banner banner banner
Nar Evi
Nar Evi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Nar Evi

Nar Evi
Oscar Wilde

“Nar Evi”, Oscar Wilde’ın dört ayrı masalsı öyküsünden oluşuyor. Bu öyküleri okurken, Genç Kral’ın adil ruhuyla ölüm ve açgözlülüğün savaşına, Prenses’in soytarısı olan Cüce’ye, Balıkçı’nın ruhunu aşka tercih etmesinden hikmet ve zenginliğe, Yıldız Çocuk’un kibrinden güzellik ve çirkinliğe uzanan devleri, cadıları, at başlı insanları, büyülü karakterleri keşfederken yaşama ve dünya düzenine yönelik düşündürücü öğretiler ile karşılaşacaksınız. Masal diyarlarında gezinirken gerçek dünyadan kopmayacak; Kuzey denizlerinden Afrika’ya, Mısır’dan İran’a tüm caddelerde gezinip, bu yerlerin meyvelerini tadacaksınız. Bir çocuk kalbine hitap edercesine işlenmiş olan bu öykülerle okur, kendini tanımaya dönük pencereleri aralayacak. “Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”

Oscar Wilde

Nar Evi

Oscar Wilde, 16 Ekim 1854 tarihinde İrlanda’nın Dublin kentinde ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan Wilde’ın tam adı Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde’dır. Babası yaptığı hizmetlerden dolayı 1864 yılında şövalye unvanını kazanmış dönemin ünlü doktorlarından William Wilde, annesi ise devrimci şiirleri ile dikkat çekmiş yazar Jane Francesca Elgee’dir.

9 yaşına kadar evde eğitim alan Oscar, 9 yaşına geldiğinde Portora Kraliyet Okuluna buradan da Dublin’deki Trinity Kolejine başlamıştır. Üstün başarılarıyla dikkat çeken Wilde, Trinity Kolejindeyken Berkeley Altın Madalyası’nı ve Oxford Üniversitesi Magdalen Kolejinden bir burs kazanmıştır. 1874-1878 yılları arasında Magdalen Kolejinde öğrenim gören Wilde, 1878 yılında Ravenna isimli şiiriyle Newdigate Ödülü’nü kazanmıştır. 1881’de Peoms adlı ilk kitabı basılmıştır. Aynı yıl ABD’ye yerleşmiştir.

Neredeyse bütün hayatı boyunca eleştirilse de düşüncelerinden hiçbir zaman vazgeçmeyen Oscar Wilde, sosyalizm yanlısı olması ile okları hep üzerine çekmiştir. 1895 yılında gayritabii davranışları nedeniyle tutuklanmıştır.

Hayatının son yıllarını beş parasız bir şekilde geçirerek, şehrin en kötü otellerinden birinde menenjit rahatsızlığından hayata veda et-miştir. Ölürken papaz ve otel sahibinin yanında o meşhur son sözünü söylemiştir: Duvarkâğıdıileölümünebirdüelloyagiriştik. İkimizden birinin gitmesi gerekiyor. Ya duvar kâğıdı gider, ya ben!

Eserleri:

Dorian Grey’in Portresi (Roman), Vera veya Nihilistler (Tiyatro), Padova Düşesi (Tiyatro), Lady Windermere’in Yelpazesi (Tiyatro), Ehemmiyetsiz Bir Kadın (Tiyatro), Salome (Tiyatro), İdeal Bir Koca (Tiyatro), Ciddi Olmanın Önemi (Tiyatro), Kutsal Metres ve Bir Floransa Trajedisi (Tiyatro), Ravenna (Şiir), Şiirler (Şiir), Sfenks (Şiir), Mensur Şiirler (Şiir), Reading Zindanı Baladı (Şiir), Canterville Hayaleti (Hikâye), Bay W. H.’nin Portesi (Hikâye), Mutlu Prens (Hikâye), Nar Evi (Hikâye), Zümrüdüanka ve Kaplumbağa (Hikâye).

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.

Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:

Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter

GENÇ KRAL

Lady Margaret Brooke’a

Taç giyme töreninden önceki geceydi. Genç Kral, güzel odasında tek başına oturuyordu. Bütün nedimleri yanından ayrılmışlardı. O zamanların merasim kuralları gereği başlarını yere kadar eğip, adabımuaşeret hocasından ders almak için sarayın büyük salonuna çekilmişlerdi. İçlerinden bazıları hâlâ doğal davranıyordu ki, söylememe gerek yok bu, büyük bir ayıptı.

Çocuk -on altı yaşında olduğundan o bir delikanlıydı- nedimlerinin yanından ayrılmalarına üzülmemişti. Rahatlayarak derince bir iç çekiş sonrası üzeri işlemeli koltuğunun yumuşak yastıklarına kendini bıraktı. Orada öylece uzanırken heyecanlı gözleri ve açık ağzıyla mitolojik orman tanrısı Faunus’u ya da avcılar tarafından henüz yakalanmış bir hayvan yavrusunu andırıyordu.

Gerçekten de onu avcılar bulmuşlardı. Elinde kavalı, yalın ayak bir hâlde babası sandığı çobanın keçi sürüsünü güderken neredeyse tesadüfen karşılarına çıkmıştı. Kral’ın tek kızının gizli yaptığı evlilikten doğan çocuktu. Prenses’ten daha düşük konumdaki bu yabancı, bazılarının dediğine göre büyüleyici lut çalma becerisi sayesinde Prenses’i kendisine âşık etmiş. Bazıları ise bu yabancının Prenses’in hayran olduğu hatta fazlasıyla hayran olduğu Riminili bir sanatçı olduğunu söyler. Kendisi katedraldeki işini yarım bırakarak şehirden aniden kaybolmuş. Genç Kral ise henüz bir aylıkken annesi uyurken çalınmış ve çocukları olmayan sıradan bir köylü ile karısına verilmiş. Bu çift ormanının uzak bir köşesinde, şehre bir günden fazla mesafede yaşarmış. Saray hekiminin dediğine göre acı ya da veba, bazılarının iddiasına göre ise baharatlı şaraba katılmış çabuk etki eden bir İtalyan zehri uyanmasından bir saat sonra onu doğuran beyaz kızı öldürmüş. Çocuğu atının eyerinde taşıyan güvenilir ulak yorgun atından inip de keçi çobanının kulübesinin sert kapısını çaldığında Prenses’in naaşı şehir kapılarının dışında terk edilmiş bir kilise avlusundaki açık bir mezara indirilmişti. Rivayete göre bu mezarda bir ceset daha vardı. Muazzam bir güzelliğe sahip, elleri arkadan bağlı ve göğsünde çok sayıda bıçak yarası izi olan genç bir yabancı adamın vücudu…

En azından insanların birbirlerine anlattığı hikâye buydu. Kesin olan şeyse yaşlı Kral’ın ölüm döşeğinde ya işlediği günahtan dolayı duyduğu pişmanlığından ya da kraliyetin kendi soyundan birine geçmesini istemesinden dolayı delikanlıyı getirtip divan kurulu üyelerinin huzurunda onu veliahdı olarak tanıdığıydı.

Delikanlının, kendi hayatı üzerine müthiş tesir edecek, güzelliğe olan o tuhaf tutkusunun ilk işaretlerini veliaht olarak tanındığı ilk zamanlarda göstermeye başladığı söyleniyordu. Ona hizmet için eşlik edenler, kendisine ayrılan odaya girdiğine güzel kıyafetleri ve değerli mücevherleri gördüğü anda dudaklarından çıkıveren sevinç çığlığından, kaba deri tuniği ile koyun derisinden yapılma çirkin pelerinini üzerinden fırlattığında vahşi bir zevk duyduğundan bahsettiler. Yine de zaman zaman orman yaşamının özgürlüğünü özlemiyor da değildi. Gününün büyük bir kısmını kaplayan yorucu saray törenlerinden sıkılıyordu. Ancak kendisinin artık efendisi olduğu Joyeuse denilen bu müthiş saray yine kendi keyfi için hazırlanmış yepyeni bir dünya gibiydi. Divan heyetinden ya da kabul salonundan kurtulur kurtulmaz bronz aslan figürleriyle süslü basamakları parlak mermerden büyük merdivenden aşağı fırlar odadan odaya, koridordan koridora koşardı. Güzelliği, acının ağrı kesicisi gören biri gibi hastalıktan iyileşmek istercesine dolanıyordu etrafta.

Bu keşif yolculukları sırasında -onları bu şekilde adlandırıyordu ve bunlar onun için gerçekten de muazzam diyarlarda gerçekleşen seyahatlerdi- zaman zaman ince, sarı saçlı saray uşakları uçuşan pelerinleri ve dalgalanan renkli kurdeleleri ile eşlik ederdi kendisine. Ancak çoğu zaman yalnız olurdu. Âdeta ilahî bir mesaja benzeyen keskin bir içgüdü sanatın gizemlerinin en iyi gizli saklı öğrenileceğini ilham etmişti Genç Kral’a. Güzellik, tıpkı akıl misali yalnız ibadetçisini sever gibi geliyordu ona.

Bu dönemde onunla ilgili çok sayıda tuhaf hikâye anlatılırdı. Söylentiye göre şehrin sakinlerine cafcaflı bir demeç vermek için gelen Belediye Başkanı onu, Venedik’ten gelmiş muazzam bir resmin önünde diz çöküp resme ibadet edercesine baktığını görmüş. Bir başka sefer saatlerce ortadan kaybolmuş ve uzun süren arama sonucu sarayın kuzeyindeki kulelerden birindeki ufak bir odada değerli Yunan taşından oyulmuş bir Adonis heykeline bakarken bulunmuş. Bir başka rivayete göre üzerine Hadrian’ın Bithynianlı kölesinin adı kazınmış ve köprü yapılırken nehir yatağında keşfedilmiş bir mermer heykelin alnına sıcak dudaklarını bastırırken görülmüş. Bir keresinde bütün bir geceyi ay ışığının Endymion’un tasvirine yansımasını seyrederek geçirmiş.

Bütün nadir ve pahalı parçalar onda müthiş bir hayranlık uyandırıyordu. Bu parçaları elde etme hevesiyle çok sayıda tüccar görevlendi. Bazılarını, Kuzey Denizlerinin kaba saba balıkçı insanlarıyla kehribar ticareti yapmaları için yolladı. Bazıları ise sadece kral mezarlarında bulunan ve sihirli özelliklere sahip yeşil firuze taşı bulmak için Mısır’ın yolunu tuttu. Bu tüccarlardan kimisi ipek halı ve süslü seramik almak için İran’a gitti. Diğerleriyse, tüller, fildişi süsler, ay taşları, yakut bilezikler, sandal ağacı, mavi porselenler ve yünden yapılma ince şallar için Hindistan’a yollandı.

Fakat Genç Kral’ı en çok düşündüren taç giyme töreninde giyeceği kıyafetti. Bu kıyafet sırma işlemeliydi. Tacında yakut süslemeler vardı ve asasına inciler dizilmişti. Gerçekten de o gece lüks sedirine uzanmış şöminede yanan koca çam odununa bakarken düşündüğü şey buydu. O zamanın en ünlü sanatçıları tarafından çizilen tasarım kendisine aylar önce gönderilmişti. O da zanaatkârlara gece gündüz çalışıp tasarımı hayata geçirmeleri için emirler vermişti. Bu işe layık mücevherler bulunması için dünyanın her yeri aranacaktı. Krallara layık güzel bir giysi giyip katedralin yüksek sunağında dururken kendisini çok güzel hayal etmişti. Çocuksu dudaklarında bir gülümseme belirmiş, koyu gözleri parlamıştı.

Bir müddet sonra yerinden kalktı ve şöminenin oymalı tarafına yaslanıp loş odayı seyretmeye koyuldu. Duvarlar güzelliğin zaferini temsil eden zengin halılarla süslüydü. Akik taşı ve lacivert taşı ile süslenmiş koca dolap bir köşedeydi. Pencerenin karşısında ise kapakları vernikle kaplı, tuhaf işlemeli, altın mozaiklerle süslü bir konsol vardı. Üzerine Venedik camından yapılma zarif kadehler ile siyah oniksten yapılma bir kupa koyulmuştu. Yatağın ipek örtüsünün üzerine uykunun yorgun ellerinden düşmüş gibi görünen soluk renkli gelincikler işlenmişti. Yivli fildişi sırıkların üzerindeki kadife sayvandan püskül hâlinde sarkan ve köpüğü andıran deve kuşu tüyleri tavanın donuk gümüş süslerine uzanıyordu. Yeşil bronzdan yapılma gülen bir Narkissos heykeli başının üzerinde bir ayna tutuyordu. Masanın üzerinde mor kuvarstan yapılma yassı bir kâse vardı.

Dışarıya baktığında karanlık evlerin üzerinde belli belirsiz bir kabarcık misali duran katedralin koca kubbesini görüyordu. Yorgun nöbetçiler sisli nehrin kenarındaki bahçede gidip geliyorlardı. Uzaklarda bir bostanda bülbül şarkı söylüyordu. Açık pencereden hafif bir yasemin kokusu geliyordu. Alnındaki kahverengi bukleleri arkaya itti. Eline bir lut alıp parmaklarını tellerinde gezdirdi. Ağırlaşmış göz kapakları düştü ve tuhaf bir rehavet çöktü üzerine. Daha önce hiç böylesine keskinlikle ya da müthiş bir neşeyle hissetmemişti güzel şeylerin sihrini ve gizemini.

Saat kulesi gece yarısını ilan ederken zili çaldı. Uşakları odaya girip merasimle kıyafetlerini çıkarmasına yardım etti. Ellerine gül suyu döküyor, yastığına çiçekler saçıyorlardı. Onlar odadan ayrıldıktan kısa süre sonra uykuya daldı.

Uyuduğunda bir rüya gördü. Rüyası şuydu:

Uzun ve alçak bir tavan arasında, çok sayıda dokuma tezgâhının gürültüsü arasında duruyordu. Cılız gün ışığı kafesli pencereden içeri giriyor, tezgâhların önüne eğilmiş dokumacıların zayıf silüetlerini gösteriyordu ona. Solgun, hasta gibi görünen çocuklar kocaman kirişlerin üzerine çömelmişti. Mekikler, çözgüler arasında hareket ederken çocuklar ağır panelleri kaldırıyor, mekikler durduğundaysa panelleri bırakıp ipleri sıkıyorlardı. Yüzleri açlıktan zayıflamıştı ve minicik elleri titriyordu. Bitkin görünümlü kadınlar bir masaya oturmuş dikiş yapıyordu. Korkunç bir koku kaplamıştı o yeri. Hava kötü ve ağırdı. Duvarlar rutubetten ıslanmıştı.

Genç Kral dokumacıların birinin yanında durup onu izlemeye başladı.

Dokumacı ona öfkeyle bakıp şöyle dedi:

“Neden beni izliyorsun? Sahibimizin yolladığı bir casus musun yoksa?”

“Sahibiniz kim?” diye sordu Genç Kral.

“Sahibimiz!” diye bağırdı dokumacı acıyla. “O da benim gibi bir adam. Gerçekten de öyle. Ama aramızdaki fark şu: O, güzel kıyafetler giyerken ben, paçavralar içinde dolaşırım. Ben, açlıktan zayıf düşerken fazla tokluk ona azıcık sıkıntı yaşatmaz.”

“Burası özgür bir ülke.” dedi Genç Kral. “Ve sen kimsenin kölesi değilsin.”

“Savaş zamanlarında…” diye cevap verdi dokumacı. “Güçlüler zayıfları kölesi yapar. Barış zamanlarında ise zenginler fakirleri kölesi yapar. Yaşamak için çalışmak zorundayız. Bize o kadar az para verirler ki ölürüz. Onlar için gün boyu çalışıp kendimizi paralarız. Onlar da sandıklarına altınlar yığarlar. Çocuklarımız vakitsizce solar gider. Sevdiklerimizin yüzleri sertleşir ve kötü bir hâl alır. Üzümleri biz ezeriz, şarabı başkası içer. Mısırları biz ekeriz ama soframız boştur. Her ne kadar gözler göremese de zincirlerimiz vardır. Ve bizler köleyiz her ne kadar özgür olduğumuz söylense de.”

“Herkesin durumu böyle mi?” diye sordu.

“Herkesin durumu böyle.” diye cevap verdi dokumacı. “Gençler de yaşlılar da, kadınlar da erkekler de, çocuklar da yılların eskittikleri de böyle. Tüccarlar bizi ezerler ve biz onların emrettiğini yapmak zorundayız. Papaz, atı üzerinde geçerken tespihini çeker ama kimsenin umurunda değiliz. Güneşsiz yollarımızdan yoksulluk sürünerek geçer, aç gözleriyle. Günah ise donuk yüzüyle onu takip eder. Sefalet sabahları uykumuzdan uyandırır, utanç ise bütün gece bizle oturur. Ama bu şeylerin senin için bir anlamı var mı ki? Sen bizden değilsin. Senin yüzün çok mutlu.” Sonra somurtarak döndü ve işine devam etti. Genç Kral altın iplik dokuduğunu gördü.

Müthiş bir korku kapladı içini. Dokumacıya şöyle dedi:

“Nasıl bir elbise için kumaş dokuyorsun?”

“Bu Genç Kral’ın taç giyme töreninde giyeceği elbisenin kumaşı.” diye cevap verdi. “Bundan sana ne?”

Ve Genç Kral yüksek sesle çığlık atıp uyandığında bir de ne görsün! Kendi odasındaydı ve karanlık gökyüzünde asılı duran bal rengi kocaman Ay’ı gördü.

Sonra tekrar uykuya daldı ve rüya görmeye başladı. Bu kez rüyası şuydu:

Yüz kölenin kürek çektiği kocaman bir geminin güvertesinde uzanıyordu. Yanındaki bir halıda geminin efendisi oturuyordu. Abanoz gibi siyahtı ve başında kırmızı ipekten sarık vardı.

Koca gümüş küpeler kalın kulak memelerini sarkıtmış, sallanıyordu. Elinde ise fildişi tartı vardı.

Köleler yırtık peştamalları dışında çıplaktılar ve her biri yakınındaki kişiye zincirlenmişti. Sıcak güneş üzerlerinde parlıyordu. Zenciler bir aşağı bir yukarı koştururken deri kırbaçlarıyla kölelere vuruyorlardı. Zayıf kollarını uzatıp ağır kürekleri çekiyorlardı. Kürekler tuzlu suyu sıçratıyordu.

Nihayet ufak bir koya ulaşıp denizin derinliğini ölçmeye başladılar. Kıyıdan esen hafif rüzgâr güverteyi ve yelkenliyi ince kırmızı bir tozla kapladı. Yabani eşek süren üç Arap onlara mızrak atmaya başladı. Geminin efendisi eline boyalı bir yay aldı ve Araplardan birinin boğazına isabet ettirdi. Adam suya düşünce arkadaşları gerisin geriye kaçıştı. Sarı bir örtü giyinmiş kadın, deve üzerinde onları takip etti. Arada bir arkaya cesede bakıyordu.

Demir atıp yelkenleri indirir indirmez zenciler ambara inip kurşunla ağırlaştırılmış uzun bir halat merdiven getirdiler. Geminin efendisi halatı yandan denize atıp uçlarını güvertedeki demirlere bağladı. Sonra zenciler en genç köleyi yakalayıp prangalarını çıkardıktan sonra burnunu ve kulaklarını bal mumu ile doldurarak beline kocaman bir taş bağladılar. Yorgun bir şekilde merdivenlerden inip suyun içinde kayboldu köle. Daldığı yerde su kabarcıkları belirdi. Diğer kölelerden bazıları bu durumu hayretle seyrediyordu. Gemi pruvasında oturan bir köpek balığı büyücüsü tekdüze bir ritimle davul çalıyordu.

Bir müddet sonra dalgıç suyun yüzerinde yükseldi ve ellerinde inciler nefes nefese merdivene tutundu. Zenciler inciyi elinden alıp onu tekrar suya fırlattı. Köleler küreklerin başında uykuya daldı.

Tekrar tekrar sudan çıktı ve her seferinde güzel bir inci getirdi. Geminin efendisi incileri tarttı ve yeşil renkli küçük deri bir keseye koydu.