John, benimle gurur duyuyor gibiydi. Yelemi ve kuyruğumu bir hanımefendinin saçı gibi dümdüz yapardı ve hep benimle konuşurdu. Tabii ki her dediğini anlamazdım ama zamanla ne demek istediğini ve benden ne yapmamı istediğini öğrenmeye başladım. Onu çok sevmeye başlamıştım. Çok dikkatli ve nazikti. Bir atın nasıl hissettiğini biliyor gibiydi. Beni temizlediği zaman hassas ve gıdıklanan yerleri biliyordu. Başımı fırçalarken gözlerimin üstüne sıra gelince kendi gözleriymiş gibi dikkat etti ve beni asla üzmedi.
Ahırdaki yardımcı çocuk James Howard, aynı onun gibi dikkatli, nazik ve hoş birisiydi. O yüzden durumum gayet iyiydi.
Avluda yardım eden başka bir adam daha vardı ama onun Zencefil’le ya da benimle çok işi yoktu.
Bundan birkaç gün sonra, arabayı Zencefil’le birlikte sürmek zorunda kaldım. Birlikte nasıl anlaşacağımızı merak ediyordum ama ben öncülük ederken kulaklarını geriye atmak dışında çok iyi davrandı. İşini dürüstçe yaptı ve payına düşeni gerçekleştirdi. Çifte koşumda yanımda daha iyi bir arkadaş bulamazdım. Tepeye geldiğimizde adımlarını yavaşlatmak yerine ağırlığını yakaya verdi ve geriye doğru çekildi. İkimiz de aynı derecede cesurduk işimizde. John, bizi teşvik etmek yerine zapt etmeye çalışıyordu. İkimizde de hiç kırbaç kullanmak zorunda kalmadı. Adımlarımız birbirleriyle uyumluydu. Tırıs giderken Zencefil’e ayak uydurmak çok kolaydı ve bu işi daha da güzelleştiriyordu. Sahibimiz ve John, adımlarımızın bu kadar uyumlu olmasından çok memnundu. İki ya da üç kez birlikte dışarı çıktıktan sonra birbirimize çok alıştık, arkadaş olduk. Bu da beni, evimdeymiş gibi hissettirdi.
Merrylegs’e gelince onunla da çok geçmeden arkadaş olduk. O neşeli, cesur, iyi huylu küçük arkadaşımızdı, herkesin en sevdiği arkadaştı. Özellikle Bayan Jessie ve Flora onu çok severlerdi. Bayanlar ona meyvelikte binerler, onunla ve küçük köpekleri Frisky’le kibarca oynarlardı.
Sahibimizin başka bir ahırda duran iki atı daha vardı. Biri, binek atı olarak ya da eşya arabasına sürülmek için kullanılan demir kırı bir at olan Adalet, diğeri, Beyefendi Oliver adlı yaşlı kahverengi bir avcı attı. Artık çalışmıyordu ama hâlâ sahibimizin sevdiği atlardan biriydi. Sahibimiz onunla arazide koşardı. Bazen, arazide, hafif araba taşırdı ya da babalarıyla gezmek isteyen bayanlardan birini… Çünkü Beyefendi Oliver çok kibardı ve çocukları taşıma konusunda en az Merrylegs kadar güvenilirdi. Demir kırı at, güçlü, iyi yetiştirilmiş, iyi huylu bir attı ve bazen otlakta onunla biraz sohbet ederdik ama tabii ki onunla, benimle aynı ahırda kalan Zencefil’le olduğum kadar samimi olamazdım.
Özgürlük
Yeni yerimde çok mutluydum ve eğer anlatmayı unuttuğum bir şey varsa bu mutsuz olduğum için değildi. Benimle ilgilenen herkes çok iyiydi, güneş alan, havadar bir ahırım vardı ve çok iyi yemekler yiyordum. Daha ne isteyebilirdim? Tabii ki özgürlük! Hayatımın üç buçuk senesi boyunca dilediğimce özgürdüm, ama şimdi, haftalarca, aylarca, hatta senelerce, lazım olmadığım zamanlarda, bir ahırda, gece gündüz durmalıyım. Lazım olduğumda da yirmi sene çalışmış yaşlı bir at kadar dikkatli ve sessiz olmalıyım. Oraya kayış, buraya kayış, ağzıma gemlik, gözüme gözlük… Şimdi şikâyet etmiyorum çünkü öyle olması gerektiğini biliyorum. Demek istediğim şu ki kafasını istediği gibi savurabileceği, kuyruğunu sallayabileceği, tüm hızıyla dörtnala koşabileceği, dört bir yanı dolaşacağı sonra arkadaşlarına hava atacağı geniş arazilere ya da düzlüklere alışkın, gücü kuvveti yerinde capcanlı genç bir at için istediğiniz gibi davranamamak, biraz daha özgür olamamak çok zordur. Bazen her zamankinden daha az çalıştırıldığımda o kadar canlı ve hayat dolu hissediyorum ki John beni dışarıda egzersiz yapmaya çıkardığında sessiz olamıyorum, ne istersem onu yapıyorum, atlıyorum, dans ediyorum, zıplayıp oynuyorum… Biliyorum, John’ı özellikle başlangıçta bayağı sarsmışımdır ama bana karşı her zaman iyi ve sabırlıydı.
“Sakin, sakin oğlum.” derdi. “Biraz bekle. İyi bir tempo tutturacağız ve ayaklarındaki gıdıklanma hissi geçecek.” Köyden çıkar çıkmaz birkaç mil boyunca bayağı hızlı tırıs giderdi ve sonra beni önceki kadar genç ve taze geri getirirdi; onun tabiriyle huzursuzluktan kurtulmuş bir şekilde. Canlı ve hareketli atlar, yeterince egzersiz yapmadıklarında delişmen diye çağrılırlardı, bu canlılık sadece bir oyundu ve bazı seyisler, bu atları cezalandırırdı. Ancak John cezalandırmazdı: Bu delişmenliğin sadece canlılık olduğunu bilirdi. Yine de ileri gittiğimi ses tonuyla ya da dizginlere dokunarak bana anlatırdı. Ciddi ya da azimli olduğunda sesinden anlardım. Ses tonu üzerimde başka her şeyden çok etkiliydi çünkü John’a çok düşkündüm.
Diyebilirim ki bazen iki üç saatliğine özgür olurduk: Bu, yazın güneşli pazar günlerinde, gerçekleşirdi. Araba pazar günleri yola çıkmazdı çünkü kilise çok yakındı.
Evin çayırına ya da eski meyveliğe salınmak çok güzel bir histi. Çim çok serin ve yumuşaktı, ayaklarımıza güzel geliyordu, hava çok tatlıydı, istediğimiz şeyi yapabilme özgürlüğü çok hoştu: Dörtnala koşmak, yere uzanmak, sırtüstü yuvarlanmak, güzel çimi yemek… Bu, aynı zamanda konuşmak için de iyi bir fırsattı çünkü hepimiz, büyük kestane ağacının gölgesinde dururduk.
Zencefil
Bir gün, Zencefil ve ben, gölgede birlikte dururken bayağı konuşma fırsatı bulduk. Benim yetiştirilmem ve eğitilmem hakkındaki her şeyi öğrenmek istedi ve ben de anlattım.
“Vayy!” dedi. “Eğer ben de böyle yetiştirilseydim senin gibi iyi huylu olabilirdim. Bundan sonra iyi huylu bir ata dönüşebileceğimi hiç sanmıyorum.”
“Neden?” diye sordum.
“Çünkü benim yetiştirilmem bambaşkaydı.” diye cevap verdi. “Bana nazik davranan ve mutlu etmeyi gönülden istediğim at ya da adam, hiç kimsem olmadı. Bir kere, her şeyden önce, sütten kesilir kesilmez annemden alındım ve diğer genç tayların yanına gönderildim. Hiçbiri benimle ilgilenmedi ve ben de hiçbiriyle ilgilenmedim. Bana bakacak, benimle konuşacak ve yemek için güzel şeyler getirecek, seninki gibi kibar bir sahibim olmadı. Bize bakmakla görevli adam, hayatım boyunca, bana kibar bir kelime etmedi. Beni kötü çalıştırdı demiyorum ama kışın yatacak yerimiz ve yiyecek yemeğimizi vermekten başka bir şeyle ilgilenmedi. Arazinin içinden patika geçiyordu ve genellikle oradan geçen delikanlılar dörtnala koşalım diye taş atarlardı. Bana hiç taş isabet etmedi ama genç, iyi bir atın yüzü, taş yüzünden çok kötü kesildi. Sanırım o yaranın izini hayatı boyunca taşır. Onları umursamadık ama tabii ki bu durum bizi iyice vahşileştirdi ve kafamıza bu delikanlıların bizim için düşman olduğunu yerleştirdik. Çayırlarda aşağı yukarı dörtnala koşturarak arazinin etrafında birbirimizi kovalayarak sonra ağaçlarının gölgesinde durarak çok iyi vakit geçirirdik. Ancak iş eğitilmeye gelince benim için durum çok kötü olmuştu. Birkaç adam beni yakalamaya geldi ve nihayet beni arazinin bir köşesinde kıstırdıklarında biri, beni perçemimden, diğeri de burnumdan yakaladı ve öyle çok sıktı ki nefes bile alamadım. Bir diğeri alt çenemi eline aldı ve ağzımı iyice sıktı ve açtı. Yularla gemi zorla ağzıma taktı. Birisi beni yularımdan çekti, diğeri arkamdan kırbaçladı ve bu olay, insanların kibarlığına dair yaşadığım ilk deneyimdi. Hepsini zorla yaptılar; bana, ne yapmayı düşündüklerini anlama şansı bile vermediler. Soylu bir attım ve çok canlıydım. Hiç şüphesiz çok vahşiydim ve diyebilirim ki tam anlamıyla başlarına bela oldum. Sonra, özgür olmak yerine, bir odada günlerce tıkılı kalmak çok korkunçtu ve çok sıkıldım, üzüldüm ve serbest olmak istedim. Sen de bilirsin, kibar bir sahip ve onun tatlı dilli konuşması varken bile özgür olmamak zordur ki bende bunlar da yoktu.”
“Beni sakinleştirip ikna edebilecek ve istediğini yaptırabilecek bir adam vardı; yaşlı sahip Bay Ryder. Ancak yetiştirilme işinin zor tarafını oğluna ve deneyimli başka bir adama bıraktı, kendisi sadece arada bir izlemeye geldi. Oğlu, güçlü, uzun boylu, cesur bir adamdı. Onu Samson diye çağırıyorlardı ve Samson kendisini fırlatıp atacak atın daha anasından doğmadığını söyler dururdu. Babasındaki kibarlık onda yoktu; güçlü bir sesi, keskin gözleri, kaba bir eli vardı. Daha ilk bakışta yapmak istediği şeyin beni gerçekten dermansız bırakmak ve beni sessiz, alçak gönüllü, uysal bir at parçasına dönüştürmek olduğunu anladım. ‘At parçası!’ Evet. Düşündüğü tek şey buydu.” Sanki düşünmek Zencefil’i çok kızdırmıştı çünkü ayağını hızla yere vurdu. Sonra devam etti: “Eğer tam olarak benden istediği şeyi yapmasaydım çok kızardı ve beni yorgunluktan bitkin düşene kadar alıştırma sahasında uzun dizginlerle koştururdu. Bence çok içiyordu ve çok eminim ki o ne kadar içerse benim için durum o kadar kötü oluyordu. Bir gün, beni, olabilecek her şekilde kötü çalıştırdı, uzandığımda çok yorgun, üzgün ve sinirliydim ve her şey, o an, çok zor gelmişti. Ertesi sabah, beni almak için erken geldi ve yine sahanın etrafında uzun süre koşturdu. Sonraki sefer elinde eyer, başlık ve yeni bir çeşit gemle beni almaya geldiğinde daha bir saat bile dinlenmemiştim. Nasıl olduğunu tam olarak anlatamayacağım: Onu kızdıracak şeyi yaptığımda bana alıştırma sahasında biniyordu. Kızınca dizginleri savurdu. Yeni gem çok acıtıyordu ve aniden geriye doğru irkildim. Bu, onu, daha da kızdırdı ve beni kamçılamaya başladı. O an, tüm ruhumun ondan nefret ettiğini hissettim, daha önce hiç yapmadığım gibi tekmelemeye, öne, arkaya doğru gitmeye başladım ve resmen kavga ettik. Uzunca bir süre eyere tutundu ve beni kırbaçla ve mahmuzla cezalandırdı ama sinirim tepeme çıkmıştı. Tek düşündüğüm ne pahasına olursa olsun onu yere atmaktı. Sonunda, berbat bir kavgadan sonra, onu arkaya doğru fırlattım. Çime çok kötü düştüğünü duydum ve arkama bile bakmadan arazinin öbür ucuna doğru dörtnala koştum. Orada arkama döndüm ve bana eziyet eden o adamın yavaşça yerden kalktığını ve ahıra gittiğini gördüm. Bir meşe ağacının altında durdum ve izledim ama kimse beni yakalamaya gelmedi. Zaman geçti, hava çok sıcaktı, sinekler etrafımda uçuşuyor ve yan taraflarımda, kamçı yüzünden kanayan yerlere konuyordu. Sabahtan beri bir şey yemediğim için çok açtım ama çayırda bir kaza yetecek kadar bile çim yoktu. Uzanıp dinlenmek istedim ama eyer sıkıca bağlandığı için rahat değildim ve içecek bir damla suyum bile yoktu. Öğlen oldu ve sonra güneş alçaldı. Diğer tayların içeri girdiğini gördüm, iyi bir yemek yiyeceklerini biliyordum.”
“Sonunda, güneş battıktan sonra, yaşlı sahibin elinde bir elekle geldiğini gördüm. Ak saçlı, iyi, yaşlı bir beyefendiydi; sesini bin ses arasından seçerdim: Yüksek ya da alçak değildi; tam anlamıyla yeterli şiddette, sakin ve kibardı. Emir verdiğinde sesi, öyle kararlı ve sakin olurdu ki herkes, atlar ve adamlar, bilirdi ki yaşlı sahip kendisine itaat edilmesini bekliyordu. Sessizce yaklaştı, arada bir elindeki içinde yulaf olan eleği sallıyordu. Benle kibarca ve neşeyle konuşuyordu: ‘Gel kızım, gel kızım, gel, gel!’ Durdum ve yanıma gelmesini bekledim. Yulafı bana tuttu ve korkusuzca yemeye başladım. Sesi, tüm korkumu alıp götürmüştü. Yanımda durdu, yerken beni seviyor ve okşuyordu. Yan tarafımda pıhtılaşmış kanı görünce kızdı ve üzüldü. ‘Zavallı kızım! Çok kötü bir işti, çok kötü!’ Sonra yavaşça dizginleri eline aldı ve beni ahıra götürdü. Samson kapıda duruyordu. Kulaklarımı arkaya yatırdım ve ona doğru horuldadım. Sahip, Samson’a, ‘Çekil.’ dedi. ‘Yolumdan çekil! Bu kısrağı çok kötü çalıştırmışsın!’ Vahşi zalim gibi bir şey söyledi. ‘Tabi ya!’ dedi babası. ‘Kötü huylu bir adam, asla iyi huylu bir atı çalıştıramaz. Daha işin ustası olamadın Samson.’ Sonra beni kulübeme götürdü, eyeri ve başlığı kendi elleriyle çıkardı ve beni bağladı, ardından bir kova sıcak su ve bir sünger istedi. Kabanını çıkardı ve ahırdaki çalışan kovayı tutarken yan taraflarımı süngerle uzun uzun sildi. Öyle güzel sildi ki yaraların ne kadar kötü olduğunu ve çok acıdığını bildiğine emindim. ‘Ooo canım benim!’ dedi. ‘Sakin dur. Rahat dur.’ Sesi bana iyi gelmişti ve silişi de çok rahatlatıcıydı. Derim ağzımın kenarlarında öyle kötü olmuştu ki samanı yiyemedim. Saplar canımı acıttı. Ağzıma iyice yakından baktı, kafasını salladı ve adama içine yemek katılmış iyi bir kepek lapası getirmesini söyledi. Öyle lezzetli bir lapaydı ki!.. Ağzım için de yumuşacık ve iyileştirici gelmişti. Ben yemek yerken hep yanımda bekledi, beni sevdi, bir yandan da adamla konuşuyordu. ‘Böyle canlı ve atak bir hayvan…’ dedi. ‘İyi davranışla eğitilemezse asla hiçbir iş için iyi bir at olamaz.’ Sonrasında beni sık sık ziyarete geldi ve ağzım iyileştiğinde diğer eğitmen Job, beni eğitmeye devam etti. Adam ciddi ve düşünceliydi ve çok geçmeden ne anlatmak istediyse hepsini öğrenmiştim.”
Zencefil’in Öyküsü Devam Ediyor
Bir gün, yine Zencefil’le beraber çayırdayken bana, ilk evini anlattı.
“Eğitimimden sonra…” dedi. “Bir satıcı, kestane rengi bir atla birlikte arabaya sürmek için beni satın aldı. Birkaç hafta, adam, o atla beni birlikte sürdü sonra kibar bir beyefendiye satıldık ve Londra’ya gönderildik. Satıcı bana taşıma dizgini takmıştı ve bana öyle binmişti. Bundan nefret etmiştim ama bu yerde çok daha sıkı dizginlendik. Arabacı ve sahibi, bu şekilde modaya daha çok uyduğumuzu düşünüyorlardı. Daha çok Park’ta ve diğer son moda yerlerde gezerdik. Senin gibi taşıma dizgini takmamış olan bir at bunun ne demek olduğunu bilemez, ama berbat bir şey olduğunu söyleyebilirim.
Başımı bir yandan öbür yana sallamayı ve diğer atlar gibi yukarı kaldırmayı severim ama şimdi bir düşün ki başını yukarı kaldırmak ve o şekilde saatlerce durmak zorunda olsan, boynunu birden geri çekme dışında hiç oynatamasan boynun artık katlanamayacak kadar ağrısa… Bunun yanı sıra, bir değil iki gemle durduğunu hayal et; benimkiler aynı zamanda keskindi. Ben, gemlere ve dizginlere kızarken ve onlar yüzünden acı çekerken gemler, dilimi ve çenemi ağrıttı ve dilimdeki kan, ağzımdan akıp duran salyayı boyadı. En kötüsü, hanımımızı, bir parti ya da eğlencedeyken saatlerce beklemek zorunda kalmaktı. Eğer sabırsızlıktan kızar ve ayağımı yere vurmaya başlarsam da kırbaç hazırdı. Bu, bir atı delirtmek için yeter de artardı.”
“Sahibiniz sizi hiç düşünmez miydi?” diye sordum.
“Hayır.” dedi. “O sadece modaya uygun giyinmekle ilgiliydi. Bence atlar hakkında bilgi sahibi değildi. Bu işi, arabacıya bırakmıştı. Arabacı da sahibimize kötü huylu olduğumu, dizgin takmak için eğitilmediğimi ama eninde sonunda alışmak zorunda olduğumu söylemişti. Ancak bu işi yapacak gibi bir adam değildi çünkü ben, ahırda üzgün ve kızgınken kibarlıkla sakinleştirilip sessizleştirileceğime, öfkeli bir söz ya da bağırışla karşılaşmıştım. Eğer insancıl bir adam olsaydı katlanmaya çalışırdım. Çalışmaya istekliydim ve çok çalışmaya hazırdım da ama sadece zevkleri için işkence görmek beni kızdırdı. Bana eziyet etmeye ne hakları vardı? Ağzımdaki ve boynumdaki acının yanında boğazım da çok acırdı. Eğer orada uzun süre kalırsam nefes alıp vermek de zorlaşırdı. Ancak gittikçe huzursuz ve sinirli oldum. Buna engel olamıyordum ve beni kim koşuma bağlamaya çalışırsa çalışsın harekete geçiyor ve çifte atıyordum. Bir gün, bizi, arabaya bağladıkları ve başıma dizgin takmaya çalıştıklarında bunları tüm kuvvetimle savurdum ve tekmeledim. Çok geçmeden bir sürü koşum kırdım. Bu da bu evin sonuydu.
Bundan sonra Tattersall’a satılmak için gönderildim. Tabii ki günahlarımdan sıyrılamadım; orası gerçek. Yakışıklı görünüşüm ve iyi adımlarım, bir beyefendiyi, beni satın almaya teşvik etti ve böylece, başka bir satıcı tarafından alındım. Beni, her şekilde ve farklı gemlerle denedi ve eninde sonunda neye katlanamadığımı anladı. Sonunda, beni, o dizginlerle sürmeyi bıraktı ve kasabadaki bir beyefendiye gayet sessiz bir at olarak sattı. İyi bir sahipti ve onunla iyi geçinmeye başlamıştım ama eski seyisi ayrıldı ve yerine yeni birisi geldi. Bu adam da Samson gibi kötü huylu ve kabaydı. Her zaman kaba ve sabırsız bir sesle konuşurdu ve eğer odada, onun istediği zaman hareket etmezsem ahır süpürgesiyle ya da yabayla -hangisi elindeyse-dizlerimin üzerine vururdu. Yaptığı her şey kabaydı ve ondan nefret etmeye başlamıştım. Beni, kendisinden korkutmayı istemişti ama bunun için çok ataktım. Bir gün beni her zamankinden daha fazla kızdırdığında onu ısırdım ve tabii ki bu onu iyice kızdırdı ve kafama kırbaçla vurmaya başladı. Sonrasında benim odama gelmeye hiç cesaret edemedi. Ne topuklarım ne de dişlerim onun emrine amade olacaktı ve o bunu biliyordu. Ustamın yanında ise sessiz sakindim ama tabii ki adamın dediklerini dinlemişti ve yine satıldım.
Aynı satıcı beni duymuştu ve iyi olacağım bir yer bildiğini söyledi. ‘Çok yazık.’ dedi. ‘Böyle iyi bir atın, sırf şans yüzünden kötü ellere gitmesi çok yazık!’ Sonuç olarak senden kısa bir süre önce buraya geldim. Ancak adamların benim düşmanlarım olduğuna çoktan karar vermiştim ve bu yüzden kendimi korumalıydım. Tabii ki burada her şey çok farklı ama ne kadar süreceğini kim bilebilir? Çevreme senin bakış açınla bakabileceğimi sanıyordum ama yaşadığım onca şeyden sonra artık bunu yapamıyorum.”
Ben “Sanırım eğer John ya da James’i ısırsaydın ya da tekmeleseydin çok ayıp olurdu.” dedim.
“Öyle bir şey yapmam.” dedi. “Eğer bana karşı iyi olurlarsa… James’i bir kere çok kötü ısırdım ama John ‘Kibarca yaklaşmayı dene.’ dedi. Beklediğim üzere beni cezalandırmak yerine James kolu sarılı hâlde yanıma geldi, bana kepek lapası getirdi ve beni sevdi ve o zamandan beri ona hiç kötü davranmadım ve davranmayacağım da.”
Zencefil’e çok üzülmüştüm ama tabii ki o zaman onun hakkında çok fazla şey bilmiyordum, bu yüzden daha kötüye gideceğini düşünmüştüm. Ancak, haftalar geçtikçe Zencefil, daha kibar ve neşeli oldu ve yaklaşan her yabancıya gösterdiği dikkatli ve savunmacı bakışı bıraktı ve bir gün James “Kısrağın, beni sevmeye başladığına inanıyorum. Bu sabah alnını fırçalarken bayağı kişnedi.” dedi.
“Evet, evet, James. Birtwick köfteleri yüzünden… Zamanla Siyah İnci kadar iyi olacak. Kibarlık, istediği tek şey. Zavallı şey!”
Sahibimiz de değişimi fark etti ve bir gün genelde yaptığı gibi arabadan inip bizimle konuşmaya geldiğinde Zencefil’in güzel boynunu sevdi: “Canım benim! Senin için işler nasıl gidiyor? Bize geldiğin zaman olduğundan çok daha iyisin değil mi?”
Sahibimiz onu güzelce fırçalarken o da kendi burnunu adama dostça sürttü.
“Onu iyileştirmiş olmalıyız John.” dedi sahip.
“Evet efendim. Durumu iyileşti. Eskisi gibi değil artık. Birtwick köfteleri yüzünden…” dedi John. Gülüyordu.
Bu, John’ın şakasıydı. Birtwick at köftelerinin düzenli olarak verilmesinin, her zalim atı iyileştireceğini söylerdi. “Bu köfteler…” derdi. “Sabırdan ve kibarlıktan, sakinlikten ve sevgiden yapıldı. Her birinin bir libresi 250 gram sağduyu ile karıştırıldı ve ata her gün verildi.”
Merrylegs
Papaz Blomefield’ın, kızlardan ve erkeklerden oluşan geniş bir ailesi vardı. Bazen, bu çocuklar, Bayan Jessie ve Flora ile oynamaya gelirdiler. Kızlardan biri, Miss Jessie ile aynı yaştaydı. Oğlanlardan ikisi büyüktüler ve birkaç tane de ufaklık vardı. Geldiklerinde Merrylegs için çok iş çıkardı. Çünkü hiçbir şey onları, Merrylegs’e sırayla binmek ve meyvelikte, evin çayırında gezmek kadar eğlendiremezdi. Bu, saatlerce, beraber yaptıkları bir şeydi.
Bir gün, Merrylegs, uzun süre onlarla dışarıdaydı. James onu getirdiğinde ve ona yular taktığında o
“Yaramaz! Nasıl davrandığına dikkat et yoksa başımız belaya girer.” dedi.
“Ne oldu Merrylegs?” diye sordum.
“Sorma!” dedi başını ileri atarak. “Bu genç insanlara derslerini veriyordum. Ne zaman durmaları ya da benim ne zaman durmam gerektiğini bilmiyorlar. Bu yüzden arkaya doğru biraz attım onları. Ne yapayım, anladıkları tek şey bu.”
“Ne!” dedim. “Çocukları mı fırlattın? Bunu yapmayacak kadar aklın var diye düşünürdüm. Bayan Jessie iyi ya da Flora’yı mı attın?”
Çok gücenmişti. Şöyle dedi:
“Tabii ki hayır. Ahıra gelen en iyi yulafın uğruna bile yapmam bunu. En az sahip kadar dikkatliyim genç hanımlarımız konusunda, küçüklere gelince onlara binmeyi ben öğrettim. Onlar korktuğunda ya da sırtımda huzursuzlandıklarında kedinin kuşun arkasından gidişi gibi sessiz sakin giderim. Kendilerini iyi hissediyorlarsa tekrar hızlı giderim, anladın mı onlar alışsınlar diye. Bu çocukların sahip olabileceği en iyi arkadaş ve en iyi biniş öğretmeniyim. Sorun onlar değil; erkekler.”
“Erkekler…” dedi. “Oldukça farklılar. Biz nasıl tayken eğitiliyoruz, onlar da eğitilmeli ve neyin nasıl olması gerektiğini öğrenmeliler. Diğer çocuklar, bana, yaklaşık iki saat bindiler ve erkekler sıranın kendilerine geldiğini düşündüler. Evet, öyleydi. Ben de aynı fikirdeydim. Bana sırayla bindiler, onları bir aşağı bir yukarı ve meyveliğin etrafında bir saat dörtnala koşturdum. Her biri fındık dalı kestiler kırbaç yapmak için ve biraz sertçe kullandılar. Son gücüme kadar dayandım ve kötü niyetli düşünmedim. Bu yüzden ipucu olsun diye bir iki kez durdum. Erkekler bir atın ya da midillinin lokomotif ya da kesme makinesi gibi olduğunu düşünüyor ve istedikleri süreyle istedikleri kadar hızlı gidebileceğimizi sanıyorlar. Bir midillinin yorulabileceğini ya da duygularının olduğunu düşünmüyorlar. Bu yüzden beni kırbaçlayanı, arka ayaklarım üzerinde doğrularak arkaya doğru kaydırdım; hepsi bu. Bana tekrar bindi ve ben de aynısını tekrar yaptım. Sonra öbür çocuk bindi. Sopasını kullanmaya başlar başlamaz onu çime yatırdım ve bunu sürdürdüm; onlar anlayana kadar; hepsi bu. Kötü çocuklar değiller. Zalimlik etmek değil niyetleri. Onları seviyorum ama anlıyorsun ya onlara bir ders vermeliydim. Beni James’e götürüp ona söyledikleri zaman, böyle büyük sopalara kızdığını düşünüyorum. Bu tarz sopaların çobanlar ve Çingeneler için uygun olacağını, genç beyefendilere yakışmayacağını söyledi.”
“Yerinde olsaydım…” dedi Zencefil. “Bu çocuklara iyi bir tekme atardım ve bu da onlara iyi bir ders olurdu.”
“Ona ne şüphe!” dedi Merrylegs. “Ancak affına sığınarak söylüyorum; ben sahibimizi kızdıracak ya da James’i utandıracak bir şey yapacak kadar aptal değilim. Ayrıca bu çocuklar at binerken benim sorumluluğumda. Söylüyorum ya, bana emanetler. Daha geçen gün sahibimiz, Bayan Blomefield’a şöyle söylüyordu: ‘Canım, çocukları merak etmeyin. Yaşlı Merrylegs sizin ya da benim kadar onlarla ilgili olacaktır. Sizi temin ederim ki bu midilliyi hiçbir fiyata satmam. O kadar iyi huylu ve güvenilir ki…’ Sence ben beş senedir burada gördüğüm kibar davranışları ve bana duydukları onca güveni unutacak ve birkaç cahil çocuk beni kötü kullandı diye zalime dönecek kadar kadirbilmez bir vahşi miyim? Hayır! Hayır! Sen, sana kibar davranılan bir yerde bulunmadın hiç, bu yüzden bilmiyorsun ve senin için üzgünüm. Ancak size diyebilirim ki iyi yerler iyi atlar yapar. Hiçbir şey için sahiplerimizi üzmem. Onları seviyorum, gerçekten seviyorum.” Alçak sesle de “Ho! Ho! Ho!” dedi burnundan. Sabahları James’i kapıda duyduğunda yaptığı gibi…
“Ayrıca…” dedi. “ Eğer tekmeleseydim kendimi nerede bulurum? Bir çırpıda satılır ve karaktersiz bir midilli olurdum. Bir kasap çırağına köle olabilir, ne kadar hızlı gidebildiğim dışında bir şeyin umursanmadığı deniz kıyısında bir yerde ölümüne çalıştırabilir ya da pazar gezmesine giden üç dört adamın içinde olduğu bir arabayı kamçılanarak taşıyabilirdim; buraya gelmeden önce, çalıştığım yerde gördüğüm şeyler bunlar.” Sonra “Hayır.” Dedi Merrylegs başını sallayarak. “Umarım bu durumlara hiç düşmem.”
Meyvelikte Sohbet
Zencefil ve ben, genelde görülen uzun binek atı soyundan değildik, daha çok yarış atı kanı taşıyorduk. On beş buçuk karış kadar uzunduk. Bu yüzden arabada kullanılmak kadar binilmeye de müsaittik. Sahibimiz, adam ya da at olsun tek iş yapanı sevmediğini söylerdi. Londra parklarında gösteriş yapmayı sevmediği için daha hareketli ve kullanışlı türden bir atı tercih ederdi. Bize göre ise en büyük zevk, biniş partisi için eyer kuşandığımız zamandı. Sahibimiz, Zencefil’e, hanımefendi bana binerdi; genç hanımlar da Bay Oliver ve Merrylegs’e. Birlikte tırıs ve eşkin gitmek o kadar güzeldi ki bu, bizi her zaman neşelendirirdi. Benim görevim en güzeliydi çünkü her zaman hanımefendiyi taşırdım. Kilosu hafifti, sesi şeker gibiydi ve eli dizginler üzerine öyle hafif dokunurdu ki neredeyse dizginleri hissetmeden onun ne istediğini anlardım.
Eğer insanlar hafif bir elin bir at için ne kadar rahat olduğunu ve bir ağzı ve ruh hâlini nasıl iyi tuttuğunu bilselerdi kesinlikle, genelde yaptıkları gibi, dizginlere asılmaz, onları savurmaz ve çekiştirmezlerdi. Ağızlarımız öyle hassas ki kötü ya da cahilce bir davranışla mahvedilmedikleri ve zorlanmadıkları zaman, sürücünün elinin en ufak bir hareketini bile hisseder ve anında bizden ne istendiğini anlarız. Ağzım hiç mahvedilmemişti ve sanırım adımları benden daha iyi olsa da hanımefendi bu sebeple beni Zencefil’e tercih ederdi. Zencefil de beni kıskanırdı ve ağzının benimki kadar mükemmel olmayışının nedeninin yetiştirilmesinin ve Londra’da ona gem takılmasının olduğunu söylerdi. Sonra Bay Oliver şöyle derdi: “Hadi ama! Kendinizi üzmeyin. Çok büyük bir onur sahibisiniz siz. Bizim sahibimizinki gibi bir kiloyu ve boyu, tüm gücüyle ve çevikliğiyle taşıyabilen bir kısrak, hanımefendiyi sırtında taşıyamıyor diye başı yerde gezmemeli. Biz, atlar, başımıza geleni kabullenmeliyiz ve bize iyi ve kibar davranıldığı sürece, her zaman mutlu ve istekli olmalıyız.”