu. Bu ikisi arasına sokulan bir üçüncüsü de kız kardeşini kucaklayarak ha bire ağlıyordu. Birtakımı evlerine gitmek isterken birtakımı da bütün bütün kendini bırakmış bulunuyordu. Bunlar sıcak gözyaşlarıyla gökyüzüne bakarak Allah’a candan yalvarırlarken kendileriyle alay etmek isteyen genç züppelerimizin şu hoppalıklarını kıracak kadar olsun kendilerini derleyip toplayamıyorlardı.

Erkeklerden bir küme, rahat rahat pipolarını tüttürmek için aşağı inmişti. Bu sırada ev sahibi madam bir çare düşündü: Pencereleri ve pencere kepenkleri kapalı bir oda varmış. Misafirlerin oraya geçmelerini rica ediyordu.

Gerçekte bu odanın her tarafı kapalı, üstelik perdeleri kalın ve kornişliydi.

İçeri henüz girilmemişti ki Charlotte sandalyeleri yan yana getirerek odanın ortasına onlardan bir çevre yaptı. Herkes sandalyesine yerleştiği zaman o her korkuyu unutturan tatlı bir sesle “Bir şey oynayalım!” dedi.

Bu sözler üzerine birçok zamane gencinin tatlı bir para oyununa dalmak ümidine düştüklerini ve sevimli olmaya çalıştıklarını gördüm. Charlotte dedi ki:

“Şimdi sayı oyunu oynayacağız. Dikkat edin! Ben hep sağdan sola dönerek her birinize işaret vereceğim. İşareti alan, vakit kaybetmeden kendine düşen sayı ne ise onu söyleyecektir. Kim şaşırır ve yahut yarım saniye geçirirse bir tura yiyecektir. Böylelikle bine kadar sayacağız, hadi bakalım!”

Bu görülmeye layık bir şeydi! Charlotte billur kolunu uzatmış, parmağıyla birer birer herkesi işaret ederek dönüyordu. Birincisi “bir” dedi, ikincisi “iki”, daha sonraki “üç”… İşe kolayından başlamıştı. Herkesi böyle alıştırdıktan sonra atlamalar yapmaya ve gittikçe hızını artırmaya başladı. Biri şaşırdı, pat bir tura… Yanındaki ona güldüğü için o da şaşırdı, pat bir tura da ona! O ise gitgide hızlanıyordu.

Ben kendi payıma iki tura yedim. Hatta gizli bir ürperti ile sezer gibi oldum ki bana başkalarından biraz daha hızlı vuruyordu. Katılasıya gülmeler, haykırışmalarla sayımız daha bine varmadan oyun bitti, bu yüzden tanışmalarda daha çok yakınlık oldu. Fırtına geçmişti. Salona gidilirken Charlotte’un arkasından yetiştim. Yolda “Yedikleri turalar…” dedi. “Onlarda ne fırtına korkusu bıraktı ne bir şey!”

Hiçbir cevap vermedim. O, devam etti:

“En çok korkanlardan biri de bendim. Fakat başkalarına cesaret vereyim derken kendim de cesaretli oldum.”

Pencereye yaklaştık. Hâlâ uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Sinsi bir yağmur, tatlı bir şamata ile toprağı ıslatırken artık serinleşen havanın dalgaları bize etek dolusu ot kokuları taşıyordu.

Charlotte dirseğine dayanmış, kırlara bakıyordu. Bakışlarını böyle dolaştırırken göğe çevirdi. Sonra bana baktı. Gözleri yaşlı idi. Sonra elini elimin üstüne koyarak “Ah, ey Klopstock!”[3 - Almanya’nın en meşhur şairlerinden. (e.n.)] dedi. Hemen aklımdan geçen o kıymetli kasideyi hatırladım. Charlotte’un o anda bana verdiği duyguların coşkunluğu içinde boğuluyordum.

Dayanamadım. Elinin üstüne eğildim ve çok tatlı gözyaşlarımla ıslatarak o eli öptüm. Sonra gene gözlerine dalıp kaldım…

Ah, ey ilahi Klopstock! Sen en büyük nasibini bu gözlerde görmeliydin! Ve ben -zındıklığın ikide bir lekelemeye yeltendiği- büyük adını ne olur ömrümün sonuna kadar başka bir ağızdan işitmesem!

    19 Haziran