Alphonse Daudet
Taraskonlu Tartaren
1. BÖLÜM
TARASKONLU TARTAREN TARASKON’DA
I
Baobap Bahçesi
Tartarenli Taraskon’u ilk ziyaretim hayatımda unutulmaz bir tarih gibi kalmıştır. Bu ziyaret on iki yahut on beş sene evveldi, lakin dünden daha iyi hatırlıyorum. O zamanlar kahraman Tartaren şehrin methalinde1 Avinyon yolu üzerinde sol taraftaki üçüncü evde oturuyordu. Güzel bir Taraskon köşkü; önünde bir bahçesi, arkasında bir balkonu vardı. Duvarları pek beyaz, panjurları yeşildi. Kapının önünde Savua çocukları ya kaydırak oynarlar yahut güneşin altında başlarını yaprak sigarası kutularına dayayarak uyurlardı.
Dışarıdan evin manzarası hiçbir şeye benzemezdi.
Hiçbir zaman insan kendini bir kahramanın evi önünde zannetmezdi. Lakin içeri girdi mi ne beklenilmeyen manzara!
Mahzenden tavan arasına kadar her şeyde, hatta bahçede bile kahramanca bir hâl vardı.
Tartaren’in bahçesi, Avrupa’da bir eşi daha bulunmayan bir yerdi. Hiçbir memleket ağacı yoktu. Hep sıcak memleket ağaçları: Kale-bas ağacı kotonieler, Hindistan cevizi, mango, muz, hurma ağaçları, bir baobap, napallar, kaktüsler, firavun incirleri… Öyle ki insan kendini on bin fersah uzakta, Afrika’nın göbeğinde zanneder. Söylemeye hacet yok, bu ağaçların hepsi tabii büyüklükte değil. Mesela Hindistan cevizi ağaçları pancar cesametinde…2 Baobap bir rezeda saksısına, pekâlâ yerleşmiş… Lakin ne ehemmiyeti var? Taraskon için bu pek güzel… Pazar günü Tartaren’in baobaplarını seyretmek için bahçeye kabul olunmak şerefine nail olan şehir ahalisi hayranlıkla oradan dönüyorlar.
Düşününüz! O gün bu garip bahçeyi dolaşanlar ne kadar heyecan duyarlardı. Kahramanın odasına girdikleri zaman bu da başka bir şeydi.
Bu oda şehrin görülecek yerlerinden biri. Bahçenin bir ucunda canlı bir kapı ile düzayak baobaba açılıyor.
Yukarıdan aşağı kadar tüfeklerle, kılıçlarla kaplı bir büyük salon tasavvur ediniz. Bütün dünya memleketlerinin silahları… Korsika bıçakları, Katalan bıçakları, tromblon denilen ağzı çok geniş silahlar, Malezya hançerleri, revolver bıçaklar, Karayip okları, çakmak taşından oklar, ellik, Hotanto gürzü, topuz, Amerikan kemendi… Daha ne bileyim neler!.. Bütün bu silahlar kâfi değilmiş gibi tüylerimizi bir kat daha ürpertmek için kılıçların çeliğini ve silahların dipçiklerini parlatan kızgın bir güneş… Bununla beraber insanı biraz temin eden bir şey varsa bütün bu yatağanlar sergisindeki intizam ve temizlikti. Hepsi dikkatle sıralanmış, fırçalanmış, sanki bir eczane imiş gibi etiketlenmişti. Uzaktan uzağa bir levha görünüyor, üzerinde şu yazılar okunuyordu:
“Oklar zehirlidir dokunmayınız!”
Yahut:
“Silahlar doludur. Sakınınız!”
Eğer bu yazılar olmasaydı mümkün değil oraya girmezdim.
Odanın ortasında yuvarlak bir masa vardı. Masanın üstünde bir rom şişesi, bir Türk tütün tabakası, Kaptan Cook’un seyahatleri, Cooper’in, Gustave Aimard’ın romanları, av hikâyeleri, ayı avı, atmaca avı, fil avı vs. hikâyeleri vardı. Elhasıl masanın önünde kırk kırk beş yaşında kısa boylu, şişman, tıknaz, kırmızı yüzlü, gömlekli, fanila donlu, sık kısa sakallı, parlak gözlü bir adam oturuyor, bir elinde bir kitap var, diğer elinde demir kapaklı bir pipo sallıyor ve bilmem hangi korkunç av hikâyesini okuyor. Bu esnada dehşetli bir surette alt dudağını sarkıtıyor ve bu onun cesur simasına Taraskon’un küçük emlak sahiplerinde görülen safderunane3 bir vahşilik veriyor. Ve bu vahşilik bütün evde hüküm sürüyordu.
İşte bu adam Tartaren’di: Taraskonlu Tartaren. Cesur, büyük, emsalsiz Taraskonlu Tartaren…
II
Size bu bahsettiğim zamanda Tartaren dö Taraskon henüz Güney Fransa’da o kadar tanınmış olan Tartaren değildi. Bununla beraber -bu devirde bile- Taraskon’un şahı idi.
Bu şahlık ona nereden geliyordu, onu anlatalım. Önce şunu bileceksiniz ki, orada en büyüğünden en küçüğüne kadar herkes avcıdır. Av, Taraskonlular için bir iptiladır. Tarasın4 şehir bataklığında yüzlerce vukuat yaptığı ve Taraskonluların ona karşı taharri5 kolları tertip ettikleri esatirî6 zamanlardan beri bu iptila mevcuttur. Görüyorsunuz ya güzel günler var!
İşte her pazar sabahı bütün Taraskon silahlarını alır.
Torbaları arkalarında, tüfekleri omuzlarındadır. Köpekleri, gelincikleri, av boruları, nefirleri7 vardır. Bu görülecek bir şeydir. Maalesef av bulunmaz, katiyen bulunmaz. Hayvanlar bütün hayvanlıklarına rağmen işin sonunda sahiplerine itimat etmez olurlar.
Taraskon’un etrafında beş fersah mesafede inler boş, yuvalar metruk bulunur, ne bir karatavuk ne bir bıldırcın ne çulluk, ne de bir tavşan yavrusu vardır.
Bununla beraber mevsim, biberiye, lavanta kokularıyla meşbu8 olan Taraskon’un güzel tepecikli silsilesi pek cazibelidir.
Ya Rhone sahillerinde kademe kademe sıralanan misket üzümleri insanı ne kadar da iştahlandırır… Evet öyle amma arkada kıllı ve tüylü küçük âlemiyle Taraskon vardır. Lakin Taraskon bu âlemde fena bir şöhret sahibidir. Mesela göçmen kuşlar bile güzergâh haritalarında oraya büyük bir salip9 işareti koymuşlardır. Yaban ördekleri Camargue’a doğru büyük bir müselles10 teşkil ederek inerken şehrin çan kuleleri görününce önde giden yaban ördeği kuvvetle bağırmaya başlar: “İşte Taraskon!” Ve bütün sürü yolunu değiştirir.
Hulasa av olarak memlekette ihtiyar bir çapkın tavşan kalmıştı, bu tavşan Taraskonluların katliamından mucize kabilinden olarak kurtulmuş, orada yaşamakta inat etmişti. Bu tavşana bir ad konuldu; Çevik denildi. Bu hayvanın Mösyö Bompard’a ait arazi dâhilinde yuvası olduğu malum. Bu münasebetle söyleyelim ki, onun burada bulunması arazinin kıymetini üç misline çıkarmıştı. Lakin henüz yakalanamadı.
Şimdiki hâlde arkasından koşan iki üç haristen başka kimse yok. Diğerleri matem tuttular. Ve Çevik çoktan beri memlekette bir batıl itikat sırasına geçti. Hâlbuki Taraskonlular hilkaten evhama pek inanırlar. Onun için buldukları zaman tuzlanmış kırlangıç etini bile yerler.
Bana diyeceksiniz ki:
“Pek iyi ama mademki Taraskon’da av bu kadar nadirdir, o hâlde pazar günleri Taraskon avcıları ne yaparlar?”
Ne mi yaparlar?
İlahi! Şehirden iki üç merhale uzağa, kırlara giderler, beş altı kişilik küçük gruplara ayrılırlar. Bir kuyunun, bir zeytinliğin, bir duvarın gölgesine şöyle bir uzanırlar. Torbalarından kızarmış bir sığır parçası, bir çiğ soğan, bir domuz sucuğu, birkaç kutu sardalyası çıkarırlar. Bitmez tükenmez bir sabah yemeğine başlarlar. Bu yemekte Rhone’un güzel şaraplarını içerler. Bu şarap onları güldürür, onlara şarkı söyletir.
Sonra yüklerini tutunca kalkılır. Islıkla köpekler çağrılır, tüfekler yakalanır, avlanmaya başlanır. Yani bu efendilerden her biri kasketini alır; olanca kuvvetiyle havaya fırlatır; uçan kaskete icabına göre beş altı veya iki numaralı saçma atar. Kasketine en çok isabet ettiren av kralı ilan olunur, akşam olunca muzaffer olan avcı delik deşik olan şapkasını tüfeğinin ucuna takarak şehre girer.
Şehirde büyük bir av şapkası ticareti olduğunu söylemeye lüzum yok. Hatta öyle şapkacılar var ki acemi avcılara mahsus olmak üzere evvelden delinmiş ve yırtılmış kasketler satarlar. Lakin Eczacı Bézuquet’den başka bu şapkaları satın alan kimse bilinmiyor. Haysiyet kırıcı bir hal!
Kasket avcılığında Taraskonlu Tartaren’in eşi yok.
Her pazar sabahı yeni bir kasketle gidiyor. Her pazar akşamı parçalanmış bir kasketle dönüyordu. Baobaplı küçük evde tavan arası bütün bu şerefli ganimetlerle dolu idi. Onun için bütün Taraskonlular onu kendilerine üstat olarak tanıyorlardı. Tartaren avcılık usulünü, kanununu gayet iyi biliyordu, çünkü bütün buna dair mufassal, muhtasar kitapları ve kasket avına ait olandan tut da Birmanya kaplanı avına kadar mümkün olan her türlü av hakkındaki eserleri okumuştu ve hepsini pek iyi biliyordu. Onun için Taraskonlular onu kendilerine av hakemi yapmışlardı. Bütün münakaşalarında hakem nasbederlerdi.
Her gün saat üçten dörde kadar Silahçı Costecalde’ın kasket avcılarıyla dolu dükkânının ortasında yeşil deri koltuğa kurulmuş, piposunu ağzına almış iri yarı bir adam görülürdü. Bu avcıların hepsi ayakta birbirleriyle münakaşa ederlerdi. Oturan adam Taraskonlu Tartaren’di. Onların davalarını faslederek Süleymanlıkla Nemrutluğu cem ederdi.
III
“Hayır! Hayır! Hayır!” Taraskon Şehri Üzerine Umumi Bir Nazardan Mabaid.11
Taraskon’un kuvvetli ırkında avcılık ihtirasından başka bir ihtiras daha vardı ki o da romans ihtirası idi. Bu küçük memlekette sarf olunan romans inanılmayacak kadar çoktu. Eski kartonlar içinde sararmış ne kadar hissî bayatlıklar varsa hepsi Taraskon’da gençleşmiş ve parlaklığını iade etmiş bir hâlde görülürdü. Hepsi hepsi orada mevcuttu. Her familyanın kendine mahsus bir romansı vardı. Şehirde herkesçe bunlar bilinirdi. Mesela malumdu ki, Eczacı Bézuquet’nin romansı:
“Parlak yıldız sana perestiş ediyorum.”
Silahçı Costecalde’ınki:
“Kulübeler memleketine gelmek ister misin?”
Sicil tahsildarının romansı da:
“Gizlenseydim kimse beni görmezdi.” (gülünç bir şarkı)
Vesaire… Bütün Taraskon için bu böyle idi. Haftada iki üç gün birinin veya diğerinin evinde toplanılır ve bunlar terennüm edilirdi. Garibi şurasıdır ki bu romanslar daima aynı idi. O kadar uzun zamandan beri terennüm ettikleri hâlde bu yiğit Taraskonlular bu romansları değiştirmek arzusunda değildiler. Bunlar ailede babadan oğula miras kalırdı. Kimse ona dokunmaz ve mukaddes addolunurdu. Hatta hiçbir zaman bu romanslar ariyet12 olarak alınmazdı. Hiçbir zaman Bézuquet’nin romansını söylemek Costecalde’ın fikrine gelmezdi. Ne de Bézuquet, Costecalde’ların romansını terennüm ederdi. Bununla beraber kırk seneden beri kendi kendilerine terennüm ettikleri bu şarkıları hepsi bilirdi fikrinde bulunursanız yanılırsınız. Hayır! Her biri kendi romansını muhafaza eder ve herkes memnun olurdu.
Romanslarda olsun, kasketlerde olsun şehrin birincisi yine Tartaren idi. Onun hemşehrilerine faikiyeti13 şurada mündemiçti: Tartaren’in kendine mahsus romansı yoktu ve hepsininkini bilirdi.
Hepsininkini!
Lakin bu romansları ona söyletmek pek güçtü. Salon muvaffakiyetlerinden erken dönen kahraman, Nîmes şehri piyanolarının karşısında boy göstermektense ya kulübe gitmeyi yahut avcılık kitaplarına dalmayı tercih ediyordu. Bu musiki nümayişlerini kendine layık görmezdi. Bununla beraber bazı kere Bézuquet’nin eczanesinde musiki olduğu zaman tesadüf etmiş gibi içeri girer ve herkesi yalvarttıktan sonra Madam Bézuquet’nin annesiyle birlikte “Şeytan Robert” şarkısını söylemeye muvafakat ederdi. Bu şarkıyı kim işitmediyse hiçbir şey işitmemiş demektir… Bana gelince yüz sene yaşasam bütün hayatımca büyük Tartaren’in azametli adımlarıyla piyanoya yaklaştığı, dirseğiyle piyanoya dayanarak ve yüzünü buruşturarak vazoların yeşil akisleri altında Şeytan Robert’in haşin simasını taklit ettiği daima gözümün önünden gitmeyecek. Vaziyet alır almaz bütün salon titrer; büyük bir şey cereyan edeceği hisso-lunurdu. O zaman bir sükûttan sonra Madam Bézuquet’nin annesi piyanoya refakat ederek başlardı:
Robert ben ki seni severimSen benim vicdanımı aldınHaşin mi görüyorsunAllah seni de beni de affetsin.Sonra yavaş sesle ilave ederdi: “Tartaren sıra sizin.” Ve Taraskonlu Tartaren kollarını uzatmış, yumrukları sıkılmış, burun kanatları titrek, piyanoda gök gürler gibi üç defa tekrar ederdi: “Hayır, hayır, hayır!” Bunun üzerine Madam Bézuquet’nin annesi bir kere daha tekrar ederdi:
“Allah seni de beni de affetsin!”
Tartaren avazı çıktığı kadar “Hayır, hayır, hayır!” diye haykırırdı. Ve her şey burada biterdi. Gördüğünüz gibi bu uzun sürmezdi. Lakin o bu kadar iyi ortaya atılmış, o kadar maharetli bir edayla, o kadar şeytani bir tavırla yapılırdı ki, eczanede bir korku ürpermesi dolaşırdı. “Hayır, hayır, hayır”larını ona dört beş defa tekrar ettirirlerdi.
Bunun üzerine Tartaren alnının terini siler. Kadınlara tebessüm eder. Erkeklere göz kırpar ve muzafferane çekilir. Mühmalane14 bir tavırla “Bézuquet’lerde ‘Şeytan Robert’ şarkısını söyledim.” demek için kulübe giderdi.
İşin asıl garibi buna kendi de inanırdı.
IV
Onlar!!!
Tartarenli Taraskon şehirdeki yüksek mevkisini bu muhtelif maharetlere medyun idi.
Birde şurası sabitti ki bu şeytan adam herkesi kendine cezbetmenin yolunu biliyordu.
Taraskon’da ordu Tartaren’e teveccühkâr idi. Mütekait debboy15 yüzbaşısı kahraman kumandan Bravida onun hakkında “Tavşan gibi bir herif!” derdi. Anlarsınız ya, kumandan tavşanı iyi bilirdi, çünkü o kadar tavşan giydirmişti ki…
Hâkimler Tartaren’e teveccühkâr idiler. İki üç defa Ceza Reisi Ladevése, mahkeme ortasında Tartaren’den bahsederken “bu seciyeli adam” demişti.
Elhasıl ahali de Tartaren’e teveccühkâr idi. Boyu bosu, yürüyüşü, tavrı, gürültüden korkmayan iyi bir trompetacı beygiri tavrı, nereden geldiği bilinmeyen bu kahramanlık şöhreti, bazen dağıttığı metelikler ve kapısının önüne yayılan lostracı çocukların başlarına vurduğu tokatlar onu bulunduğu yerin Lord Seymour’u Taraskon hallerinin kralı yapmıştı. Pazar akşamı rıhtımın üstünde Tartaren kasketini tüfeğin namlusuna takmış olduğu hâlde şehre dönerken Rhone Nehri hamalları kemal-i hürmetle eğilirler, göz ucu ile onun kolunu şişiren pazu adalesini birbirlerine gösterirler ve birbirlerine hayranlıkla yavaşça söylerler:
“İşte kuvvetli bir adam! Çifte pazusu var…”
Çifte pazu!
Böyle şeyler ancak Taraskon’da işitilir.
Bununla beraber her şeye, birçok maharetlerine, çifte pazusu ile ahalinin teveccühüne ve cesur kumandan sabık debboy yüzbaşısı Bravida’nın o kadar kıymetli hürmetine rağmen Tartaren mesut değildi. Bu küçük şehir hayatı onu sıkıyor, ona ağır geliyordu. Taraskon’un büyük adamı, Taraskon’da sıkılıyordu. Mesela şu ki, onun gibi kahraman tabiatlı, sergüzeşt arayan ve muharebeler, koşular, pampalarda büyük avlar, sahra kumları, kasırgalar, tayfunlar tahayyül eden adamın ruhu her pazar kasket avcılığına çıkmaya ve geri kalan vakitlerini Silahçı Castecalde’ın evinde dava fasletmede geçirmeyi hiç de istemiyordu. Zavallı aziz büyük adam! İşin sonunda bu hâl onu üzüntüden öldürecekti.
Ufkunu genişletmek ve çarşı muhitini biraz unutmak için beyhude yere kendini baobaplar ve diğer Afrika nebatlarıyla ihata ediyor,16 silah üstüne silah yığıyor; Malezya hançeri üstüne Malezya hançeri ilave ediyordu. Beyhude yere hayalperestane kitaplarla beynini dolduruyor ve layemut17 Donkişot gibi hayalatın şiddetinden ve hakikatin pençesinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. Heyhat!.. Sergüzeşt hırsını teskin etmek için ne yapsa bu arzuyu şiddetlendirmekten başka bir şeye yaramıyordu. Bütün o silahların manzarası onu daima bir hiddet ve hırs içinde bırakıyordu. Okları, kamaları kementleri ona “Harp! Harp!” diye haykırıyor, baobabının dallarında büyük seyahat rüzgârları esiyor, ona fena nasihatler veriyordu. Bunların üzerine bir de Gustave Aimard ve Fenimore Cooper…
Oh! Yazın ağır günlerinde öğlenden sonra, yalnız başına kılıçlarının arasında okumaya koyulduğu zaman Tartaren kaç kere söylenerek kalkmış, kitabını bir tarafa fırlatmış, bir silahı duvardan indirmek için oraya doğru koşmuştu. Zavallı adam! Taraskon’da kendi evinde olduğunu unutuyordu. Başında bir sargı ve donu ile okuduklarını mevki-i fiile koyuyor ve kendi sesiyle kendini teheyyiç ederek18 elinde bir kama ve bir balta olduğu hâlde serserice dolaşıyordu:
“Onlar şimdi gelsinler!”
Onlar mı?.. Onlar kim?..
Onları Tartaren’in kendisi de iyi bilmiyordu. Onlar bütün tecavüz eden, muharebe eden, ısıran, pençeleyen, kesen, hırlayan, bağıran mahluklardı. Onlar… Bedbaht beyazların bağlanmış oldukları harp direği etrafında dans eden Siyu Hintlileri idi.
Onlar… Roşöz Dağları’nda sallanan ve kanlı bir dil ile kendini yalayan boz ayıları; sahra-i kebirdeki Tuareg vahşileri; Malezya korsanları; Abruzzi haydutları… Hulasa onlar… Onlardı!.. Yani: harp, seyahat, sergüzeşt ve şan ve şeref…
Lakin heyhat! Cesur Taraskonlu onları ne kadar çağırsa, onlara ne kadar meydan okusa, onlar hiç gelmiyorlardı. Lakin ne ehemmiyeti var… Onlar Taraskon’a gelip de ne yapacaklardı.
Bununla beraber Tartaren daima onları bekliyordu. Hususiyle akşam kulübe giderken…
V
Tartaren Kulübe Giderken
Din düşmanları tarafından muhasara edilmiş bir kaleden huruç hareketi yapan Tapınak Şövalyeleri… Çin kaplanının hücum için hazırlanması… Comanche muhariplerinin muharebe sahasına girmesi… Bütün bunlar… Tepeden tırnağa kadar silahlanarak akşamın saat dokuzunda askerler kışlaya girdikten bir saat sonra kulübe giden Taraskonlu Tartaren’in yanında hiçti.
Gemicilerin dediği gibi: Harbe hazırlık.
Tartaren sol eline demir dikenli bir ellik, sağ eline şişli bir baston; sol cebine bir topuz; sağ cebine bir revolver; ensesinin üstüne gömlekle fanila arasına Malezya hançeri koyardı. Hiçbir vakitte zehirli oklar taşımazdı. Çünkü bunlar çok namert silahlar…
Kabinesinin karanlığı ve sükûtu içinde dışarı çıkmazdan evvel bir müddet talim yapardı. Kılıçla keser, duvara nişan alır, adalelerini hareket ettirirdi. Sonra maymuncuğu alır, acele etmeden vakar ile bahçeden geçer (İngilizler gibi, efendiler, İngilizler gibi! Bu hakiki bir cesarettir.) bahçenin nihayetinde ağır demir kapıyı açar. Lakin birdenbire ve şiddetle açar, o suretle ki kapı duvara çarpardı. Onlar kapının arkasında olsaydılar yamyassı olurlardı. Fakat maatteessüf onlar kapının arkasında değiller.
Kapı açılınca Tartaren dışarı çıkar, süratle bir sağa, bir sola göz atar, kapıyı kapayarak iyice kilitler, yola düzülürdü.
Avinyon yolu üzerinde bir kedi bile yok. Kapılar kapalı, pencerelerde aydınlık sönmüş. Her şey kapkaranlık. Yalnız uzaktan bir fener Rhone Nehri’nin sisleri içinde ışıldıyordu.
Azametli ve sakin Taraskonlu Tartaren bu suretle gece yoluna devam ederdi. Mevzun19 bir surette ökçelerini, bastonunun ucundaki demiri tıkırdatır, kaldırımlardan kıvılcımlar çıkarırdı. Bulvarlarda, caddelerde, dar sokaklarda, yolun ortasından yürümeye dikkat ederdi. Gayet iyi bir ihtiyat tedbiri. Bu tedbir tehlikenin geldiği tarafı ve bilhassa Taraskon sokaklarında geceleyin pencerelerden düşen tehlikeyi görmeye müsaitti… Ondaki bu kadar ihtiyatı görünce Tartaren’in korktuğunu zannetmeyiniz… Hayır! Yalnız kendini muhafaza ediyordu.
Tartaren’in korkmadığına en iyi delil nehir yolu ile kulübe gidecek yerde şehir yolu ile gitmesidir. Yani daha uzun, daha karanlık bir alay adi küçük sokaklardan gider, bu sokakların nihayetinde Rhone Nehri meşum bir surette parıldardı. Zavallı adam daima ümit ediyordu ki, bu batakhane yollarının bir dönemeç yerinde onlar karanlıktan çıkıp üzerine atılacaklar ve sırtına yüklenecekler. Onlar bunu yapsalardı, adamakıllı mukabele görürlerdi. Lakin heyhat! Kaderin bir istihzası eseri olarak hiçbir zaman, ama hiç mi hiç bir zaman Taraskonlu Tartaren fena bir şeye tesadüf etmek talihine mazhar olmadı. Hatta bir köpeğe, bir sarhoşa bile tesadüf etmedi. Hiçbir şeye!
Bununla beraber bazı kere yanlış bir tehlike işareti, bir ayak sesi, boğuk sesler duyulur, Tartaren kendi kendine “Dikkat!” der; karanlıkları araştırarak yerinde dimdik durakalır. Rüzgârdan nem kapmaya çalışır, Hintliler gibi yaklaşan ayak seslerini duymak için kulağıyla yeri dinler. Ayak sesleri yaklaşır; sesler vuzuh peyda eder. Hiç şüphe yok, geliyorlar. Onlar buradadırlar. Tartaren’in gözleri ateş püskürür. Göğsü sık sık kabarır. Bir kaplan gibi kendi kendine toplanır ve muharebe naraları atarak saldırmaya hazırlanır. Birdenbire karanlıkların içinden Taraskonluların tatlı sesleri onu sükûnetle çağırırlar:
“Vay! Tartaren!.. Eh, Allah’a ısmarladık, Tartaren!..”
Lanet olsun! Bu gelenler Eczacı Bézuquet ile ailesidir. Costecalde’ların evinde romanslarını söylemekten geliyorlar. Tartaren “Bonsuar! Bonsuar!” diye homurdanır. Aldandığına hiddetlenir. Kızgın ve bastonu havada gecenin karanlıklarına dalar.
Kulübün sokağına varınca cesur Taraskonlu enine boyuna kapının önünde dolaşarak onları biraz daha bekler. Nihayet onları beklemekten yorulur ve onların gelmeyeceğinden emin olarak karanlığa meydan okurcasına bir nazar fırlatır ve hiddetle “Hiçbir şey yok, hiçbir şey olmayacak!” diye mırıldanır ve bunun üzerine kahraman adam kumandanla bezik oynamak için içeri girer.
VI
İki Tartaren
Bu sergüzeşt hırsı, bu kuvvetli heyecan ihtiyacı bu seyahat, bu sefer çılgınlığıyla nasıl oluyordu da Tartaren, Taraskon’u hiç terk etmemiş bulunuyordu. Çünkü bu bir vakıa idi, kırk beş yaşına varıncaya kadar cesur Taraskonlu bir kere olsun şehrinin haricinde yatmamıştı. Hatta Marsilya’ya kadar o maruf seyahati bile yapmamıştı. O seyahat ki her iyi Provance’lı rüşte vasıl olduğu zaman bunu yapar. Hiç olmazsa Beaucaire kasabasına kadar giderdi. Hâlbuki Beaucaire Taraskon’dan çok uzak değildir. Arada geçecek bir köprüden başka bir şey yoktur. Maalesef bu şeytan köprüyü o kadar sık rüzgâr götürür, o kadar uzun, o kadar narindi ve Rhone Nehri burada o kadar geniştir ki vallahi, anlarsınız ya Taraskonlu Tartaren sağlam toprağı tercih ederdi.
Size şunu da itiraf etmek lazımdır ki, kahramanımızda birbirinden farklı iki tabiat vardı. Bilmem hangi âlim, “Ben kendimde iki insan hissediyorum.” demiş. Bu söz sanki Taraskonlu Tartaren için söylenmiş. Hakikaten Tartaren’de Don Kişot’un ruhu vardı. Aynı şövalyelik savletleri, aynı kahramanlık mefkûresi… Aynı hayalperestlik ve büyüklük deliliği… Lakin maatteessüf Tartaren’de, maddilikten ari zırhını açmadan yirmi gece geçiren ve kırk sekiz saat bir avuç pirinçle kanaat eden Don Kişot’un vücudu yoktu. Tartaren’in vücudu bilakis bir kahraman adam vücudu idi. Pek şişman, çok etli, çok inleyen Sancho Panza’nın layemut ayakları üstünde kısa ve şişman karınlı bir vücut…
Aynı adamda hem Don Kişot hem Sancho Panza! Bu iki şahsın bir vücutta içtimasının ne kadar uzlaşmaz bir şey olduğunu anlarsınız. Aralarında ne mücadeleler ne ihtilaflar! İki Tartaren, yani Tartaren-Sancho, Tartaren-Kişot arasındaki mükalemeler Lucian yahut Saint Evremond için yazılacak ne güzel mükalemeler olur! Tartaren-Kişot Gustave Aimard’ın hikâyelerinden heyecan duyar ve “Gidiyorum!” diye haykırır. Tartaren-Sancho romatizmalarından başka bir şey düşünmez ve “Kalıyorum.” der.
Tartaren-Kişot: (pek müteheyyiç) “Tartaren şan ve şerefe müstağrak ol!”
Tartaren-Sancho: (pek müsterih) “Tartaren fanila ile örtün”
Tartaren-Kişot: (gitgide daha heyecanlı) “Ah canım karabinalar, canım hançerler, canım çadırlar…”
Tartaren-Sancho: (gittikçe sakin) “Ey güzel örgü yelekler! Ey sıcak dizlikler! Ey güzel takkeler!”
Tartaren-Kişot: (fevkalade hiddetli) “Bir balta! Bana bir balta verin!”
Tartaren-Sancho: (çıngırakla hizmetçi kızı çağırarak) “Jeannette, çikolatamı getir.”
Bunun üzerine Jeannette görünür, nefis, sıcak, hareli, kokulu çikolata ile yanında anasonlu kızartmayı getirir. Bu, Tartaren-Sancho’nun yüzünü güldürür, Tartaren-Kişot boğulacak kadar bağırır.
İşte bunun içindir ki Taraskonlu Tartaren hiç Taraskon’u terk etmemiştir.
VII
Şanghay’da Avrupalılar
Büyük Ticaret
Tatarlar
Taraskonlu Tartaren Bir Yalancı mı İdi
Serap
Bununla beraber Tartaren bir defa az kaldı seyahate, büyük bir seyahate çıkıyordu.
Taraskonlulardan Garcio-Camus isminde üç kardeş Şanghay’da ticarete başlamışlar, oradaki merkezlerinden birinin müdürlüğünü Tartaren’e teklif etmişlerdi. Ah, işte ona lazım olan hayat bu idi. Büyük işler, idare edilecek bütün bir tüccar memurları âlemi, Rusya’yla, İran’la, Türkiye’yle, Asya’yla münasebetler, hülasa büyük ticaret!
Tartaren’in ağzında bu “büyük ticaret” sözü o kadar yüksekten geliyordu ki!..
Garcio-Camus ticarethanesinin bir faydası daha vardı ki oraya vakit vakit Tatarlar geliyordu. O zaman hemen kapılar kapanıyor, bütün memurlar silahlarını alıyor, konsolos bayrağı çekiliyor, pencerelerden “Pat! Pat!” Tatarların üstüne ateş ediliyordu.
Bu malumat üzerine Tartaren-Kişot ne kadar müteheyyiç olmuştu size söylemeye lüzum görmüyorum. Maalesef bu Tartaren-Sancho’nun işine gelmiyordu ve Tartaren-Kişot’tan daha kuvvetli olduğu için iş neticesiz kaldı. Şehirde bundan çok bahsedildi. Gidecek mi? Gitmeyecek mi? Bahse gireriz ki evet; bahse gireriz ki hayır. Bu bir hadise oldu. İşin sonunda Tartaren gitmedi. Lakin her hâlde bu hikâye ona büyük bir şeref ve haysiyet kazandırdı. Şanghay’a gidecek hâle gelmek yahut Taraskon namına oraya gitmek hemen aynı şeydi. Tartaren’in seyahatinden bahsede bahsede bir zaman geldi ki onun Şanghay’dan avdet ettiğine20 inanıldı. Kulüpte herkes ondan Şanghay hayatı, ahlakı, afyon ve büyük ticaret hakkında malumat istiyordu.
Tartaren iyi malumat almış olduğundan istenilen teferruat hakkında memnuniyetle malumat veriyordu. Sonunda kahraman adam hakikaten Şanghay’a gidip gitmediği hakkında kendisi de şüphe etmeye başlamıştı. O kadar ki yüzüncü defa olarak kulüpte Tatarların hücumu hakkında malumat verirken “O vakit memurları silahlandırdım. Konsolos bayrağını çektim. Ve pat, pat, pat pencerelerden tatarlar üstüne ateş ettirdim.” demeye başladı. Bunu işittiği zaman bütün kulüp titriyordu…