“Demek öyle olmuş ha!” dedi Dot. “O ve ben okul arkadaşıydık John.”
John belki de onu düşünüyordu çünkü okul dönemi biteli çok olmamıştı. Düşünceli bir keyifle karısına baktı ama cevap vermedi.
“Bir de o yaşlı! Kız da çok genç! Gruff ve Tackleton senden kaç yaş küçük John?”
“Bu gece Gruff ve Tackleton’ın dört gecede içtiği çayı tek seferde içmek için kaç fincan çay içmem gerek merak ediyorum!” diye yanıtladı John espriyle yuvarlak masanın yanına bir sandalye çekip soğuk ete girişirken. “Az yerim ama yediğimden keyif alırım Dot.”
Yemek zamanlarında hep dile getirdiği bu düşünce, masum düşlerinden biri (çünkü iştahı her zaman biraz inatçıydı ve bu onunla zıt bir durum oluşturuyordu.) bile kolilerin arasında durmuş ve pasta kutusunu ayağıyla hafifçe iten ufak karısının yüzünde bir gülümseme yaratmamıştı. Orada düşüncelere dalmış biçimde, yemeği ve John’u (ona seslenmiş ve irkilmesi için bıçağıyla masaya vurmuş olmasına rağmen) önemsemeden durdu. Sonunda ayağa kalkıp koluna dokununca kadın bir an için yüzünü kaldırıp ona baktı ve sonra dalgınlığına gülerek çaydanlığa koştu. Gülmüştü gülmesine ama gülümsemesinin tavrı ve müziği değişmişti.
Ağustos Böceği de durmuştu. Nedense o da az önceki kadar neşeli değildi. Alakası bile yoktu.
“Peki bütün kutular bunlar mı John?” dedi dürüst Ulak’ın en sevdiği söylemini (kesinlikle yediğinin keyfini çıkarıyordu ama az yediği herkesin malumuydu) hâle getirmeye adadığı sessizliği bölerek. “Yani bütün kutular bu kadar mı John?”
“Hepsi bu.” dedi John. “Ah, hayır, ben…” dedi John çatalını bıçağını masaya bırakıp derin bir nefes alarak. “Yaşlı beyefendiyi tamamen unuttuğumu belirtmeliyim!”
“Yaşlı beyefendi mi?”
“Arabada.” dedi John. “En son gördüğümde samanların arasında uyuyordu. İçeri girdiğimden beri iki kere net bir biçimde aklıma geldi ama sonra yine aklımdan çıktı. Vah! Hadi bakalım! Kalk artık! Aferin sana!”
John bu sonraki kelimeleri elinde mumla aceleyle koştuktan sonra kapının dışında söyledi.
Miss Slowboy, Yaşlı Beyefendi’ye yapılan atfın bilincinde ve bunu gizemli hayal gücüyle deyimin dinî tabiatına yorunca o kadar huzursuz oldu ki hanımefendisinin eteklerine sığınmak için ateşin başında oturduğu alçak tabureden aniden kalkıp koşmak için kapının yanından geçerken eşikte yaşlı Yabancı’yla karşılaşınca eline geçen ilk şeyle içgüdüsel olarak adama saldırmaya ya da vurmaya kalktı. Eline geçen ilk şey bebek olduğundan büyük bir panik ve kargaşa yaşandı. Bu olay efendisinden daha düşünceli olan ve olur da arabanın arkasında bağlı vaziyette duran kavak fidelerini alır kaçar endişesiyle uyurken yaşlı beyefendiyi gözetlemiş olan Boxer’ın bilgeliğini daha da göze batar hâle getiriyordu. Zira köpek hâlâ yaşlı adamın hemen yanında duruyor, hatta tozluklarıyla oynayıp düğmelerini ısırıyordu.
“Gerçekten de top patlasa uyanmazsınız beyefendi.” dedi John sakinlik sağlandığında. Tüm bu süre içinde yaşlı beyefendi odanın ortasında, başında şapkası olmadan, tümüyle hareketsiz biçimde durdu. “Size elbette aklınız neredeydi diye sormayacağım, bu espri olurdu ve yapmadan kendimi durdursam iyi olur. Ama neredeyse yapacaktım.” diye mırıldandı Ulak kıkırdayarak: “Çok yakındı!”
Uzun beyaz saçları, yaşlı birine göre şaşılacak şekilde cüretkâr ve belirgin güzel yüz hatları ve etrafa bir gülümseme eşliğinde bakan koyu, parlak ve delici bakışları olan Yabancı, Ulak’ın karısını başını ciddiyetle öne eğerek selamladı.
Kıyafeti çok antika ve tuhaftı, zamanın çok çok gerisindeydi. Rengi baştan aşağı kahverengiydi. Elinde kocaman, kahverengi bir şemsiye ya da baston vardı. Bunu yere vurunca birden açıldı ve tabure hâline geldi. Yaşlı adam da sakin biçimde bu taburenin üstüne oturdu.
“İşte!” dedi Ulak, karısına dönerek. “Ben de onu tam olarak böyle yolun kenarında oturmuş hâlde buldum. Kilometre taşı gibi dimdik. Ve neredeyse onun kadar sağır.”
“Ortalık yerde mi oturuyordu John!”
“Ortalık yerde.” diye yanıtladı Ulak. “Alaca karanlıkta. ‘Yol Parası’ dedi ve bana on sekiz peni verdi. Sonra da arabaya atladı. Şimdi de burada.”
“Gidecek galiba John!”
Hiç de bile. Yalnızca konuşacaktı.
“Sizin için de uygunsa ben benden bir şey istenilene kadar gıkımı bile çıkarmam.” dedi Yabancı sakinlikle. “Ben yokmuşum gibi davranın.”
Bununla birlikte bir cebinden gözlük bir cebinden de kocaman bir kitap çıkararak kendi hâlinde okumaya koyuldu. Boxer sanki evcil bir kuzuymuş gibi onu hiç ciddiye almadı!
Ulak ve eşi birbirlerine şaşkınlıkla bakıştılar. Yabancı başını kaldırdı, onlara baktı ve konuşanlardan ilkine sordu:
“Kızınız mı dostum?”
“Karım.” diye yanıt verdi John.
“Yeğeniniz mi?” dedi Yabancı.
“Karım.” diye kükredi John.
“Sahiden mi?” diye yorumda bulundu Yabancı. “Gerçekten çok gençmiş!”
Yavaşça işine döndü ve okumayı sürdürdü. Ancak daha iki satır okumamıştı ki işini yine böldü ve:
“Bebek sizin mi?”
John başını kocaman salladı eğer konuşuyor olsa bu harekete megafondan çıkan bir ses eş değer olarak örnek gösterilebilirdi.
“Kız mı?”
“Erkeeeek.” diye kükredi John.
“Çok da küçük değil mi?”
Mrs. Peerybingle hemen lafa daldı. “İki ay üç güüün! Daha altı gün önce aşısını oldu. Çok iyi idare etti. Doktora göre kayda değer derecede güzel bir çocukmuş! Beş aylık çocuk gibiymiş aynı! Algıları o kadar açık ki! Size imkânsız gibi görünebilir ama sanki ayaklandı ayaklanacak gibi!”
Bu noktada yüzü kıpkırmızı olana kadar bu kısa cümleleri yaşlı adamın kulağına çemkirmiş olan ufak anne bebeği inatçı ve muzaffer bir gerçek olarak havaya kaldırdı. Bu arada Tilly Slowboy kulağa bilinmeyen kelimeler gibi gelen ancak halk arasında hapşırma olarak bilinen eyleme uyarlanmış gibi gelen “Hapşuuuu, hapşuuu” bağırışlarıyla dünyadan habersiz masumun yanında zıplayıp duruyordu.
“Doğru! Eli yüzü düzgün orası kesin.” dedi John. “Kapıda biri var. Açsana Tilly.”
Kız kapıya ulaşamadan kapı dışarıdan açılmıştı zira bu yalnızca bir mandalın tuttuğu ilkel türden bir kapıydı ve isteyen kapıyı açabiliyordu, ki pek çok kişi de bunu istiyordu çünkü bütün komşular kendisi çok konuşkan bir tip olmasa da Ulak’la hoşbeş etmeyi severlerdi. Kapı açılınca ortaya ufak, cılız, dalgın, beti benzi atmış ve kendine eski bir kutunun kılıfı olan bir çuvaldan yapılma paltoya benzer bir şey -çünkü adam kapıyı kapatıp içeri soğuk girmesini engellemek için arkasını döndüğünde kıyafetinin üstünde büyük harflerle G & T ve kalın harflerle de CAM yazdığı görülebiliyordu- giymiş bir adam çıktı.
“İyi akşamlar John!” dedi ufak adam. “İyi akşamlar hanımefendi. İyi akşamlar Tilly, İyi akşamlar Tanımadık! Bebek nasıl hanımefendi? Boxer da iyidir umarım?”
“Hepsinin keyfi yerinde Caleb.” diye yanıtladı Dot. “Zaten bunu anlaman için ufaklığa bakman yeterli.”
“Senin iyi olduğuna emin olmak için de sana bakmam yeterli eminim.” dedi Caleb.
Ancak ona bakmadı. Bir gözü dönüp dururken diğer gözü de ağzından çıkan ne olursa olsun başka bir zaman ve mekânda gibi düşünceliydi. Aynı durum sesine de yansıyordu.
“Ya da John’a bakmam.” dedi Caleb. “Ya da hazır başlamışken Tilly’ye. Elbette ki Boxer’a da.”
“İşler nasıl Caleb?” diye sordu Ulak.
“Çok iyi John.” diye yanıtladı sanki felsefe taşını aramakta olan bir adamın dalgın edasıyla. “Çok iyi. Şu anda Nuh’un gemisinde bir koşuşturma var ki sorma. Aileye bir güzellik yapmak isterdim ama o fiyata bu nasıl yapılır bilmem. Kimin Shem ve Ham1, kimin de Eş olduğunu belirtmek herkesin aklını daha az karıştırırdı. Ki uçangillerle filler de aynı kefede olamaz zaten anlıyorsun ya! Ah neyse! Benim için bir kutu falan var mı John?”
Ulak elini daha önce çıkarmış olduğu paltosunun cebine daldırdı ve yosunlu kâğıtla dikkatlice sarılmış minicik bir saksı çıkardı.
“İşte!” dedi saksıyı güzelce düzelterek. “Tek bir yaprağı bile hasar görmedi. Üstü tomurcuk dolu!”
Caleb’ın donuk gözleri saksıyı eline alırken canlandı ve teşekkür etti.
“Sevgili Caleb.” dedi Ulak. “Bu mevsimde çok değerlidir.”
“Sen onu boşver. Parası bana koymaz.” diye yanıtladı ufak adam. “Başka bir şey var mı John?”
“Ufak bir kutu.” diye yanıtladı Ulak. “İşte!”
“‘Caleb Plummer için.’” dedi ufak adam kutudaki talimatı okuyarak. “‘Sergiler.’ Sergilerle mi John? Bence bu bana değil.”
“Sevgiler.” diye yanıtladı Ulak, omzunun üstünden bakarak. “Sergiler de nereden çıktı?”
“Ah! Doğru diyorsun!” dedi Caleb. “Doğru. Sevgilerle! Evet, evet, benim. Eğer Güney Amerika’nın Altın Üçgen’indeki oğlum yaşıyor olsaydı pekâlâ sergiler de olabilirdi John. Onu oğlun gibi severdin değil mi? Söylemene gerek yok. Bunu elbette biliyorum. ‘Caleb Plummer. Sevgiler.’ Evet, evet, doğru. Kızımın el işi için oyuncak bebek gözü. Keşke kutunun içindeki onun ibrazı olsaydı, John.”
“Keşke öyle olsaydı ya da böyle bir şey olabilseydi!” diye bağırdı Ulak.
“Teşekkür ederim.” dedi ufak adam. “Çok içten konuşuyorsun. Bebekleri asla göremeyeceğini ve bütün gün gözlerini dikip ona baktıklarını anlayamayacağını görmek! Bana koyan bu. Borcumuz nedir John?”
“Bir daha sorarsan sana borcu gösteririm.” dedi John, “Dot! Sopam nerede?”
“Tam da senin söyleyeceğin bir şey.” diye gözlemledi ufak adam. “Sen böyle naziksin işte. Bence hepsi bu kadar.”
“Bence değil.” dedi Ulak. “Bir daha dene.”
“Müdürümüz için bir şey yok mu?” dedi Caleb biraz düşündükten sonra. “Emin ol bunun için geldim ama gemi falan derken akıl mı kaldı bende! Buraya uğramadı değil mi?”
“Yok gelmedi.” diye yanıtladı Ulak. “Kur yapmakla meşgul.”
“Gelecek ama.” dedi Caleb. “Eve giderken yola yakın yürümemi ve bire on kala beni alacağını söyledi. Gitmem lazım bu arada, Hanımefendi Boxer’ın kuyruğunu yarım saniye cimciklesem sorun olur mu?”
“Aman Caleb! Bu ne biçim soru?”
“Ah boşver Hanımefendi.” dedi ufak adam. “Belki de hoşuna gitmez. Havlayan köpeklere yönelik yeni bir oyuncak yapmam lazım. Ben de altı peniye doğaya olabildiğince yaklaşmak istemiştim ama boş ver söylemedim say hanımefendi.”
Şans eseri Boxer herhangi bir sebep olmadan büyük bir keyifle havlamaya başladı. Ancak bu yeni bir ziyaretçinin yaklaşmakta olduğunun göstergesi olduğundan Caleb yaşama yönelik incelemesini daha uygun bir zamana erteleyerek yuvarlak kutuyu omuzladığı gibi aceleyle kapıya yöneldi. Ancak boşuna zahmet etmişti çünkü ziyaretçiyle kapıda denk geldi.
“Ah buradasınız demek? Bekleyin. Sizi eve götüreceğim. John Peerybingle hizmetinizdeyim. Güzel eşinizin daha da hizmetindeyim. Her gün daha da güzelleşiyor! Daha da iyi oluyor, sanki bu mümkünmüş gibi! Gençleşiyor da.” dedi konuşmacı alçak sesle. “Şu işe bak sen!”
“İltifatlarınıza müteşekkirim, Mr. Tackleton.” dedi Dot pek de nazik olmayan bir edayla. “Ama sizin durumunuz da farklı sayılmaz.”
“O zaman her şeyi öğrendiniz.”
“Bir şekilde kendimi buna inanmaya ikna ettim diyelim.” dedi Dot.
“Çok zorlandıktan sonra sanıyorum ki?”
“Çok.”
Oyuncak tüccarı Tackleton, yani genelde bilindiği adıyla Gruff ve Tackleton -çünkü firmasının adı buydu ama Gruff alınmış- yalnızca ismini ve bazılarına göre de sözlük anlamına2 göre de tabiatını işte bırakmıştı. Oyuncak tüccarı ebeveynleri ve koruyucuları tarafından mesleği yanlış anlaşılan biriydi. Eğer onu bir Tefeci, kıvrak zekâlı bir avukat ya da şerif yardımcısı ya da banker yapmış olsalar çocukluğunun hoşnutsuz yeminlerini yerine getirmiş ve birkaç zalim işten sonra hiç değilse olaya yenilik ve tazelik katmak adına sevimli bir insana dönüşebilirdi. Ancak sessiz sakin oyuncak yapımının sıkışık ve süründürücü uğraşında o, bütün hayatı boyunca çocukların üzerinden geçinen ve onların acımasız düşmanı olan evcil bir gulyabaniye dönüşmüştü. Tüm oyuncaklardan nefret ederdi para verip asla almazdı. Fesatlığından memnun hâlde domuzlarına binmiş pazara giden paket kağıdından çiftçilerin, avukatların kayıp vicdanlarının duyurusunu yapan tellalları, çorap örmekte ya da elinde kek tutmakta olan taşınabilir yaşlı teyzelerin ve mesleğine özgü diğer örneklerin yüzüne suratsız ifadeler çiziyordu. Tiksindirici maskelere bürünmüş gudubet, kıllı, kırmızı gözlü yaylı palyaçolar, Vampir Uçurtmalar, asla durmayan ve yan gözle sürekli çocukları gözetleyen şeytan suratlı hacıyatmazlarla ruhunu müthiş derecede tatmin ediyordu. Bunlar onun tek rahatlama yöntemi ve güvenlik ağıydı. Böyle icatlarda üstüne yoktu. Midilli cinneti deseniz keyiften dört köşe olurdu. Karanlık Güçler’in insan suratlı deniz kabukluları olarak tasvir edildikleri eserini yansıttığı projeksiyon makinesine gulyabani slaytı alınca para bile kaybetmişti (buna hiç de üzülmemişti). Devlerin betimlemelerini çirkinleştirince epey para kaybettiği doğruydu ve kendisi bir ressam olmasa da bir parça tebeşirle o canavarların yüzünde görmek istediği ve yaşları altı ila on bir arasında değişen bütün genç beyefendilerin akıl sağlıklarını en azından tüm Noel ya da Yaz Ortası Bayramı süresince bozacak kadar etkili sinsi bir bakışı çizebiliyordu.
Oyuncaktaki tutumu neyse, diğer konulardaki tutumu da (çoğu erkeğin olduğu gibi) aynıydı. Bu nedenle baldırlarına kadar uzanan o dev yeşil pelerinin altında boğazına kadar sevimli bir adam olduğunu ve onun bir çift boğa kafası gibi görünen ahşap rengi konçlu çizme içinde duran adamın olabilecek iyi ruhlu ve en sevimli adam olduğunu düşünebilirdiniz.
Yine de oyuncak tüccarı Tackleton evlenecekti. Her şeye rağmen evlenecekti. Üstelik güzeller güzeli ve gencecik bir eşe sahip olacaktı.
Ulak’ın mutfağında çarpık kuru suratı, çarpık bedeni, burnunun direğine kadar indirilmiş şapkasıyla ve ceplerinin dibine kadar sokulmuş elleriyle hâliyle pek damat gibi durduğu söylenemezdi. Üstelik bir kuzgun sürüsünün yoğunlaştırılmış özü gibi görünen ve tek gözünden okunan o alaycı fesat bakış da cabasıydı. Ama önünde sonunda damat olacaktı.
“Üç gün içinde. Önümüzdeki Perşembe. Yılın ilk ayının son günü. Düğün günüm bu işte.” dedi Tackleton.
Tek gözünün hep sonuna kadar açık diğer gözünün de neredeyse kapalı ve neredeyse kapalı olan gözün de manalı göz olduğunu söylemiş miydim? Söylediğimi sanmıyorum.
“Düğün günüm o işte!” dedi Tackleton cebindeki paraları takırdatarak.
“Aaa bizim de düğün günümüz oydu.”
“Ha ha!” diye güldü Tackleton. “Tuhaf! Siz de değişik bir çiftsiniz yalnız ha! Tam öyle!”
Dot’un bu haddini bilmez iddiaya karşı öfkesini tarif etmek mümkün değil. Sırada ne vardı? Belki de onun aklında başka bir bebek sahibi olmaları söz konusu bile değildi. Delirmişti bu adam.
“Neyse! Seninle konuşmam lazım.” diye mırıldandı Tackleton, Ulak’ı dirseğinden dürtüp onu biraz öteye götürerek. “Düğüne gelecek misin? Biliyorsun biz aynı takımdanız.”
“Nasıl aynı takımdanız?” diye sordu Ulak.
“Biraz uyumsuzluktan bahsediyorum anlarsın ya.” dedi Tackleton adamı bir kez daha dürterek. “Gel bizimle öncesinde bir akşam geçirmiş olursun.”
“Neden?” diye sordu John bu ısrarcı düşmanlığa karşı.
“Neden mi?” diye sordu öteki. “Artık davetler böyle yapılıyor. Neden olacak keyif için, sosyallik için, bilirsin öyle şeyler!”
“Sen sosyalleşmezsin sanıyordum.” dedi John kendine has duygusuz tonla.
“Ah! Seninle açık konuşmayınca olmuyor ben anladım.” dedi Tackleton. “Nedeni şu, işin aslı sen -çay içen kibar insanların söyleyeceği şekilde birlikte, eşinle sen yani, rahat bir görünüme sahipsiniz. Biz işin aslını biliyoruz, anlarsın ya, ama-”“Hayır işin aslını falan bilmiyoruz.” diye lafa girdi John. “Sen neden söz ediyorsun?”
“Aman! Tamam işin aslını falan bilmiyoruz o zaman.” dedi Tackleton. “Bilmediğimiz konusunda anlaşalım. Sen nasıl istersen. Zaten bir önemi var mı? Ben şöyle demek istemiştim, sizin o türden bir görünümünüz olduğundan bu Mrs. Tackelton üzerinde olumlu bir etki yaratacaktır. Hanımın bana karşı çok dostane olmasa da bu konuda o da benimle hemfikir olmadan edemeyecektir. Çünkü önemsiz bir konuda bile onda her zaman bir kendini bilme, bir kendine hâkim olma durumu var. Geleceğim mi diyorsun şimdi?”
“Biz düğün günümüzü (artık ne kadar bizimse) evde kutlama kararı aldık.” dedi John. “Son altı ayda kendimize hep şunun sözünü verdik, biliyorsun ki insanın evi…”
“Aman! Ev dediğin nedir ki?” diye bağırdı Tackleton. “Dört duvar bir de dam! (O Ağustos Böceği’ni neden öldürmüyorsun? Ben olsam öldürürüm! Hep öldürürüm. Çıkardıkları sesten nefret ediyorum.) Benim evimde de dört duvar ve bir dam var. Bana gel!”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Nuh peygamberin oğulları.
2
Gruff kelimesi İngilizcede aksi anlamına gelmektedir.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов